“Varoluş
sorununu çözmenin birçok yolundan biri de, bize uzaktan güzel ve
esrarengiz görünmüş olan kişilere
yeterince yaklaşıp hiçbir sırları, hiçbir güzellikleri olmadığını anlamaktır;
sağlığı korumanın seçilebileceği çeşitli yollarından biri budur; pek tavsiye
edilen bir yol olmayabilir ama yine de hayatımızı sürdürmemizi ve – en iyisine
ulaştığımıza ve en iyisinin pek matah olmadığına bizi ikna etmek suretiyle,
hiçbir özlem duymamıza imkan tanımadan – ölüme boyun eğmemizi sağlayan bir
dinginlik verir bize.”
Bugün (yarın da olacağı gibi),
geçmişte kalanların farkındalığı olur Proust’ta. Önce yaşananları, sonra da
yaşanmışların farkındalığını okursunuz. Zaman, farkındalıkla yakalanır çünkü.
Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde,
modern romanın temsilcisi Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” serisinin
ikinci kitabı. Anlatımında yazar, öncelikle geçmişte kalan yaşantısını anlatırken hemen ardından “bugün”, zamanın da
yardımıyla, hayatı tamamlama ihtiyacından gelen açıklamalarını yapmakta, içsel
yolculuğuyla da ayrıntıları yüceltmektedir. Bir başka deyişle; yaşadığımız anın
içinde, gücünü ve etkisini fark edemediğimiz küçük anların uzun cümlelerini
kurar Proust. Böylece yabancılaşmanın peşinden koşar ve okuyucuya da kaybolan
zamanın peşini bıraktırmaz. Bunula beraber asıl vurgulanan geçmiş – bugün döngüsünün hayatın akışında iç
içe (yani eş zamanda) olduğudur.
“Bir insanı tam olarak tanımak mümkün olsaydı… ama mümkün değildir;
çünkü bizim o insanı görüşümüz düzelirken, kıpırtısız bir hedef olmayan o
insanın kendisi de bir yandan değişir ve nihayet onu daha net gördüğümüzü
düşündüğümüzde, aslında netleştirmeyi başardığımız şey, onun eskiden
yakaladığımız, artık onu temsil etmeyen görüntüleridir.”
Bu durum, bizde her zaman buruk bir tatminsizlik yaratır; çünkü
görüntüsünü yaşadığımız kişiler için kullandığımız sıfatlar eksik (ve eski)
kaldığından hiçbir buluşma, arzu ve zaman tamamlanamaz.
“İsteklerimiz hep iç içe geçtiğinden, hayat karmaşasında bir
mutluluğun, onu gerektiren arzuyla tam olarak çakıştığı pek enderdir.”
Bununla beraber bu tatminsiz
döngü, kendi devamlılığını körükler;
“Zaten aşkta hiçbir zaman huzur olamaz; çünkü elde edilen şey daima
daha fazlasını istemek için bir hareket noktasıdır.”
Açılımını yapabileceğimiz
yüzlerce “an”dan bazıları… Her açılımın bir diğerini doğurmasıysa bu döngünün
göstergelerinden bir tanesi.
Kayıp Zamanın İzinde,
Proust’un aristokrat kökenli çevresindeki hayatını otobiyografik yapı içinde
anlatan bir içsel yolculuk… Proust bu seriye 1908’de başladı ve son kitabı
Yakalanan Zaman, yazarın ölümünden beş yıl sonra 1927’de yayınlandı. (Kaybolan
Zamanın İzinde serisi sırasıyla: Swann’ların Tarafı, Çiçek Açmış Genç Kızların
Gölgesinde, Guermantes Tarafı, Sodom ve Gomorra, Mahpus, Albertine Kayıp,
Yakalanan Zaman. YKY. Çeviren: Roza Hamken.)
2003 yılında yirmi birincisi
İstanbul’da yapılan Dünya Felsefe Kongresinde, “Dünya Sorunları Neden
Edebiyatın Konusu Değil?” başlıklı bir bildiri sunulmuştu. Metinde bu soru(n)un
21. yüzyıla ait olmasına karşın 20. yüzyılın başından başlayarak irdelenmesi
gerektiğine dikkat çekiliyor. Robert Musil, James Joyce ve Marcel Proust gibi
dönem yazarlarının başını çektikleri modern edebiyat temsilcileri, dönemin
özelliklerine göre edebiyatın işlevine farklı bir noktadan baktılar.
Öncelikle, özellikle 19.
yüzyıla damgasını vurmuş ilerlemeci edebiyatta yazar, politik aktörlerin de yer
aldığı “problem çözme” sürecinde kendisini de bir aktör olarak görmekteydi. Bu
nedenle roman kahramanları da yaratıcısının “yararlı” olabilme adına yücelttiği
özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi değerlerin simgesel temsilcileri olmaktaydı.
Bu bağlamda aynı değerler adına yapılan “kurtuluş savaşları” ve “devrimci
hareketler” ilerici olarak değerlendirilirken; yine özgürlük ve eşitlik
kaynaklı terör mücadeleleri karşısında ilerlemeci edebiyat etkisini yitirdikçe
kendisine yabancılaşması kaçınılmazdı. Nitekim, terör olgusunu ilk vurgulayan
Albert Camus olmuştur.
“Edebiyat, bugün 21. yüzyılın
önünde yaşadığımız sorunları, bırakın konu edinmeyi, henüz keşfetmiş bile
değil.” diyerek ciddi bir eksikliği
vurguluyor Yücel Kayıran. Bu durumda edebiyatın ve edebiyatla bağlantılı
felsefe, sosyoloji gibi diğer disiplinlerin çözüm üretiminde özellikle eskiye
oranla zaman darlığı soruyla karşı karşıya oldukları kanaatindeyim. Dünya’nın
giderek küçüldüğü, sorunların başka sorunlar doğurmakta hızına hız kattığı bir
dönemde topluma yararlı olma kaygısındaki edebiyat ve insan, değişen değerler,
kaybedilen değerler ve yabancılaşma karşısında çaresiz kaldı. Bu nedenle birey
olgusu da uç normlarıyla tehlikeli tarafıyla girdi hayatımıza. Oysa Proust’ta
birey, yalnızlaştığını kendine itiraf ettikten sonra önyargılarından arınmış
bir şekilde bütün çaresizliğine rağmen farkınlığı seçmektedir.
“Hayatın giderek artan
karmaşıklığının okumaya neredeyse zaman bırakmadığı bu çağda, Avrupa
haritasının köklü değişikliklere uğradığı, belki de daha büyük değişikliklerin
arifesinde olduğu günümüzde, her yerde onca tehditkar ve yeni sorunun çıktığı
bir zamanda, kabul edersiniz ki, bir yazardan, salt biçimin değerleri üzerine
boş Bizans tartışmalarıyla bize her an, hem içeriden hem dışarıdan çifte barbar
istilasına uğrayabileceğimizi unutturan bir zekadan daha fazla şey beklemeye
hakkımız var. Bu beyefendilerin Sanat için Sanat dedikleri akıma küfretmiş
olduğumu biliyorum; ama çağımızda, kelimeleri ahenkli bir biçimde düzenlemekten
daha acil işler var yapılacak.”
Hemen hemen bütün
olguları zıt anlamlarına göre biçimlendirince zaman içinde hepimiz aynı
yanılgıya düştük. Bireyselcilik o kadar da bireysel değildi aslında; tıpkı
toplumsalcılığın hiçbir zaman “toplum için” ol(a)madığı gibi… Olguların içinde
zıttını da barındırmasından neden bu kadar korkuyoruz anlamıyorum. Her zaman
bir “düşman” olmak zorunda mı? Bana sorarsanız edebiyat her zaman farkındalığı
seçmekte. Değişen (bu iki edebiyatı ele aldığımızda) işlevi değil bu yüzden.
Değişen şey; çıkış noktası. Küreselleşme, yoksulluk, eşitsizlik, terörizm ve
öngörüsünde bulunmamız gereken diğer sorunlar karşısında alınan tavrın çıkış
noktası… Modern edebiyat bu noktayı, ideal ve simgesel kahraman figüründen
çıkarttı ve (onu da alıp) yerine içsel yolculuğuna çıkan bireyi koydu. Bu
nedenle okurun da romanı nasıl yorumladığının önemi arttı, pasifliği gittikçe
azaldı.
Ve Proust okurken kitabın
kenarına yazılmış bir satır arası notu:
Yaşamın bir de
‘görülmeyen’ tarafı var. Sadece ‘görüntü’ olmayı seçebilir, böylece mutluluğu
kolaylaştırabiliriz. Ama mutluluğun kendisinin de görüntü olması bir yanılgıdan
ibaret olacaktır. Ve görüntümüz silindiğinde hayatımız bu yanılgı içinde
tamamlanmış olur. Hayır, ben bunu istemiyorum. Albert Camus’nun Tersi ve
Yüzü’nde söylediği gibi, “Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli
olmak.”
Peki ya Çiçek Açmış Genç
Kızlar? Onlar kaybolan zamanın döngüsünde Proust’a yazma tutkusunu veren
yerdeler…..
“Sevdiğimiz
zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz
insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye
zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey kendi
sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin,
büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark edemeyişimizdir.”
Bahar…
25 – 27 Ağustos 2006
İZMİT…
6 yıl önce bugünlerde. Pek bilmediğiniz konulara bulaşmak başlarda bir cesaret örneği olabilir. Ama insanların pek konuşmadığı konularda atıp tutarken dikkat etmek lazım.
YanıtlaSilŞimdi mesela Robert Musil okuyorum ve Niteliksiz Adam hakkında bu derece kendinden emin bir yazı yazmam mümkün değil.
"Nitekim" in nasıl bir bağlaç olduğunu düşünüyordum acaba :)
Yazmanın kolay olduğu zamanlarımı seviyorum.