30 Ağustos 2012 Perşembe

Ömer Laçiner, "Sosyalizm siyasi olmak zorunda değildir."


Bahar Topçu: Son yazınızdan sonra, soldaki ayrılığı bir kez daha netleştirirken sosyalizmin yeni baştan tanımı nasıl mümkün olacak?


Ömer Laçiner: Birikimin ilk çıktığı zamanlardan beri bir şekilde insanlardan umut kesmiyorsunuz. Hatalar, yanlışlar görüyorsunuz, bir yığın eleştirdiğiniz şeyleri görüyorsunuz. Halen değişim olmayabiliyor. Bu insanlar genç insanlar çoğu zaman, bu işin bu kadar kalıcı olabileceğini sanmıyorsunuz. Buna inanmak istiyorsunuz.
90lı yıllar büyük hayhuy ile geçti. Fırsat buldukça biz bu talebimizi yeniledik. Gelin bunu beraber yapalım, diye. Fakat dedik ki herhalde insanlar buna pek kulak asmıyorlar. Sonra 1996 yılında ÖDP’nin kurulması için bir takım teşebbüsler oldu. Ben onun ilk toplantılarına katıldım ve bugün de söylediğim şeyleri söyledim. Fakat o toplantılara katılanlar solun çok değişik kesimlerinden geliyorlardı ve anlaşıldı ki bunlar böyle zor işlerin altına girecek adamlar değiller. Böyle bir inançları yok. Yani, bugün ben bunu bu kadar açık söylemem ama bunların sosyalizme inançları yok aslında. Sosyalizmin temelindeki değerlere inanmıyorlar. Bunu biliyorum ben. Dünyanın pratiğinden gördüm. Şunun için söylüyorum. Sosyalizm dediğimiz şey, aslında bütün bilimler gibi, bilimlerin de bir varsayımı vardır tam bir ispatı mümkün değildir, onu öyle varsaymak zorundasındır. Tıpkı geometride iki doğru sonsuza kadar kesişmez ve bu yüzden paralelin kesişmeyeceğini söylersin. Öyle kabul etmek zorundasın. Sosyalizmin de temelinde şöyle bir inanç vardır. İnsanlar kapasite olarak eşittirler, eş değerdirler ve buna inanmak zorundasınız. Bu inanç olmadan sosyalizm bir politikaya döner. Dünya ve insan görüşüdür sosyalizm. Temelinde bu olmak zorundadır. İçinde yaşadığımız dünyanın insan ilişkilerinin bütün olumsuz görünümlerine rağmen buna inanmaya devam ediyorsunuz. Dine inanmak gibi, tanrıyı görmezsiniz ama var olduğuna inanırsınız.
Ben tabii zaman içinde bunlar üzerine düşünürken kaynağının bu olması gerektiğinin, eşitlik dediğimiz şeyin hakketten imal edilmiş olması gerektiğini söylemek gerek. Fakat bu çıkacak sayıda da yazdım, eşitlik dediğimiz şey herkes eşittir lafı herkesi birbirine benzetmek gibi bir şey değildir. Eşitliği savunmamın, bir ideal olarak benimsememin sebebi şunu görmüş olmam; ben insanların, insanın kendini insan yapan şeyle – yapma, bilme, icra etme, düşünme, merak etme, bir estetik üretme, bir ahlak üretme yetileri -  bütün bunların karması olan salt insana özgü vasıfları bir bilinçle kullanabilmemin türevi olarak zaten eşitliğin ortaya çıktığını düşünüyorum. Çünkü bu yetileri gerçekten hakkıyla kullanabilen insan çok temelde, adeta uzaktan gelen bir fikir gibi şunu hisseder, ben insanım ve aslında okuma yazma bile bilmeyen bir insan bir kapasitedir. Buna inanacaksınız ve davranışlarınız da ona göre olacak. Örneğin şu veya bu nedenle, bilmediği için ya da koşullar nedeniyle o kapasiteyi kullanamıyor olabilir ve ya gizli olan bir yetenek belki de bugün uygulanabilir bir biçim olmadığı için öyle kör kaldı. Kullanılmadı. Siz mesela bir matematik yeteneğinizin olduğunu hiç bilmeyebilirdiniz. Resim diye bir şey ortaya çıkmadan evvel bunun bir yetenek olduğu da bilinmezdi. Dolayısıyla biz bugün değilse bile gelecekte insanlarda bulunan, bugün henüz biçimlenmemiş bir takım yeteneklerin de ortaya çıkabileceğine, o yetenekler sayesinde yaratıcı şeylerin ortaya çıkabileceğine inanırız, bekleriz. En azından tarihimize bakarsak insan tarihine bakarsak bunları görürüz. Belirli durumlarda, bir takım insanlarda hiç ummadığınız vasıfların olduğu ortaya çıkabilir. Bir de bu bakımdan da her insan potansiyel kapasiteye sahiptir ve insanlığın elindeki imkânları kullanabilmesinin birinci amacının da bütün insanlardaki, insana özgü olan, onu insan yapan ve dolayısıyla kullanıldıkça onu insanlaştırabilen bu yetenekleri ortaya çıkarabilmesi. Bu nedenle eşitliği demin de söylediğim gibi bir, insani yeteneklerin türevinde olan bir şey olarak; ikincisi de belirli bir gelişme aşamasından sonra bu yeteneklerin geliştirilmesinin ancak o insanların bütün bunları birlikte yapabilmesiyle, birliktelikleriyle, bütün insanların katkısıyla eser verebileceğini düşündüğümüz bir inançla bunu savunuyoruz. Eşitlik kavramını böyle yaparız ve sosyalizmin eşitliğin bu çeviriminin gerçekleştirilmesinin yolu, asli görevinin bu olduğunu söyleriz. Dolayısıyla insanları eşitleyeceğim diye uzunların kafasını koparmak, şişmanların orasını burasını kesmek gibi bir şey değildir eşitlik.
İnsanları sadece ve sadece dünyevi ihtiyaçları üzerinden eşitlemek de değildir. Defalarca anlattığımız gibi zaten, modern çağa girildiğinde insani yeteneklerin bu kadar birden bire çok görkemli bir öne çıkışı, bilimlerin sanatların ortaya çıkışıyla ortaya çıkan büyük dinamizmin 19. 20. yüzyılları yaratan bu büyük hareket, büyük gelişim hızlanarak devam ediyor. Son 20 yıla bakarsanız, 20 yıl önce kullandığımız bir şey sizin gözünüzde antika gibi görünüyor. Bizler o zamanları da yaşadık. Bizim zamanımız kanılar zamanıydı. Ben, telefonu henüz görmemiştim. Masadaki o kapkara telefonları görmediğim olmuştu. Şimdiki nesil bilgisayarla doğuyor. Ve 8 yaşında bilgisayarı kullanan çocuk 11 yaşına gelene kadar biliyoruz ki o bilgisayarı 3 – 4 kere değiştirecektir. Eskiden bunlardan bir tanesini 20 sene kullanırdın.

Bahar Topçu: Bu değişim içinde doğmuş olmak, onu anlamak için yeterli mi?

Şimdi tabii ki gene son yazıda da belirttim. Bizim, kendilerine ulaşmaya çalıştığımız nesiller, kuşaklar bir değişimin içinde doğdular. Biz daha yavaş bir sürecin içinden geliyorduk. Bizim için sabitler vardı. Şunu anlatmaya çalışıyorum. Biz daha yavaş bir değişim süreçten geliyoruz. Dolayısıyla, biz bir takım sabitlerle kararlar verebilir, istikbalimizi düşünebilirdik. Kendimize bir gelecek tasarruf edebilirdik. Ben bir meslek düşünebilirdim ve düşündüğüm bu mesleğin beni kırk yıl idare edebileceğini düşünürdüm. Sen bunu düşünemezsin. Sen şu endişeyle yaşıyorsun, dört sene sonra benim yaptığım şey kalmayabilir. Ben o bakımdan donanımımla adapte olabileceğim başka mesleklerin de olabileceğine zihnimde bir tutmalıyım. Hayat böyle artık.
Her şeyin süratle değiştiği bir zamana doğdun ve bu senin doğal ortamın. Onun için bizim gibi, bu nerden çıktı demiyorsun. Normal bu senin için. Bununla yaşamak, hayatını bununla devam ettirmek, normal saymak, her şey değişiyor ne yapmalıyım duygusuna kapılmamak ve sen durumlar ne olursa insanların sormaktan edemeyeceği soruların cevaplarını arayacaksın. Bu soruları soracaksın. Hem kendin için soracaksın hem kendini ait saydığın birincil topluluklar için yine ilgilendiğin kadar insanlık için soracaksın ve böyle bir ortamda bu soruların cevabını arayacaksın. Ortamın böyle olduğunu ve bu hızın daha da artacağını kestirerek. İlk defa böyle bir hareketliliğin içine giren adamsa ayakta duramaz. O, bir halin içinde durmaya alışmıştır. Sizin kuşaklarınız ve sizden sonrakiler de durmaya alıştılar artık, bizim gibi değiller. Değişmeyen tek şey, benim vaktiyle kendi şahsi var oluşum hakkında sorduğum sorulardır. Cevaplar farklı olacak, benzer dahi olsa o cevapları uygulamaya konulmasında kullanılan araçlar değişecek. Bizim şimdi yaptığımız, sosyalizm yeniden tanımlanması gibi bütün bu konularda bir takım genel çerçeve söylüyoruz. Biçim söylemiyoruz, titizlikle kaçınıyoruz.

-      Neden?

Bu biçimi bulabilecek olanlar insanların kendileri, böylesi çok daha iyi. İnsanlar, bizler bir şekilde bunun cevaplarını verdik ve bir şekilde gidiyoruz ama.

-      Birikim dergisindeki son yazınızda artık Ortodoks Marksistlerin verdikleri cevaplarla Sosyalizm yeniden tanımlanmayacağını mı söylüyorsunuz?

Bunlar Marksın ne dediğini anlamıyor. Şimdi bu son yazıda onu söyledim. Şöyle bir şey yazdım, onun için söylüyorum. Arka planında yazdığım, Marks’ın kapitalizm analizinde sade bir paylaşım analizi tasarlamadığını gösteriyor. Sorunun çözümünün Özel mülkiyet ya da devlet tercihinde olmadığını biliyor, son derece farkında bunun. Daha derininde bir döndüğünü biliyor.

-      Devrimlerin Marks’ın da öngördüğü, gerçekleşmesi için kapitalizm yaşanması gerekir dediği yerlerde gerçeklememesi…

Marks’ın onu söylemesinin anlamı başkadır. Zannediyorlar ki adam kâhinliğe soyunuyor. Adam buna soyunmuyor. Adamın konusu başka, hayatının sonlarında Rusya’daki köylü komünleri inceliyor. Hindistan’ı inceliyor. Niye değişmiyor bunlar diye, kast niye burada olmuş? Çünkü sınıf değil kast başka bir şey. Marks’ın problemini anlamıyorlar. Kendi dünyalarına indiriyorlar, orada da komik bir problem çıkıyor. Marks daha farklı bir sosyalizm düşünüyor. Anlayabildiklerini anlıyorlar.
Rahle - i tedrisin geçti derler Osmanlıda. Marks’ın da rahle i tecritsen geçmiş arkadaşları Almanya’da diğer sosyalist gruplarla oturup tartışıyorlar, 1870’lerde Alman Birleşik Sosyalist Partisini kuruyorlar. Ve en sonunda iftiharda GOTA programı derler buna. GOTA programını yazıyorlar ve Marks’a gönderiyorlar. Marks bu programı alıyor, okuyor ve bütün satırlarının yanlış olduğunu söylüyor. Bizim solcular bunu anlamazlar bile. Bu eleştirinin sonunda, “Söyledim ve ruhumu kurtardım” der. Bu ne rezilliktir demeye getirir. Fakat GOTA programını okursanız, bu programda tanımlanan sosyalizmin buradakilerin sosyalizm dediği şey olduğunu görürsünüz. Marks başka bir sürü şey anlatır fakat o insanların anlayabildikleri ve işte bugün de belasını çektiğimiz bir sosyalizmdir bu.



-      Neden böyle algılanıyor peki?

Çünkü bu geleneksel sosyalizm anlayışı böyle bir devrimci düşünce felan değildir. Devrim yapmak, devirmeyi düşünmek gibi bir şey. Ama devrim o değildir. Devrim, Newton fiziğine inanan biri için Einstein fiziğidir. Zamanın yavaşlaması gibi bir şey Newton’cu için saçma sapan gelir, anlamaz. Onun problemini anlamazsanız. Sizin de orada görebileceğiniz şey saçmalıktan başka bir şey olmaz. Edebiyattan bahsediyor işte, diye düşünürsünüz.

-      O zaman sosyalizmin yeniden tanımlanmasından bahsederken, sosyalizmi GOTA programındaki gibi anladık şimdiye kadar; ama bir dakika burada farklı bir problem var aslında diyebilmekten bahsediyorsunuz.

Bunu derken, evet insanlara durup düşünmelerini gerektirebilecek olan şeylerden bahsediyorum. Bu yaptığımız şeyin bir yanı. İkinci yanı şu vakti zamanında mesela hareketler, deneyimler sadece bizim gördüğümüz şeyler değil, başkalarının da deneyimleri var demeye çalışıyoruz. 80’lerden itibaren dünyada da görülen ve bizim için bilimsel teknolojik devrim anlamına gelen gelişmelerin bir takım unsurlarından söz ediyoruz. Bir bilgisayar, genetik bilim ne demektir? Bütün bunlar bizim dünya ve insan tasarrufumuzu kökünden değiştirebilecek olan şeyler. İnsanlık, insan ilişkileri konusunda neler yapabileceğimizin sınırları konusunda çok ileri bir atılım, genişleme sağlayan şeyler bunlar. Yine aynı şekilde bizim kendi dünyamızda yapabileceğimiz değişikliklerin ne kadar sınırsız olduğunu da gösteriyor. Bütün bunlara bakınca insanlık kendi geleceği konusunda çok daha radikal şeyler düşünebilir. İnsanların yapma, yaratma ve bilme yetilerini kullanma konusunda eş değer hale gelebilmeleri için psikanalizden genetiğe kadar bizim değiştirilemez zannettiğimiz önünde durakladığımız pek çok engeli aşmamızı sağlar. Bütün bunların aşılabilmesini mümkün kılacak ve aşılabileceğini ön gören bir yeni tasarım yapmak zorundayız, diyoruz. Dolayısıyla sosyalizm mücadelesinde mesela bizim solcularımız kapitalizm bir krize girer, o krizin bir noktasında da biz bunları oyarız, diye söylerler. Bir fırsat çıkacak karşılarına, pat diye iktidar olacaklar ve sosyalizmi kuracaklar. Bu oluncaya kadar da iktidarı devirme gücünü ellerinde tutabilmek için kitlesel güce ihtiyaçları vardır. Onun için de işçilerin iktisadi kaygı ve talepleriyle uğraşırlar; çünkü işçileri neferleştireceklerdir. Onlar –yani işçiler- komünizm kuracak değillerdir; bunlar beyinsiz oldukları için beyin olan partilerimiz onlara kuracaklardır. Bundan dolayı kriz anını beklerken siz burada işçileri etrafınıza toplayabilmek için bir takım sorunlar bulmalısınız, o sorunlar için çalışarak onların desteğini kazanmalısınızdır. Ben diyorum ki eğer biz durup da toplumda işçiler, geniş yığınlar için bir şeyler yapacaksak onlar iktisadi mücadelelerini veriyorlar; bunun için bizim bilgimize ihtiyaçları yok çok fazla. Sen de iktisadi bir mücadele veriyorsun. Seninki ondan neden daha az kutsal olsun ki? Ama toplumun kaynaklarını, imkânlarını insanların yeteneklerini geliştirebilmeleri, daha donanımlı hale gelebilmeleri, hayatla ilişkiler karşısında korunaksızlıklarını giderebilmeleri ve birden bire tutunamayan insanlar haline gelmelerini önleyici olanakların o insanlara verilebilmesi yönünde kullanabiliriz. Mesela bütün bu bizim toplumdaki işlerin paylaşım sistemini sorgulamak için oturalım bütün insanlara şunu soralım mesela, sen sabah işe nasıl gidiyorsun? Ne güzel bir iş yapmaya gidiyorum mu diyorsun yoksa lanet olsun bu işe mi diyorsun? Peki, niye buna mecburuz? Bazı işler var yaptığımız işle gururlanıyoruz. Sanatçılar böyledir mesela. Sanatçıların duydukları hazzı neden biz duymuyoruz, sadece sanatçılara mı mahsus bunlar? Veya bir takım bilim adamları…

-      Ama genelde herkes, sevmediği işi yapmanın asıl iş olduğunu düşünür ve “emek” harcamanın ondan yorulmak onun için üzülmek, fedakârlık yapmak demektir…

Bunun için de işteki yükümlülüklerini azaltmak için uğraşırlar mesela. Bizi insan yapan çalışmaktır. Çalışmak bizim için bir eziyet haline geldiği andan itibaren köle gibiyizdir.

-      Hatta siz Santralistanbul’daki konuşmanızda beyaz yakalıların da işçileştirilmesinden tam da bu manada bahsetmiştiniz. Üretimin beyin tarafı olacaklarını beklerken, yapmaları beklenen işe kaçınılmaz olarak indirgendikleri bir çalışma sistemi var.

İçlerinden bir kısmı belki bu olabiliyor; ama o bile daraltılmış ve indirgenmiş bir iş oluyor. Bu iş dediğimiz şey nasıl bir şey? Bütün bu soruları sormamızı acilleştiren bir başka şey de bilgisayarın işe girmesiyle birlikte pek çok iş ortadan kalktı, pek çok iş statüsünün diplerine gitti. Ve şimdi artık herkes doktorlar, mühendisler, mimarlar herhangi bir bilimsel programın canlarının okuyacağını biliyorlar. Peki, bu ne demek? Bir takım romanlar, filmler çok simgeseldir. Frankenstein mesela vakti zamanında insanın kendi yarattığı şeyin kendisine karşı dönmesini çok güzel anlatır. Önce işçilere karşı çıktı bu durumun. Kapitalde bu durum o kadar güzel anlatılır ki. Kendisine bir düşman gibi gelir, bilim ona düşmandır. Bizim çocuğumuzdu bilim, şimdi babalarını teker teker katlediyor. Bunlar kol işçileriydi. Şimdi artık yavaş yavaş kendilerini kafa emekçisi olarak görenler de aynı şeyi yaşıyorlar. Bizi insan yapan niteliğin bizim aleyhimize dönmesini nasıl bir şey olduğunu sormuyor muyuz? Bu sorgu geleneksel sosyalizm dediğiniz şeyde yoktur. Kapitalizm zaten sormaz. Kim soracak o zaman bunu? Biz bu soruları soralım ve bu işi yeniden tanımlayalım. Daha doğrusu çalışma dediğimiz şeyin iş haline formatlanmasının neden zorunlu olduğunu sorgulayalım. Belki başka bir şey mümkündür.

-      Peki, nasıl bir şey çıkmasını beklersiniz?

Dediğim gibi bugüne kadar formüller söylemedik pek çünkü burada ortaya çıkabilecek olan perspektifin bir ortak eser olmasını düşündük. Bu nedenle de ben yaptım, oldu, yapmadık. Düşünmedik.

-      Bu çağrınıza cevap veren de olmadı.

Olmaz, burası Türkiye. Bunu da yazdım ben. Bunu da söyledim. Durum bu. Biz bunu katılan insanlarla yapmaya çalıştık anlaşıldığı kadarıyla. Zaten kendisini mahkûm etmiş insanlar. Sosyalizmi yeniden tanımlamak, dünyada bile pek kimsenin söylemediği bir şey. Biz bunları söylüyoruz ve burada yapabileceğimizi söylüyoruz. Bu bizim boyumuzu aşan bir iddia. Benim boyum da epey uzundur. İnsanlar, bana mı kaldı ya da sana mı kaldı diyorlar. İthal ikameciyizdir. Birisi yapar ve bunu alırız.

-      Birikim dergisinin ilk çıkmaya başladığı zamanlarda dışarıdan yayınlanan yazılara da ciddi eleştiriler geldiği de olmuş.

Dünyada üretilmiş birinci sınıf bir malzemeyi getirmek istedik.  İnsanlar bilgi malzemesiyle karşılaşsın istedik. Yapmamız doğruydu yani. Son zamanlarda işe yarar yazı yok.

-      Neden?

Bilmiyorum. Nedenleri hakkında bir şeyler söyleyebilirim ama. Burada belki de en önemli faktörü şöyle anlatabilirim. İbn-i Haldun’un bir asabiye kanunu var. Toplumların bir noktadan sonra asabiyesinin kaybettiğini söyler. Bu asabiye kavramı bir dayanışma, bir de iç coşkudur. Avrupa’da Batı uygarlığı asabiyesini kaybetti. Şimdi böyle dekedans dönemlerine özgü şeyler oluyor. Batı’da moda olan adamlara bakıyorum mesela. Zizec mesela, oldukça retorik buluyorum. Her şey var. Psikanaliz, nükleer fizik o var bu var. Bana ne diyor? Çoğunluk? Bunlar şık laflar; ama bir anlamı yok.

******

— Bu tartışmaların başladığı Ergenekon ve AKP’nin kapatılma davaları sürecinde solun aldığı tavır da tartışılırken 2008’in Ağustos ayında sizin Radikal2’de yayınlanan bir yazınızda aslında çok da net anlatmıştınız tutumunuzu. “…Bu etkilenme nedeniyle, çoğu kişi çok daha haklı, sağlam ve geniş ufuklu bir zeminden konuştuğunu bilmesine ve inanmasına rağmen, söz konusu “klasik” formatı sürdürenler karşısında kendini savunma konumuna çekip bunların ithamlarını savuşturmaya çabalamaktan kendi asli meramını anlatmaya fırsat bulamıyordu. Oysa durum tam tersine olmalıydı; olmalıdır ve er geç de olacaktır.”
    Bu yıl içerisinde de Birikim Dergisi’nin 250. sayısında Ahmet İnsel’in Murat Belge ile yaptığı röportajda Belge Birikim Dergisi’nde amacınızın, “İnsanın kendisine karşı demokratik olmasını sağlamak” olduğunu söylüyor. Birikim bu yıl içerisinde sol ve ilahiyatı konu alıyor örneğin…

Bizler bir sosyali algılar ve yorumlarız. Ama bu yorumlayışın, ele alınan konudan bir anlam çıkartması için kanıtları olması lazım. Ben böyle düşünüyorum diyemezsiniz. Bilimsel olmakla, yani bilimin bilgi üretme metodunu kullanmakla bilim olmazsınız, metodu kullanırsınız. Ve bu metotları kullanıyor olmanız elde ettiğiniz şeyin bilimsel bilgi olduğu anlamına gelmez. Bu bir yorumdur. Her zaman yorum olacaktır. Bilgi değildir.
Bizim Birikim’in ilk çıkan yazılarında vardır. Benim de eskiden söylediğim bir şeydi. Murat buna “Sosyalizm bir ahlaki tercihtir” dedi. Kıyamet koptu. Nedir yani sosyalizm? Bir bilimdir diyorsunuz. Artı bilim bir eleştiridir ve sorgular. Bilginin gelişmesi de ancak eski bilginin sorgulanmasıyla ortaya çıkar. Sabiti yoktur. Ahlaki bir seçim olduğunu söylüyoruz. İnsanlar belirli bir durumda bir şeye karar verirler, başka şeye de karar verebilirlerdi. Sosyalizm olacaksa bizim kararımızla olacak. Karar vermemizle olacak. Yoksa maddenin kanunları gereği kaçınılmaz olarak olacak bir şey değildir. Bambaşka bir şey de olabilir. Tarihlerini insanlar yapar. İnsan, tarihini yapabildiği için insandır. Biz kendi kaderimize hükmedebiliriz. Keyfince yapmayadabilir. Vakti zamanında sosyalizmle ilgili bütün bu itirazlarımızı söylerken şimdi sol harekette geleneksel sosyalizmin yanlışlarından söz ettik. Sosyalist hareket kendisini siyasi bir hareket olarak tanımlar. Bununla da iftihar eder. İlk bakışta buna doğru anlamını veriyorsan bir şey denmez. Siyaset çünkü insanın birey olarak, topluluk olarak, toplum olarak kendi kaderiyle kendi var oluşuyla ilgili sorunları tartışmak konuşmak demektir. Siyasi görüşler münakaşasında ya da siyasal mücadelede şöyle bir tavır da alabilirsin; karşımdaki adam benim rakibim hatta düşmanımdır. Ve eğer bir konuda fazla ileri giderse onu imha da edebilirim, diyebilirsiniz siyasi mücadelede. Carl Schmitt, Nazilere akıl hocalığı yapmış olan sağın çok etkili düşünürlerinden biri. Mesela, “Egemenlik istisnaya karar verendir” gibi otoriter bir özdeyiş haline gelmiş lafları vardır. Ve bu adam mesela siyasetin bir tür savaş olduğunu söyler. Yani siyasette, karşınızdaki düşmanınızdır. Ve bu Machevelli’nin söylediği modern siyaset teorisini en mantıklı uçlarına kadar götürmektir. Eğer egemenlik iddiasında olan birisi varsa başka egemenlik iddiasında olanları ezmelidir. Bu ne kadar suntulu laflarla söylenmiş olursa olsun doğa yasasını tekrar etmektir. Doğada da aynı alan üzerinde farklı beklentileri ya da istekleri olan iki hayvan o alanın hâkimiyeti için çarpışıp ötekini düşman görürse siyasette de onu yapıyor yani. Siyasal öğretisi bunu gerektiriyordur. Fakat sosyalizm siyasi olmak zorunda değil; sosyalistler bütün insanlığa hitap eder. Biz belirli bir noktada kavga etsek, ne kadar ileri gidersek gidelim karşımızdakinin insan olduğunu unutmamak durumundayız. O da bizim bulunduğumuz noktaya gelebilir. Orda ona da yer vardır. Bunu unutamazsanız. Zaten unuttuğunuz anda sosyalizmden çok ciddi bir pay gitmiş demektir. Biz de bunları anlatırdık. Sosyalizm başka bir şey olmak zorundadır ve bunda da samimi olmak zorundadır. Biz siyasette birileriyle karşı karşıya geldiğimizde tabii ki onlarla olan farklılıklarımızın, söylemlerin çok daha ötesinde daha derin bir ayrılık var aramızda deriz; ama bu onları düşmanlaştırmamızın gerekliliği olamaz. Sadece, eğer bir çözüm olacaksa onun da bu çözüme katkıda bulunması onun için de çözümdür. Çünkü biz eğer toplum halinde, topluluk halinde öteki insanlarla ilgili ortak sorunlarımız üzerinden bir siyaset yapıyorsak o insan için de bir şey söylüyoruz demektir ve o insanın da bu işe gönüllü olarak katılabilmesini sağlamak başlangıçta buna karşıysa da eğer sen onu ikna edebilmişsen bu istenen bir sonuçtur sosyalizmde. Biz kötü köpek felan değiliz yani bu bakımdan öyle bir siyaset anlayışında olamayız. Ben gerektiğinde en sert mücadelenin de yanındayımdır yumuşak bir yanım da yoktur, kavgaysa da kavgadır yani ama bunu unutmadan yaparsınız ve hiçbir zaman işin insani mücadelelerde kullanılabilecek yöntemlerin dışına siz sapmazsınız. Sapmadılarsa da karşılık verirsiniz meşru müdafaa halinde. Bu kesinlikle böyledir. En iyi müdafaada şiddet yoktur. Her zaman biz o konuda şiddetle konuşulduğunda, silah söz konusu olduğunda biz müdafaadayızdır.

— Galatasaray Üniversitesi’nden bir yükseklisans öğrencisi, Kronik Muhalif yazarlarıyla röportaj yapmıştı. Çünkü tez konusu 68 kuşağının kitle hareketi ve bu hareketin sonrasındaki kuşağın – sizin de anlattığınız gibi değişimin içine doğmuş bizlerin – dönemin yeni araçlarını kullanarak sosyalizmi konuşması, geliştirmesi ve siyasetini yapması üzerineydi. Bir taraftan bizler rakamlara bakmadan ulaşabildiğimiz kadar kişiye ulaşmaya çalışıyoruz; ancak diğer taraftan da metinler giderek sadece ilgilenenle, o işle profesyonel olarak ilgilenenler içinde yalnız bırakılıyor. Bu yeni kuşak, yeni araçlarla nasıl bir mücadele içinde ve gelenekten gelen tecrübelerle daha verimli neler yapılabilir, soruları için Birikim Dergisi neler söyleyebilir?

Birikim tabii ki bir misyon dergisi. Başka türlü gitmez. Pek çok arkadaşımız da en az bizler kadar katkıda bulunuyor ve katkıları oranın sahipleri oluyorlar. Birikim de iletişim de öyle bir yerdir. Birikimi finanse edebilmek için İletişim Yayınları kuruldu ve İletişim Yayınlarına da bakarsanız, biz Türkiye toplumunun bütün ilgi alanlarıyla ve bütün lehçeleriyle ilgilendik. Çünkü bu toplumun içinde yaşıyoruz. Tamamıyla ilgilenmek zorundayız. Bu toplumda ciddi fenomenlerin her biriyle, o toplumun onu ciddiye aldığından daha fazla onunla ilgilenmek zorundayız. Din bunlardan biridir. Onun için de biz mesela sadece ikinci Birikim döneminde değil, ikinci Birikim döneminde daha belirgin bir şekilde bizim Dini dünyadan yazarlar birikimde yazdılar ama birinci Birikimi de incelerseniz İslami dünyada olanlara bizim her zaman ilgimizin olduğunu görürsünüz. Mesela hatırlıyorum, ilk defa bu radikal İslamcılık, İslam’ın böyle modern İslam yorumlarıyla yeni genç İslami entelektüeller bir dergi çıkartmışlardı. İslami dünyada bile kimse üzerinde durmuyordu. Biz tanıttık bunu Birikim’de. 1970’lerin dünyasında dini bir düşünce, dindar bir adama geri olarak bakılırdı ve onunla konuşan herkes ona akıl verirdi. Siz dindar olmayan birisisiniz ve dolayısıyla dindarlıkta kala kalmış olan birisiyle karşı vah zavallı edasıyla konuşabilirsiniz, bu çok normaldir. İkincisi bu adam nasıl düşünür, kavramları nelerdir, kaygıları nelerdir, dili nasıldır bunu bilmek de istemezsiniz ve buna ihtiyacınız da yoktur. Tıpkı burada bazı Amerikalıların gelip de herkesin İngilizce bilmesini şart olduğunu düşünüp davranması gibi. Anlamadığınız insanlara akıl vermeye kalkarsınız. Bizler kimin hakkında konuşuyorsak onun dilini öğrendik. Liberalle mi konuşacağız, biz liberalizmi öğrendik gittik. Bir sürü adam daha mezhebin ne olduğunu bilmiyor. Ukalalık yapıyor. Ne tarikatlardan haberi var ne İslam tarihinden haberi var, gerek de duymuyor ve bütün bunları bilerek konuşmanın gereğine inanmıyor. Bizim İslam dünyasıyla diyalogumuzun iyi olmasının birinci koşulu, biz birincisi onlara yukarıdan bakmadık. Bu bir ilke meselesi. Bütün insanlara, bizim inancımızda olsunlar ya da olmasınlar eşitimiz gibi davrandık. Kimseyi küçümsemedik. O da bir kaygıları, dertleri olan birisi ve onu dikkate almalı ve dinlemeliyiz. Bu şart. İki, dili biliyoruz ve dolayısıyla insanlar bize konuştular. Kalkıp bizim dindar olduğumuzu söyleyenler bile çıkmıştır. Bunları söylüyorum; çünkü biz bu ortamın içinden geldik. İçinden geldiğin ortama bir çeşit gönül borcunuz oluyor onun için de kolay kolay şey yapmıyorsunuz. Tabii ki yaptığınız işi engelleyecek bir noktaya gelmemeli ama bunlar da ortada. Hala şimdi açsanız 1990’ları, İslam’la flört ediyorlar diyenleri görürsünüz. Çünkü demin anlattığım mantık bu. Bir menfaat mantığı. Bir çıkarınız varsa birisine bir şey yaparsınız. Çıkarın dışında bir şey yapamazsınız. Siyasal bir çıkarınız vardır. O sırada İslami hareket yükseliyor. Onların dinlini bildiğimiz için bu insanlar bizimle konuşuyor diye bizim de mi çıkarımız var, hiç öyle değil. Şimdi hakça da konuşmak lazım bu konuda dürüst davrandılar. Bizi toplantılarına çağırdılar. Kendimizi esirgemeden konuşurduk. Ama biz tabii ki bu insanlara bir şey anlatmaya çalışıyorduk; kendi düşüncemizi, kendi inancımızı. Onların dili içinden anlatırdık. Bizler aynı şeyi anlatmanın çeşit çeşit dilden tarzını biliriz. Ne anlatmak istediğimi biliyorum çünkü. Bundan asla taviz veremeyiz, bunu indirgemeyiz.

-      Peki onlar?

Son derece samimi ve tutarlı olduğumuzu bilirler. Biz İslam’ı konuşurken dindar olmadığımızı açıklıklar söylerdik. Ateist olduğumuzu söyleriz. Pat diye. Bunu kimse söylemedi. Biz söyleriz. Ben tabii tam bir Müslüman sayılmam gibi laflar değil, dine inanmıyorum. Şimdi bunu bu insanlara söylediğiniz vakit bu insanda mesela tepkiden ziyade merak unsuru uyandırabiliyorsunuz. Ben senin dindar olmanın sebeplerini de anlarım ve benim sebeplerim de bunlar. Bunu paylaşan bir dilde anlatırsanız pekala da konuşabiliyorsunuz; ama o dediğim siyasetin, sizden farklı olanı düşman gibi görebilmeye yatkın mantığı düşündürmüyor bile. Karşınızda insanı denk göreceksiniz. Ne bir menfaat meselesi olarak göreceksiniz ya da neden onunla konuşuyoruz, ne çıkarım var benim. Hayata böyle bakarsanız bu başka bir şeydir. Bizim dünyamızın mantığı değildir.

-      Birlikte yaşayabilmek için bir yerden başlamak adına mı öncelikle böyle davrandığınızı söylüyorsunuz?

Birlikte yaşayacağız zaten. Bizim de lanet olsun demeyeceğimiz kurallar oluşturabilirsek… Bu bizim onlar oldukları gibi kalsını kabul ettiğimiz anlamına gelmez. Onlar bana, ben onlara telkinde bulunacağız. Ben sana doğru bildiğimi söylediğim gibi sen de bana doğru bildiğini söylersin. Karar bana ait. Bu kararı vereceksin diye ben sana tabancayı dayamadıktan sonra her şey mubah. Biz birbirimizle etkileşeceğiz ve kararımızı vereceğiz. Bunun bir medeniyetlik içerisinde olması lazım. Medenilik önemli bir şey. Medenilik insan ilişkilerindeki şiddet unsurunun azaltılmasıdır. Bunun azaltabildiğiniz ölçüde siz medenisinizdir. Eğer ben size karşı gerektiğinde fizik gücü kullanıyorsam ve bunu kullanabileceğimi de hissettiriyorsam bizim aramızda medeni bir ilişki yok demektir. Oysa güç gösterilerinden arındırılmış ilişkiler kurabilme yeteneği de insana mahsustur. Ve bunu yapabildiği oranda insanlaşır. Ha biz o bakımdan sosyalizm o bu derken bütün bunlar bunun zemininde olur. Bunun olmadığı, bir medenilik bilincinin oluşamadığı bir yerde sosyalizm de olmaz. Marks’a geliyorum şimdi. Marks, sosyalizm kapitalizmin en geliştiği yerde olur dediğiyle şunu anlatır. Çünkü kapitalizm deneyiminden geçmek lazımdır. Nitekim geçilmediği için, öyle bir birey ve bireysel sorumluluk olgunlaşmadığı için o toplumda sosyalizm de kendine göre oldu bir şekilde. Marks sosyalizmi yani o bireyleşme aşamasına gelip bunun da antagonizmasını yaşadıktan sonra insanın bu deneyiminin, bundan önceki deneyiminin de verdiği olgunlukla yapacağı bir ilişki olarak anlatır. Şunu öğrendik ve şunu söylüyoruz, sosyalizm ancak belirli bir kaliteye varmış olan insanlar arasında kurulur. Eşitlik de öyle. Eşitlik ham insanların arasında olacak şey değildir. Ham insanlar güç ve hiyerarşi isterler. Onun dışında davranamazlar. Eşit davranmayı bilmezler. Eşit davranmak bir olgunluk düzeyinde olabilir ancak. O olgunluk düzeyine vardığınızda siz o eşit davranışı gerçek paylaşmayı o zaman yapabilirsiniz. Mal paylaşmaya benzemez bu. Yani bu da insanın kendi insani niteliklerini salt insanı niteliklerinin ürünlerini, edinimlerini paylaşabilmesi başka bir şeydir. Gerçekten paylaşma, birbirine aktarma kanallarının oluşabilmesi belli bir düzeyde mümkündür. Onun için Marks sosyalizmin ancak kapitalizmin belli bir deneyimini yaşamış toplumların yapacağını söyler. Bu bir kehanet değildir. Ha şimdi bu mantıken böyledir. Tarihen olay farklı gelişir. İnsanlığın genel tarihine bakarsanız. Bayrak yarışı gibi, bir şeyi bir yere kadar getirir. Biz tabi başka bir tarih okuduğumuz için, gerçek ve karşılaştırmalı tarihten haberimiz yok çoğunlukla. 1600lerin dünyasında bir uygarlık ve ilerilik anketi yapılsaydı dünyanın en ileri toplumu Çin ya da Hindistan çıkardı. Çin tarihini biraz bilen birisi ilk makinelerinin orada yapıldığını bilir. Çin’in pek çok konudaki bilgisi ve ulaştığı en azından metin düzeyi kalitesi aslında Batı’nın çok ilerisindedir. 1830larda dünyadaki üretimin yarısını Hindistan ve Çin yapıyor. Mesela Türkiye’ye Amerikan bezi getiriliyor. Olağanüstü ucuz. Bezin tüketicisi yoksullar. E burada da onu alıyorlar ve tabii ki dokuma tezgâhları çöküyor. Ama mesela aynı İngiltere bunu Hindistan’da yapamıyor. Hindistan’da çünkü oranın geleneksel usulündeki dokumalar İngilizlerin getirdiği dokumalardan gene ucuz. İngiliz malı satılamıyor. Bu yüzden bütün dokuma tezgâhlarında insanların bileklerini kesiyorlar. Ya da Amerikalıların Latin Amerikalılara yaptıkları… Şimdi biz emperyalizm yaşadık diyoruz; bizde böyle numaralar olmadı ki. Bir Afrika’nın yaşadığının yüzde birini yaşadık. Biz emperyalizm görmedik. Afrika’daki bir beyaz adam nefretini anlamayız biz. Derinliğini anlayamayız. Öyle şeyler görmedik çünkü. Kıyısını gördük belki. Ve bizim zaten, bu adamlar bize küstahça davranıyorların farkına varmamız da 19. yy. ortasıdır. Çünkü adamdan saymıyorduk. Öyle bir kültürün içinden geliyoruz. Ve onun paniğidir. Cumhuriyet de zaten o paniğin içinde kurulan bir şeydir. Sonuçta siz onların hesabına düşünüp de şöyle oldu böyle oldu dememelisiniz Çin’in daha böyle ayrıntılı tarihini okuduğunuz zaman. Belki bundan 100 – 150 sene evvelinde bütün dünya batı uygarlığının bir parantez olduğunu söyleyecek.

-      Bir alternatif olarak mı?

Hayır, yine kapitalizm. O da kapitalizm. Çin şu anda adı komünist parti olan bir elit tarafından yönetilen bir ülke. Sosyalizm yok orda artık.

*****


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder