27 Ağustos 2012 Pazartesi

ZAMAN, DÖNGÜ, EDEBİYAT VE ÇİÇEK AÇMIŞ GENÇ KIZLAR


                          


      “Varoluş sorununu çözmenin birçok yolundan biri de, bize uzaktan güzel ve esrarengiz  görünmüş olan kişilere yeterince yaklaşıp hiçbir sırları, hiçbir güzellikleri olmadığını anlamaktır; sağlığı korumanın seçilebileceği çeşitli yollarından biri budur; pek tavsiye edilen bir yol olmayabilir ama yine de hayatımızı sürdürmemizi ve – en iyisine ulaştığımıza ve en iyisinin pek matah olmadığına bizi ikna etmek suretiyle, hiçbir özlem duymamıza imkan tanımadan – ölüme boyun eğmemizi sağlayan bir dinginlik verir bize.”
 
        
           Bugün (yarın da olacağı gibi), geçmişte kalanların farkındalığı olur Proust’ta. Önce yaşananları, sonra da yaşanmışların farkındalığını okursunuz. Zaman, farkındalıkla yakalanır çünkü.
            Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, modern romanın temsilcisi Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” serisinin ikinci kitabı. Anlatımında yazar, öncelikle geçmişte kalan yaşantısını  anlatırken hemen ardından “bugün”, zamanın da yardımıyla, hayatı tamamlama ihtiyacından gelen açıklamalarını yapmakta, içsel yolculuğuyla da ayrıntıları yüceltmektedir. Bir başka deyişle; yaşadığımız anın içinde, gücünü ve etkisini fark edemediğimiz küçük anların uzun cümlelerini kurar Proust. Böylece yabancılaşmanın peşinden koşar ve okuyucuya da kaybolan zamanın peşini bıraktırmaz. Bunula beraber asıl vurgulanan  geçmiş – bugün döngüsünün hayatın akışında iç içe (yani eş zamanda) olduğudur.

             “Bir insanı tam olarak tanımak mümkün olsaydı… ama mümkün değildir; çünkü bizim o insanı görüşümüz düzelirken, kıpırtısız bir hedef olmayan o insanın kendisi de bir yandan değişir ve nihayet onu daha net gördüğümüzü düşündüğümüzde, aslında netleştirmeyi başardığımız şey, onun eskiden yakaladığımız, artık onu temsil etmeyen görüntüleridir.”

             Bu durum, bizde her zaman buruk bir tatminsizlik yaratır; çünkü görüntüsünü yaşadığımız kişiler için kullandığımız sıfatlar eksik (ve eski) kaldığından hiçbir buluşma, arzu ve zaman tamamlanamaz.

               “İsteklerimiz hep iç içe geçtiğinden, hayat karmaşasında bir mutluluğun, onu gerektiren arzuyla tam olarak çakıştığı pek enderdir.”

                Bununla beraber bu tatminsiz döngü, kendi devamlılığını körükler;

               “Zaten aşkta hiçbir zaman huzur olamaz; çünkü elde edilen şey daima daha fazlasını istemek için bir hareket noktasıdır.”

                 Açılımını yapabileceğimiz yüzlerce “an”dan bazıları… Her açılımın bir diğerini doğurmasıysa bu döngünün göstergelerinden bir tanesi.
                  Kayıp Zamanın İzinde, Proust’un aristokrat kökenli çevresindeki hayatını otobiyografik yapı içinde anlatan bir içsel yolculuk… Proust bu seriye 1908’de başladı ve son kitabı Yakalanan Zaman, yazarın ölümünden beş yıl sonra 1927’de yayınlandı. (Kaybolan Zamanın İzinde serisi sırasıyla: Swann’ların Tarafı, Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Guermantes Tarafı, Sodom ve Gomorra, Mahpus, Albertine Kayıp, Yakalanan Zaman. YKY. Çeviren: Roza Hamken.)
                  2003 yılında yirmi birincisi İstanbul’da yapılan Dünya Felsefe Kongresinde, “Dünya Sorunları Neden Edebiyatın Konusu Değil?” başlıklı bir bildiri sunulmuştu. Metinde bu soru(n)un 21. yüzyıla ait olmasına karşın 20. yüzyılın başından başlayarak irdelenmesi gerektiğine dikkat çekiliyor. Robert Musil, James Joyce ve Marcel Proust gibi dönem yazarlarının başını çektikleri modern edebiyat temsilcileri, dönemin özelliklerine göre edebiyatın işlevine farklı bir noktadan baktılar.
                Öncelikle, özellikle 19. yüzyıla damgasını vurmuş ilerlemeci edebiyatta yazar, politik aktörlerin de yer aldığı “problem çözme” sürecinde kendisini de bir aktör olarak görmekteydi. Bu nedenle roman kahramanları da yaratıcısının “yararlı” olabilme adına yücelttiği özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi değerlerin simgesel temsilcileri olmaktaydı. Bu bağlamda aynı değerler adına yapılan “kurtuluş savaşları” ve “devrimci hareketler” ilerici olarak değerlendirilirken; yine özgürlük ve eşitlik kaynaklı terör mücadeleleri karşısında ilerlemeci edebiyat etkisini yitirdikçe kendisine yabancılaşması kaçınılmazdı. Nitekim, terör olgusunu ilk vurgulayan Albert Camus olmuştur.
                  “Edebiyat, bugün 21. yüzyılın önünde yaşadığımız sorunları, bırakın konu edinmeyi, henüz keşfetmiş bile değil.” diyerek  ciddi bir eksikliği vurguluyor Yücel Kayıran. Bu durumda edebiyatın ve edebiyatla bağlantılı felsefe, sosyoloji gibi diğer disiplinlerin çözüm üretiminde özellikle eskiye oranla zaman darlığı soruyla karşı karşıya oldukları kanaatindeyim. Dünya’nın giderek küçüldüğü, sorunların başka sorunlar doğurmakta hızına hız kattığı bir dönemde topluma yararlı olma kaygısındaki edebiyat ve insan, değişen değerler, kaybedilen değerler ve yabancılaşma karşısında çaresiz kaldı. Bu nedenle birey olgusu da uç normlarıyla tehlikeli tarafıyla girdi hayatımıza. Oysa Proust’ta birey, yalnızlaştığını kendine itiraf ettikten sonra önyargılarından arınmış bir şekilde bütün çaresizliğine rağmen farkınlığı seçmektedir.

                 “Hayatın giderek artan karmaşıklığının okumaya neredeyse zaman bırakmadığı bu çağda, Avrupa haritasının köklü değişikliklere uğradığı, belki de daha büyük değişikliklerin arifesinde olduğu günümüzde, her yerde onca tehditkar ve yeni sorunun çıktığı bir zamanda, kabul edersiniz ki, bir yazardan, salt biçimin değerleri üzerine boş Bizans tartışmalarıyla bize her an, hem içeriden hem dışarıdan çifte barbar istilasına uğrayabileceğimizi unutturan bir zekadan daha fazla şey beklemeye hakkımız var. Bu beyefendilerin Sanat için Sanat dedikleri akıma küfretmiş olduğumu biliyorum; ama çağımızda, kelimeleri ahenkli bir biçimde düzenlemekten daha acil işler var yapılacak.”

                      Hemen hemen bütün olguları zıt anlamlarına göre biçimlendirince zaman içinde hepimiz aynı yanılgıya düştük. Bireyselcilik o kadar da bireysel değildi aslında; tıpkı toplumsalcılığın hiçbir zaman “toplum için” ol(a)madığı gibi… Olguların içinde zıttını da barındırmasından neden bu kadar korkuyoruz anlamıyorum. Her zaman bir “düşman” olmak zorunda mı? Bana sorarsanız edebiyat her zaman farkındalığı seçmekte. Değişen (bu iki edebiyatı ele aldığımızda) işlevi değil bu yüzden. Değişen şey; çıkış noktası. Küreselleşme, yoksulluk, eşitsizlik, terörizm ve öngörüsünde bulunmamız gereken diğer sorunlar karşısında alınan tavrın çıkış noktası… Modern edebiyat bu noktayı, ideal ve simgesel kahraman figüründen çıkarttı ve (onu da alıp) yerine içsel yolculuğuna çıkan bireyi koydu. Bu nedenle okurun da romanı nasıl yorumladığının önemi arttı, pasifliği gittikçe azaldı.
                   Ve Proust okurken kitabın kenarına yazılmış bir satır arası notu:
Yaşamın bir de ‘görülmeyen’ tarafı var. Sadece ‘görüntü’ olmayı seçebilir, böylece mutluluğu kolaylaştırabiliriz. Ama mutluluğun kendisinin de görüntü olması bir yanılgıdan ibaret olacaktır. Ve görüntümüz silindiğinde hayatımız bu yanılgı içinde tamamlanmış olur. Hayır, ben bunu istemiyorum. Albert Camus’nun Tersi ve Yüzü’nde söylediği gibi, “Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli olmak.”
                  
                    Peki ya Çiçek Açmış Genç Kızlar? Onlar kaybolan zamanın döngüsünde Proust’a yazma tutkusunu veren yerdeler…..
                

                “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark edemeyişimizdir.” 
                                                                                                  
                                                                                              Bahar…
                                                                                                      25 – 27 Ağustos 2006
                                                                                                                                       İZMİT…


                          

1 yorum:

  1. 6 yıl önce bugünlerde. Pek bilmediğiniz konulara bulaşmak başlarda bir cesaret örneği olabilir. Ama insanların pek konuşmadığı konularda atıp tutarken dikkat etmek lazım.
    Şimdi mesela Robert Musil okuyorum ve Niteliksiz Adam hakkında bu derece kendinden emin bir yazı yazmam mümkün değil.

    "Nitekim" in nasıl bir bağlaç olduğunu düşünüyordum acaba :)

    Yazmanın kolay olduğu zamanlarımı seviyorum.

    YanıtlaSil