HaberTürk Gazetesi’nde Soli Özel’le yaptığımız
röportajda Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde birer engel olarak durmaya
devam eden sorunlar üzerine konuştuk. Türkiye konjonktüründe ordu – siyaset
ilişkisi, bu ilişkide Ergenekon Davası’nın gösterdikleri ve göstermedikleri,
Kürt Meselesinde gelinen nokta ve Batı dünyasıyla ilişkiler... Türkiye’de
yaşıyoruz. Oldukça yoğun bir gündem söz konusu. Belki de sadece biri,
röportajın konusu için seçilebilir ağırlıkta ama birbiriyle alakalı
başlıkları ustaca bağlayan birini
bulduğunuzda boşlukları doldurma fırsatını kaçırmak ister misiniz? Ben
istemedim. Dolayısıyla okuyacağınız röportajda yukarıdaki bütün başlıklardan
bahsedildi.
Röportajı
bitirdikten sonra, resme uzaktan bakabilir ve röportajın ortak paydasında büyük
harflerle DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİ’ni görebilirsiniz belki. Görebilirsiniz de, bu
sürecin ilerisini görmek için de o resmi satır satır okumak, dönüp tekrar
okumak gerek. Çünkü bu sürece kafa yorduğumuz kadar sahip çıkabileceğiz. Kalıp
soruların kalıp cevaplarıyla yaşadığımızdan olacak, ben sorularımda klasik
aktörlerin rollerini sorgular gibi yaparken Soli Özel, bu sürece neden sahip
çıkılması gerektiğini ve kendi hesabına bunun nasıl yapılabileceğini anlattı.
Eğer bir
şekilde bu sayfalarda bulduysanız kendinizi, siz de bir tarafından tutmaya
hatta belki sahip çıkmaya çalışıyorsunuz demektir ki benden söylemesi, demokrasinin sizden başka
kimsesi yok!
İyi
okumalar...
Önce
İlker Başbuğ Türk Silahlı Kuvvetleri’nin anti – demokratik öğeler barındırmayacağını
(barındırmadığını) söyledi, ardından 32. Gün programında Yaşar Büyükanıt 27.
Nisan muhtırasını kendisinin yazdığını anlattı ama Ergenekon Davası sürecinde
tutuklanan subaylara neden müdahale etmediğini de yargının bağımsızlığı
anlayışına dayandırdı.
Askerin
politikanın içinde olmadığı bir siyasi kültürden bahsedebilmek adına, orduyu
darbe girişiminde bulunmuş subaylardan arındırmak silahlı kuvvetlerin anti –
demokratik yapıdan da arınması için yeterli midir?
Olayı çeşitli boyutlarda değerlendirmek
gerekiyor. Birincisi, teorik olarak baktığımızda zaten İlker Başbuğ’unki gibi
bir basın toplantısı kendine demokratik diyen bir ülkede yapılamaz. İkinci
nokta, Büyükanıt’ın konuşmasının tümünü izlemedim, metinleri okuyabildiğim
kadarıyla 27 Nisan’da yazılan muhtırayla Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin alakası olmadığını
da söylemiş. Buna inanmak da mümkün değil. O konjonktürde yazılmış muhtıranın Cumhurbaşkanlığı
seçimi dışında herhangi bir şeyle alakalı olduğuna inanmak mümkün değil özetle.
Türkiye şartları içinde neler dediklerini
anlamaya çalışacak olursak şu çıkıyor ortaya: Başbuğ, darbe peşinde değiliz,
dedi. Yani, bundan böyle Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime doğrudan el koyacak
bir tavır içinde olmayacaktır. Bu da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin demokratik
bir sistem içinde silahlı kuvvetlere ait olan rolü benimsediği anlamına
gelmiyor dediğim gibi. İki buçuk saat süren bir basın toplantısında hangi konularla
ilgilendiğine baktığınızda kendilerini rejimin, sistemin bekası açından önemli
gördükleri konularda konuşmaya mezun gördüklerini anlıyorsunuz ve dediğim gibi
bu da normal şartlarda bir silahlı kuvvetler komutanının demokratik bir ülkede
yapacağı bir şey değildir. Dolayısıyla buradan çıkarılacak sonuç, TSK artık
darbeci değildir. Zira, darbe yaptığı takdirde bunun ne iç ne dış meşruiyeti
kalmıştır. Türkiyede hiçbir darbe içerde önemli bir siyasal desteği olmadan,
dışarda meşruiyeti kabul edilmeden zaten gerçekleşemezdi. Gerçekleşse bile
kalıcı olamazdı. Bu günün Türkiye’sinde bir darbe beklentisi, darbe özlemi çok
dar bir özlemin dışında kimsede yok. O dar kesim de artık eskisi gibi
Türkiye’nin siyasal ağırlık odağını oluşturmuyor. Ayrıca dünyada da Türkiye’nin
askeri yönetim altında değil, demokratik yönetim altında olmasını isteyen bir
hava var. Dünya dediğim zaman da Türkiye’nin Batılı müttefiklerinden bahsediyorum.
Dolayısıyla, “Demokrasi karşıtı hiçbir unsuru barındırmayız” lafını darbe
yapacak olanlara göz açtırmayız diye okumak ve bu dar anlamıyla kabul etmek
gerektiği kanısındayım.
Bu dar
anlam çerçevesinde, Başbuğ’un konuşmasının “açıklık” veya “şeffaflık” getirdiği
görüşüne katılıyor musunuz?
İlker Başbuğ’un bu konumuyla bu tür, kapsamlı
bir basın toplantısı yapmasının sistemin teorik kurallarına uygun olmadığını
düşünüyorum, düşünebilirim. Buna karşılık sonuçta Türkiye’de yaşadığımıza göre
de buna gözü kapamak mümkün değildir. Dolayısıyla o açıdan baktığımda, yani
bunun doğru olup olmadığını kabul etmek bir yana ne anlama geldiğini çıkarmak o
zaman birinci olarak söylediğim, darbe olmayacağıdır. İkincisi, ben bundan
şeffaflık gibi bir sonuç çıkacağını düşünmüyorum. Ya da şeffaflık
sözkonusu olsa idi, bana göre, silahlı
kuvvetlerin her şeyden önce faturasını kendisine kesmesi gereken geçmişteki
birtakım konularda bir özeleştiri yapması gerekirdi. Yani bizden istenen şu,
evet bir takım hatalar yapılmış olabilir, evet bir takım insanlar darbeye de
teşebbüs etmiş olabilirler, biz artık darbecileri içimizde barındırmıyoruz bu
bizim geleneklerimize aykırıdır - ki doğru değil - dolayısıyla şimdi bize
geçmişin felan hesabını sormayın ki önümüze bakalım, diyor. Ben de burdan,
kusura bakmasın, şeffaflık ya da hesap verebilirlik çıkaramıyorum.
Benim
de bu şeffaflık sorunu sormamın asıl nedeni Ergenekon Davası. 12. dalga
tutuklamaları ile uygulanan usulün davanın amacını saptırdığı tartışmaları
tekrar alevlendi. Örneğin, dava böyle tartışılabilir bir süreç içinde olmasına
rağmen Nabi Yağcı’ya göre CHP’nin oylarındaki artışın temel nedeni Ergenekon’un
iyi çalışması. Siz de böyle düşünüyor musunuz?
Hayır. Arttı dediğiniz oylar da zaten 1
- 2 puan kadar arttı. Yani, bu ülkede
Ergenekon Örgütü fişteklemediği takdirde hayat tarzı üzerinden, AKP’nin yaptığı
bir takım şeylerden ya da görünüşünden rahatsız olan kimse olmayacak mıydı? Bu insanlar
bir şekilde tepkilerini ortaya koymak istemeyecekler miydi? Ne kadar demokratik düşünüyorlardır
düşünmüyorlardır bir tarafa bırakalım, birtakım insanlar birtakım
uygulamalardan rahatsızlar ve belki fazla telaş ediyorlar ya da etmiyorlar ama kendilerini
çaresiz gördükleri için de hay bileğim kırılaydı diyerek de gidip CHP’ye oy
veriyorlar. Yani, onu kale almıyorum.
Ergenekon ölmüş müdür acaba, bilemiyorum. Çok
derinlere gittiğine şüphe yok. Bunun Türkiye’nin devlet genlerine işlemiş olduğunu
da düşünüyorum ben. Bence Ergenekon konusundaki asıl iki önemli unsur şunlar:
bir, Ergenekon giderek darbeciliğin önlenmesi konusuna kaydı, orada odaklanıyor
ve orada meşruiyet buluyor. Ve o açıdan baktığınız zaman silahlı kuvvetlerin
desteği olmadan da zaten bu noktaya gelinemezdi. Şeffaflık konusunda da
konuşurken anlam yükleyeceksek benim gördüğüm şu, 2002 yılında Hilmi Özkök
hayli sorunlu bir şekilde Genelkurmay Başkanı oldu. Kendi ekibiyle çalışmasına
da bir önceki Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu izin vermedi. Edip Başer’i Kara
Kuvvetlerine atayacaktı. Bunun yerine Aytaç Yalman’ı jandarmadan Kara
Kuvvetlerine getirip Şener Eruygur’u oraya koydu. Bu şekilde, belli ki şu ya da
bu nedenle pek haz etmediği Özkük’ü bir kıskaca almak istedi Kıvrıkoğlu. Neyse
Özkök geldi, bugün de geriye dönüp baktığımızda anlıyoruz ki, zamanında da çok
belliydi ki, Özkök seleflerinden çok farklı bir dünya görüşüne, bir duruşa
sahip bir generaldi. Ve ben Özkök’ü hep çok akıllı bir genelkurmay başkanı olarak
değerlendirdim. 2002’de ağustos sonunda görevi devraldı, toplasan iki ay dört
gün sonra da 2002 seçimlerinde büyük bir süprizle, süpriz birinci parti çıkmış
olmasından çok bu kadar büyük bir çoğunluğu elde etmesi idi, AKP iktidara
geldi. O andan itibaren Özkök, bana göre, orduyu Türkiye’nin yeni şartlarına
uygun şekilde bugüne kadar yer ettiği siyaset alanından geriye çekerek gücünü
konsolide etmeye çalıştı. Fazla öne çıkmayacak, fazla lafa karışmayacak fakat
bu şekilde de ordu bir blok olarak bir kurum olarak prestijini muhafaza
edecekti. Yani biraz da Türkiye’nin nereye doğru gittiğini gördüğünden. Eruygur
ve onunla dönem dönem işbirliği yapmış olanlarsa Türkiye’nin nereye gittiğini
idrak etmediklerinden gerilla taktikleriyle ya da pis işlerle AKP’ye vurup onu
yıkmaya çalıştılar.
Sonuç ne oldu? Silahlı kuvvetler büyük
prestij kaybetti. Ne zaman AKP’ye vursa çok ağır bir darbe yedi. Nerdeyse 2007
seçimi, AKP 1 – ordu 0 gibi bir algılamanın topluma yerleşmesine yol açtı.
Bugün de Başbuğ, 3 – 4 yıl içinde kaybedilen prestiji toparlayıp ileri doğru
gitmek istiyor ve burada tabi ki ordunun belirli konulardaki söz söyleme
hakkını da ellerinde tuttukları mesajını da verdiği cevaplarda ortaya koydu. Şimdi
böyle baktığımız zaman da Ergenekon konusunda tartışma giderek darbecilik
üzerinde yoğunlaşıyor ve orada ordunun destek verdiğine şüphe yok. Ben Ergenekon’un
en azından bu boyutunun ordu içinde darbeci, gerekirse Batı ittifakından çıkma
yanlısı olan ve stratejik olarak Avrasya perspektifini
benimsemiş olanların tasfiyesi süreci olarak da görüyorum. Yani Tuncer
Kılınç’ın ilk kez 2002 Mart’ında dile getirdiği AB’den vazgeçelim, Rusya’yla,
İran’la birlikte olalım söylemine karşı Türkiye’nin atlantik ittifakı içinde
kalması gerektiğini düşünenler ki Özkök bunu 2005 yılında söylemişti. Ve bugün
baktığımız noktada da ben Türkiye’nin stratejik tercihinin Batı’dan yana
yapılmış olduğu konusunda herhangi bir tereddüt duymuyorum. Ama işi
darbecilerin engellenmesi noktasına yoğunlaştırdığınız zaman da Ergenekon’la
bağlantılı olan bir sürü başka pis iş ne olacak sorusu ortaya çıkıyor. Zaten
oraya geldiğiniz zaman da normalde bu sürece destek vermesi gereken kamuoyunda
birtakım kaygıların varolduğunu, bunu hukuki süreçten ya da geçmişin
temizlenmesinden çok hesaplaşma olarak gördüklerine tanık oluyoruz. Şimdi bunun
böyle olmaması, insanların bu konuda kuşku duymalarından dolayı onlara aptal
muamelesi yapmayı bence meşru kılmıyor.
Yani, şimdi, Türkiye’de Ergenekoncular çok
diktatör eğilimli, Türkiye’de başka
hiçbir grup diktatör eğilimli değil diyebilir miyiz? “ Bu temizlik harekatı
sonunda Türkiye’deki dehşet dengesini sağlayan unsurlardan biri çıktığında üste
kalan çok mu hukuka saygılı olacak, çok mu demokratik olacak çok mu kurumsal
liberalizme de önem verecek?” diye bir soru sorulduğunda insanların buna
Türkiye konjonktüründe, Türkiye’nin
siyasi felsefesi ışığında, “Evet mutlaka öyle olacaktır.” diye cevap vermesi
sözkonusu değil. Yani, Ergenekon süreci bence Türkiye’de şeffaflaşmanin,
demokratikleşmenin, hukuk devletine doğru gitmenin bir gerekli koşuludur.
Yeterli olduğunu sanmıyorum ve yargılama sürecinde ortaya çıkan bir takım
usulsüzlükler, kamuoyunu rahatsız eden bir takım aşırılıklar, insanların özel
hayatına bu denli tecavüz ediliyor olması ve buna kimsenin sesini çıkarmaması
bence insanlarda bir rahatsızlık yaratıyor. Hükümet de bu rahatsızlığı yok
edecek hiçbir adım atmıyor. Ulaştırma Bakanına telefonlar dinleniyor
diyorsunuz, yanlış bir şey söylemezsen korkacağın bir şey yok, diyor. Şimdi
böyle bir rezillik olmaz ki...
Anladım.
Yani, AKP’nin kendi derin devletini yaratmayacağından kimse emin değil.
E yani bu kadar derin devlet meraklısı bir
kültürde AKP’nin bu güne kadar var olmuş kültürden daha farklı olduğuna
insanların iman etmesini nasıl bekleyebilirsiniz? Bu böyle olmayabilir, yanlış
anlamayın ama hukukta tabii ki asıl özdür önemli olan ama süreç özü
etkileyecek, öz kadar önemli sayılabilecek bir değerdir. Dolayısıyla burada
yapılan usulsüzlükleri hiçe saymak bana doğru gelmiyor. Burdan da şunu
demiyorum, bu nedenle Ergenekon’u toptan çöpe atmak gerekir anlamında da bir
şey söylemiyorum ama duyulan kaygıların haksız olduğu veyahut sadece
manipülasyon sonucunda dile getirildiğine ben şahsen katılmıyorum.
Şimdi, en azından dedikodu düzeyinde
emniyetin içinde belli grupların çok iyi örgütlenmiş olduklarını çok güç
kazanmış olduklarını söylüyor herkes. Bunla ilgili bir takıp ipuçları da var.
Şimdi siz insanlardan, aynı güce sahip olan diğer bütün odaklar bunu kötüye
kullanacaklar diye inanıp, bu grubun gücünü kötüye kullanmayacağına inanmasını
bekliyorsunuz. Böyle bir saçmalık olmaz. Türkiye’de yaşıyoruz sonuç olarak,
siyasi mücadelenin çok sert yaşandığı bir yer burası. Ve bireyin devlete karşı
korunması anlamında bir siyaset felsefesinin de katiyetle kök salmış olmadığı
bir yer. Dolayısıyla ben insanların kaygılarını abartılı bile olsa gayrimeşru
bulmuyorum. Bunları küçümsemenin de biraz kibirli bir tavır olduğu kanaatini
taşıyorum. Ergenekon’a sonuna kadar destek verilmeli ama Ergenekon’un doğru
rayda yürüyor olmasına da önem verilmesini bunun kadar gerekli görüyorum kendi
hesabıma.
Ergenekon
davasından beklentilerden yola çıkarak, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta 1977’de 36
kişinin ölümüne yol açan olayların aydınlanmasını beklemek, çok büyük bir
iyimserlik midir?
İşte benim başta söylediğime geliyor bu.
Başbuğ tutup geçmişte neler yapmış olduklarıyla ilgili bir hesap vermiyor. Yani
12 Eylül’e giden günlerde devletin içinde 12 Eylül’ün şartlarının oluşması için
kimin görevini ihmal ettiği hatta kimin bilerek provokasyonda bulunduğu 1 Mayıs
gibi bir katliamın nasıl gerçekleştiği vesaire gibi soruların sorulmamasını
istiyorlar. Şimdi burda kıyamet neden
kopuyor, irtica geri mi geliyor diye kopuyor. Türk – İslam sentezini ben mi
yarattım? 12 Eylül döneminin ürünü değil mi bu? Anayasa maddesi olarak din
dersinin zorunluluğunu ben mi koydum, ordu koydu. Önce bunların hesabını
versinler. Milletin yaşını küçülterek astılar, elli küsür çocuğu astılar. Bunu
hesabını versinler... Diyerbakır cezaevini işkencehane haline getirdiler ondan
sonra da başımıza PKK belası çıktı. Onun hesabını versinler. Yani, dediğim gibi
bu öyle bir şey ki bu çıkıp biz bundan böyle darbeciliğe destek vermiyoruz
deyince arkada kalmış olan bütün günahlar, onlara ait bütün sorumlulukları
sormayacağız artık.
Hükümette de tabii bunu soracak cesaret yok.
Yani, baksanıza 1982 yılında askeri
cuntanın hazırlamış olduğu bir anayasayla yaşıyoruz. Şu kadar yama almış
olabilir. Doksan küsür maddesi galiba değiştirildi ama ruhu ortalıkta duruyor.
Ve hala başbakan tutup bu anayasayı toptan değiştirme gereğinden bahsedemiyor.
Bahsettiği zaman da öylesine kredibilite kaybetti ki bu sefer bunun
değişmesinden yana olması gereken, 12 Eylül’de bizzat zulüm görmüş insanlar
aman bunlar yapmasın diyorlar. Şimdi, bu kadar ortak paydaları konusunda
anlaşamayan bir toplumdan nasıl bir demokrasi beklemek gerektiği çok ağır bir
problem olarak önümüzde duruyor.
Bu
söylediklerinizden ben şunu da sorma gereği duydum. Ergenekon davası köklerine
kadar inmezse, hiçbir önemi kalmayacak mı?
Hiçbir önemi kalmadığını söyleyemem. Bence
darbe dönemini bitiriyor. Devlet içindeki pis örgütlenmelerin mutlaka denetim
altında tutulması gerektiği bence herkesin kafasına dank etti. Ben Ergenekon’un
ilerki safhalarında devletin güvenlik güçleri içinde fazlasıyla iktidar ve etki
sahibi olanların da tasviyesine yönelik bir hamle olacağını bekliyorum. Eninde
sonunda bir denge kurulacak. Yalnız bu dengeden bir hukuk devleti çıkar mı,
ondan emin değilim. Yani eğer biz hukuk devleti kurallarına katiyetle riayet
edecek bir siyasi yapı çıkaramazsak o zaman bu kayıkçı kavgası devam edecek
demektir. Ve dikkat edin, bu tartışmaların hiçbir yerinde neredeyse hukuk
devleti normları yok. Bunların vitrine
konmasından bahsetmiyorum. Herkes demokrasi diyor, demokrasiden ne anladığı
belli değil. Yani, çoğunluğun dediği olacak. Hayır efendim çoğunluğun dediği
olması değildir demokrasi. Azınlığın hakkının korunmasıdır. Bahseden var mı?
Dolayısıyla hukuk devleti normları meselesi üzerine biraz daha kafa yormadığımız
takdirde bu bir kayıkçı kavgası olarak devam edecek. O zaman işte bir derin devlet gidecek yerine öteki
derin devlet gelecek ya da diğeri gelecek felan gibi bir durum çıkıyor ortaya.
Yalnız şuna da dikkat çekmek isterim, ben bugün AKP ile ordunun arasında
devletin temel meselelerine bakış konusunda çok da büyük bir fark olmadığını
düşünüyorum.
Demokrasinin
tanımı tartışmasından Kürt meselesine geçebiliriz diye düşünüyorum. Siz de Kürt
sorunun yeni kabinenin önünde duran en önemli sorun olduğunu yazdınız.
Bence Türkiye o meseleyi çözmeden feraha
kovuşamayacaktır.
Hasan
Cemal’in Kuzey Irak Notları olarak aktardığı konuşmalar tartışılıyor. Yaşar
Kaya, Osman Öcalan ile konuştu. Yaşar Kaya PKK’nın silahları koşulsuz olarak
bırakması gerektiğini söylerken, Osman Öcalan bunun mümkün olamayacağını ve
devletin ayırım yapmadan genel af çıkartması gerektiğini söyledi. Murat
Karayılan’ın da söylediklerini de göz önüne alarak, siz bu sorunun çözümü
konusunda hangi açılıma daha yakınsınız?
Ben silahların bırakılmasından yanayım. Silahların
bırakılmasını sağlamak için mutlaka arka planda bir takım müzakerelerin
yapılması gerekir. Yani, çocuk olmaya da gerek yok. Nitekim Murat Karayılan da
bırakayım da nereye bırakayım gibi bir şey söyledi önce sadece bir ateşkes
olsun anlamında. Buradaki devlet teröristi muhattab alamaz meselesine gelip
dayanıyorsunuz. Orada Karayılan bence bir kapı açtı. Öcalan’la konuş, mümkün
değil; bizle konuş, mümkün değil; DTP ile konuş, bana sorarsanız DTP ile
konuşmak gerekir ama deyin ki o da olmuyor; akil adamlar grubu kurun, dedi.
Şimdi bu tabii bana göre olabilecek en mutedil önerilerden birisi. Bu devlet
buna cevap verir mi onu bilmiyorum. Yani ben başbakana baktığımda Kürt meselesi
üzerine bir siyasi mesele olarak gideceği izlenimini edinmiyorum açıkcası.
Geçtiğimiz
Cuma günü, Radikal Gazetesi’nde Cengiz Çandar Hasan Cemal’in topu Ankara’ya attığını
yazdı. Ama topun kimin tutacağı tam bi muamma o halde...
Kürt meselesinde olup biteni, nispeten samimi yahut değil Karayılan’ın
açılımını etrafta olan biten gelişmelerden bağımsız olarak düşünmenin mümkün
olmadığına inanıyorum. 2007 yılından itibaren Amerika Birleşik Devletleri PKK
konusundaki, Kürdistan Bölgesel Yönetimi konusundaki, dolayısıyla Türkiye’yle
bu konular üzerindeki ilişkisi hakkındaki tutumunu değiştiriyor. Bunun miladı Aktütün
saldırısının ardından başbakanın Amerika’ya gitmesi ve Bush’la buluşması, 5
Kasım 2007. Ne çıkıyor ordan? Çıkıyorlar toplantıdan, Bush diyor ki “PKK
Türkiye’nin düşmanıdır, Irak’ın düşmanıdır, ABD’nin düşmanıdır.” Yani bugüne
kadar “yerim dar, yenim dar” diye diye Türkiye’nin PKK’yla mücadelesine destek
vermeyen Türkleri PKK ile mücadelede yardım etmeyen Amerika, evet bu meşru bir
mücadeledir demiş oluyor. Ve bu bence çok daha geniş bir çerçeve içinde
anlaşılacak bir şey. Nedir bunun ögeleri, Kerkük Kürdistan Bölgesel yönetimi
sınırlarına dahil olmayacak, bu bir. İki, Irak Kürtleri PKK ile mücadelede
Türkiye’ye destek verecek ya da PKK’yı kollamaktan vazgeçecekler. ABD Türkiye’ye bu konuda yardımcı olacak, nitekim
işte 15 Aralık’tan itibaren anlık istihbarat ve hava koridonunun açılmasıyla
bir sürü bombalama yapıldı. Kaldı ki Türkiye’nin orada birlikleri felan da var.
Buna karşılık Türkiye Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile doğru dürüst ilişki
kuracaktı. Yani bir noktada da “Irak’ın
kuzeyindeki yerel yönetim” demekten vazgeçmesi gerekecekti. Beşinci ayak,
Türkiye’nin içindeki Kürt meselesinin bir şekilde yola koyulmasıydı. Yani bütün
bu olanlar PKK’nın artık raf ömrünü doldurmuş bir örgüt olduğunu da çıkarıyor
ortaya. Irak Kürtleri açısından Amerika Irak’tan çekildiği dakika önlerinde
kendilerinden nefret eden Şii’si olsun Sunni’si olsun Arap’lar var. İran’a katiyetle
güvenemezler. Yaslanabilecekleri sadece Türkiye var. Belli ki Amerikalılar bu
sefer Kürtleri satmayacaklar. Ve onların da hakikaten ayakta durabilmeleri için
Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu felan da düşünüyorlar.
Şimdi, siz Türkiye’nin sınırötesi Kürtler
politikasını bu kadar radikal bir şekilde değiştirirken, seksen yıllık
Cumhuriyet politikası değişiyor bu arada Kürtlerle konuşuyorsunuz bunların
meşruiyetini tanıyorsunuz adını koymasanız bile, içerde eski politikaya devam
edemezsiniz. Kürt yönetimi sıkışmış, Türkiye’ye ihtiyacı var, PKK bir çıbanbaşı.
Amerika’lılar açısından Kürt yönetimi ile Türkiye’nin iyi ilişkiler içinde
olması önemli, PKK bir çıbanbaşı, Türkiye açısından bu ilişkilerin iyiye
gitmesi için mutlaka PKK’nın devredışı bırakılması gerekiyor. PKK’nın artık
gidecek bir yeri yok. Karayılan da doğru veya yalan şu eylemi ben söylemedim
onlar yaptılar diyor. Yalan söylüyorsa kötü de, doğru söylüyorsa daha kötü
çünkü o zaman merkezden kontrol edilemeyen bir sürü delinin bu ülkede inanılmaz
karmaşaya yol açabilme imkanına sahip oldukları bir durumdan bahsediyoruz.
Dolayısıyla merkezin güçlü olması bu bakımdan işinize geliyor. Biliyorsunuz ki
o zaman merkezle bir anlaşmaya varırsanız buradakiler kendi istedikleri gibi
hareket edemeyecekler. Şimdi böyle bir durumda Türkiye’nin de siyasi adımlar
atması lazım. Seçimlerde AKP siyasi adım atmayı reddetti. Kültürdür, bilmem
nedir ekonomiye felan indirgemeye kalktı. Bu böyle yürümeyecek.
Bence
Hasan Cemal’le yapılan mülakatta karşı taraf elindekileri kamuoyuyla paylaştı.
Buna bir cevap verilmesi lazım. Buna başbakan basın toplantısı yaparak cevap
vermez. Bunun cevabı bizim gözlerimizin önünde yapılmaz arka planda olur ama
bir şekilde yapılması gerekir. Tekrar ediyorum bana göre de bu iş halledilmeden
Türkiye kolay kolay selamete çıkamayacak, ülkedeki gerilimler artacak, bir de
hepsinden kötüsü Türkiye bugünün şartlarında çevresine felan baktığınızda
kendine iyi bir gelecek kurma imkanına sahip az sayıda ülkeden birisi. O
fırsatı kaçırmış olacak.
Siz
Türkiye’nin kısa dönemde Batı Dünyası ile olan diyaloğunun daha çok ABD
ağırlıklı olacağını söylüyorsunuz. AB ilişkileri soğumuş durumda
Komada
Bu
durumun kısa ve uzun vadedeki sonuçları neler olacaktır?
Soğuk Savaş döneminde de Türkiye’nin Batı ile
ilişkileri ekonomik olarak Avrupa, siyasi ve stratejik olarak Amerika’yla idi.
Ve Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin demokrasi mi olduğu askeri yönetimle mi
yönetildiği kimsenin umrunda değildi. Sözde demokratik ülkeler ittifakı olan
NATO’nun içinde kırk yıllık Salazar diktatörlüğünün Portakiz’iyle on yılda bir
darbe yapılan Türkiye de vardı. Amerika Türkiye’ye stratejik olarak ihtiyacı
olduğundan Türkiye’nin içindeki düzenlemelere önem vermez korkusu hakimdi.
Bence başkan Obama Türkiye’ye geldiği zaman verdiği bütün mesajlarda,
Türkiye’nin Batılı bir ülke olarak Batı ittifakı içinde yer almasını istediğini
belirtti. Bana göre olumlu bir mesajdı. Türkiye’de demokratikleşmenin dış
çerçevesini eğer AB oluşturuyor ise ABD’nin de buna tam anlamıyla doğrudan
katılmış olduğunu görmüş olduk. AB üyeliği konusundaki ısrarı da zaten
Türkiye’nin bu geçişi tamamlayabilmesi ve Batı normlarına sahip bir demokrasi
olması talebinin somutlaşmış haliydi. Şimdi benim gözlemim Türkiye madem ki
stratejik olarak Batı’yla olma kararı verdi bu da zaten Amerika’yla da daha
yakın ilişkileri gerektiriyor. AB ayağı işin kısa kalıyor çünkü AB şu anda
hiçbir konuda adım atamaz halde. Yani sadece Türkiye’yle olan genişleme süreci
durmuyor. Hırvatistan’la olan bile sıkıntıya giriyor. O bakımdan bir buçuk
ayaklı gidecek. Amerika Birleşik Devletleri’nin de AB normlarını destekler bir
tavır içinde olması bence önemli. Ama hiç kimse bizim adımıza bizi demokrasi
yapamaz. Bunu bizim istememiz gerekiyor. Şu anda tek söyleyebileceğimiz
Türkiye’de bugün varılmış olan yeterli bulmasak bile demokratikleşmenin geriye
götürülmesine Türkiye’nin ittifak ilişkileri engel olur ama ileriye götürülüp
götürülmeyeceği işi bizim işimizdir onu da biz Kürt meselesini çözmeden
yapamayız.
Türkiye’nin
tam üyeliğine karşı özellikle Fransa ve Almanya’nın olumsuz yaklaşımı, devlet
içinde de AB’den uzaklaşıp daha çok ABD’ye yakınlaşma taraftarlığını etkiliyor
olabilir mi?
Olabilir. Olabilir ama Amerika eski Amerika
değil. Evvelce bırak demokrasiyi biz
senle kardeş kardeş idare edebiliriz diyebiliyordunuz. Adam dedi ki hayır ben
sizin öyle bir ülke olmanızı istemiyorum. Bu sözünü tutar yahut tutmaz... Bir
sıkıntı çıktı, Türkiye’nin Amerika’yla ne bileyim Irak yahut Afganistan ya da
İran konusunda işbirliği yapmasıyla Türkiye’de demokratik reformların sürmesi
arasında birini tercih edeceğiniz bir durum çıktı. Amerikan başkanısınız, ikinciyi
tercih etmeniz kolay değil. Ama diyorum, bir ülke kendisi demokratikleşmeyi
istemiyorsa başkaları bunu ona yaptıramaz. Türkiye’de demokratikleşmemeyi
teşvik edecek olan artık bir dış çerçeve yok. Sen buna rağmen kardeşim ben
Kürtleri ne azınlık olarak tanırım ne onlara bir takım haklarını veririm ne bu
işi adam gibi halletmeye çalışırım, ben bildiğimi okurum. Bu benim işime böyle
geliyor diye ısrar ederseniz başkası sizin adınıza bunları yapamaz. Ama siz de
istikrarsız olursunuz. Benim gördüğüm bu.
Son olarak, AB’de de Sarkozy’le Merkel
gidicidir. Almanya ve Fransa kalıcıdır. Fransa’nın AB içinde ne ölçüde ağırlıklı
olmaya devam edeceği bugün bence soru işaretidir. Zamana yayılır bu iş, siz
yeter ki aynı zamanda demokratikleşme iradesini yansıtmakta olan AB üyeliği
hedefinden vazgeçmeyin. AB bize bir cennet vaat etmiyor. Bugünkü haliyle
bakılacak bir tarafı da belki yok ama ilelebet de böyle kalmayacak. AB bizim
açımızdan bir dış politika meselesi değildir; bir iç politika meselesidir. Ordudan
çok şikayetçiyiz, haklı olarak çok şikayetçiyiz ona buna burnunu sokuyor diye
ama siz de bana gerçekten Türkiye’de liberal demokratik bir yapı kurarak hukuk
devletinin üstünlüğünü tesis etmeye çalışacak bir tane de siyasetçi gösterin. “Türkiye’de
siyasetin bu kadar otoriter olması sadece askerin kurumsal ağırlığının yüksek
oluşundan mıdır; yoksa siyasetçilerin de aslında bu ölçüde liberal demokrat bir
yapılanmaya inanmamalarından mıdır?” sorusu bence meşru bir sorudur. Askere
alanı açan da siviller oluyor sonuç olarak.
Sizin
sorduğunuz soruya bugün Türkiye’de yanıt verebilecek olan herhangi bir siyasi
dinamik görüyor musunuz?
Hayır. Görmüyorum.
Karamsar
bir tablo değil mi bu o zaman?
İyimser değil. Yani şöyle diyelim çok tozpembe
değil ama bir de şu var; alttan gelen bir dalga var, bu henüz bilince yansımasa
bile Türkiyeyi oralara doğru itiyor. Şöyle demeliyim, bu ülkede insanlar zengin
olmak istiyorlar ve iyi – kötü bir orta sınıf var. Bu orta sınıfın para kazanma
arzusuyla ideolojisi giderek daha fazla çatışmaya başlıyor. Birincisi ağır
basacaktır. O ağır bastığı zaman da ideolojik olarak daha rasyonel hareket
edecektir. Ümit ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder