27 Ağustos 2012 Pazartesi

avrupa’nın merkezine yolculuk



   
                   Sokrates’e birisi için, “ Seyahat onu hiç değiştirmedi.” demişler. Sokrates de, “ Kendisini de yanında götürmüştür de ondan.” demiş.

Felsefeden okuduğum ilk satırlardı bunlar, ve okuduğum anda yapacağım seyahatlerde kendimi geldiğim yerde bırakacağıma karar vermiştim. Zaten insan gittiği yerde aynı kişi kalabilir miydi?
Zaman geçtikçe daha fazlasını biriktiriyorsun ve değişmek zorlaşıyor diğer taraftan da. Bu zorluğu kırmak için dışarıdan bakmayı denerim bazen. Doğrunun ve yanlışın olmadığı bir ülkeye gider dünyanın bilebildiğim kadarına ‘dışarıdan’ bakmaya çalışırım. İlk önce doğrunun değişkenliği başımı döndürür. Giderek önemsizleşir ve küçülür düşüncelerim. Evet sonuçta içe döndüğümüzde ve boşlukta edebiyat yaptığımızda küçük burjuva oluyoruz. Ama insanlar da anadan doğma Marxist olmuyor ki hocam. Sonuçta öyle bir dönem var ki, seni tavlayan bohem cümlelerle kendinden kaçtığın... İşte onlar yakalıyorlar insanı. Aslında hiç fena olmaz, yakışıklı bir dudaktan çıkan bir tanesi tavlasa seni de, sen de o cümlenin sahibinin kucağına düşsen ve birbirinizi anladığınıza birbirinizi inandırsanız. Ama böyle bir şey olmaz. Yok çünkü. Ama güzel kitaplardır onlar. Deseydim ya bunu, konuşsaydım böyle artist artist. Felsefe dersinin yıldızı olsaydım. Ama biliyorum cevaplarını, erken zamanda çok Camus okumuşsun diyeceklerdi. Şimdi Avrupa’nın tam ortasında buradaki demokrasi eksiklikleriyle ilgili uzun bir makale yazmam isteniyor. Okuyorum, araştırıyorum; nasıl gelinmiş bu noktaya? Hangi politikalar nasıl bir tarih çizmiş ya da tam tersi, nasıl bir tarih hangi politikalara yol açmış? Sonra başladığın noktaya geri dön, demokrasinin neresinde Avrupa?
Ankara’da yaşayan bir arkadaşım soruyor, “Nasıl Avrupa, hayallerimizdeki gibi mi?” internetten konuşurken karşındakinin tonlamalarını duyamadığın ve mimiklerini göremediğin için karşındakinin nasıl bir ciddiyetle konuştuğunu anlamak zor. Bu yüzden ben ikisine de cevap verdim. Ama anladım ki arkadaşım ciddiydi, hayalinde bir Avrupa vardı ve o Avrupa’ya göre benim ciddiyetsiz cevabım da uygundu. Sonra ciddi cevabımı verdim, “Avrupa’ya dair ne konuştuysak görüyorum burda. Rahatlık verilen, özgürlükleri alınan insanlar...  İnşaa ettikleri sisteme inanıyorlar. Hem işlerinde verimli hem de aileleriyle ilgili olabildikleri için mutlular. Bisiklet bir ulaşım aracı. Ve, ‘Burası Batı Avrupa!’ diye pek keyifle altını çizdikleri daha başka bir sürü şey var. Tabii, ben senin hayallerindeki Avrupa’yı bilmiyorum.” dedim. Arkadaşımın içi rahatlamıştı. Avrupa’sına güvenebilir, ondan bir gelecek bekleyebilirdi. Konuşmamız bittikten sonra, beni iki saattir boş boş bekleyen word dosyasını açacaktım ki Avrupa’yı hiç görmemiş bir arkadaşıma O’nu ayaküstü anlatışımı tekrar okumak istedim. Ödevimde yazacaklarım, bu cümlelerin açıklarından başka bir şey olmayacaktı. Çünkü biraz daha zaman olsaydı ona rahatını bozacak şeyler anlatmaya da başlayacaktım. Tam zamanında gitmişti. Ama kafamı karıştıran düşüncelerim bir türlü gitmiyordu.
Brüksel’in göbeğinde bir şehir üniversitesi olan Facultes de Saint Louis’de Etik ve Ekonomi dersindeyiz. Kapitalist ve demokrat ülkelerdeki haklardan, vergilendirmeden, istihdam dağılımdan bahsediyoruz (evet bunu yapabiliyoruz.). Özelikle bu konular buradaki gençlerin ilgisini çekiyor; çünkü ABD’deki ekonomik krizden sonra kapitalizmin kuralsızlığının sorgulanması, kendi sistemlerinin doğrulanması anlamına geliyor bir anlamda. Bu nedenle sosyal – demokrat ya da kooperatist ekonomilerin ülkeler için doğru karar olduğuna inanıyorlar. Ama yine de önlemler almalılar, bu krizin onları da etkilememesi imkansız. Derse geri dönersek, sosyal-demokrat, kooperatist ve liberal kapitalist sistemlerin farkını daha da iyi anlatmak amacıyla örnek ülkelerde yapılan bir anketten bahsediyor genç hocamız. Ankette sorulan tek soru; eğer vasıfsız bir işçiye 100 verirsek, vasıflı bir işçiye, küçük dükkan sahibine, öğretmene, doktora, milletvekiline ve CEO’ya siz olsanız ne kadar verirsiniz? Hepsi tabiki vasıfsız işçiden daha fazla alacak; ama ne kadar fazla? ABD’deki ankete göre CEO’nun 1114 alması gerekirken (ortalama), İsveçlilere göre göre CEO’lar 239 almalı. Aynı zamanda İsveç’te bir ilkokul öğretmenin alması gereken miktar bir doktorunkiyle hemen hemen aynı. Yani serbest piyasaya ne kadar geniş alan tanırsak, gelir dağılımı da o kadar eşitsizliğe gidiyor. Hocamızın, “peki neden herkese göre milletvekili ve doktor işçilerden daha fazla almalı?” sorusuna cevap anında veriliyor: adil olması için... Adil kelimesi telafüz edilince kazanılan paralar hak edilmiş, sistem de dengesini bulmuş oluyor ve biz öğrenciler oturduğumuz yerde rahatça arkamıza yaslanıyoruz. Ve hoca devam ediyor, “İnsanların doktor, avukat, iş kadını olmalarını istiyoruz, bu iş alanlarına teşvik ediyoruz onları ve bunu yaparken de onlara eşit eğitim fırsatı, bedava sağlık hizmeti sunuyoruz. Ve insanlar sonuçta, seçimlerinin bedelini ödüyorlar. Onlara doğuştan verilen şeylerin, (fakir bir ailede doğmak gibi) bir bedeli olmamalı.” Kesinlikle. Artık dersi dinlememe gerek yok. Kaldığım yurtta mutfak ve tuvaletlerimizi temizleyen kadınları, istediğimiz saatte ve ucuz diye gittiğimiz bakkalları, aşağı sokakta şantiyede çalışan işçileri düşünüyorum. Çoğu göçmen. Çoğu Fransızca konuşmuyor. Ve bu beni şaşırtmıyor. Çünkü birilerinin bizim yurdu temizlemesi gerek. Son yıllarda Brüksel sokaklarındaki dilencilerin sayısında artış olmuş. Romanya’dan geliyorlarmış. İşte, benim İstanbul’lardan kalkıp burada okumaya gelmem değil sadece entegrasyon süreci denilen şey, Romanya’daki çocuğun burda mendil satmaya başlaması da bunun bir parçası. Bu çocuk, bizim Belçikalı çocuklar kadar eşit eğitim fırsatını hak ediyor olmalı. Peki, burda, Brüksel’de mendilini satarken Romanya mı sorumlu ondan sadece? Yoksa Fransa’daki bir avukat da mı, ya da ülkesi AB üyesi olmayan, sadece o sokaktan geçen ben de sorumlu sayılıyor muyum? Avrupa bugün bu soruyu soruyor. Habermas, Avrupa’nın geleceğinin kendi halklarına bağlı olduğunu söylüyor. Cevabı halk verecek, diyor. Avrupa Anayasasının artık E planı haline gelen Lizbon Anlaşması İrlanda’da reddediliyor. Hemen, “Entegrasyon yavaşlar mı?” “İnsanlar AB’ye inanıyor mu?” Soruları yükseliyor. (bu sefer cevabı Komisyon Başkanı Barroso veriyor. “Kapı kapanmış değil.” )  Hollandalı bir öğrenciyle 2004 Fransa ve Hollanda Referandumlarını konuşuyoruz. Bana referanduma inanmadığını söylüyor. Bunun demokrasinin bir parçası olamayacağını çünkü halkın çoğunluluğunun anlaşma metinlerini iyi anlayamadığını (çok karışık, uzun) ve popüler söylemin etkisinde kaldığını anlayor. Hollanda’daki sıradan seçmen bana (beni işaret ediyor) değil, apartmanındaki muhafazekar Türklere bakarak tercihini yapıyor. Ve seçim sürecinde içerik değil, propogandaların etkisi yarışıyor. Yani işi halka bırakırsak, politik ve kültürel entegrasyon olamaz. Bu bağlamda, Andrew Moravcsik gibi akademisyenlerin de söylediği üzere çok büyük bir demokrasi eksikliği yok Avrupa’da. Zaten bir ülkenin AB üyesi olabilmesi için o ülkenin demokrasi ile yönetilmesi, insan haklarının güvencesi sağlanması ve hukuk devleti  olması şart. Ancak demokrasi, doğası dolayısıyla bir süreçtir. Bu süreç içindeki aksaklıklar ulus – devlet seviyesinde çözülmelidir. Aksi taktirde, yani, sorunları AB seviyesine çıkarttığımız bir durumda sorun denetim ve yönetim mekanizmasından yani halktan uzaklaşmış olur.
Konunun pek de merkezinde olmayan bir soru soruyorum kendi kendime: Karmaşık bir yapıya sahip olan AB Kurumlarının şeffaf bir politika yapım sürecine sahip olmaması dolayısıyla halkın anlayıp da takip edemediği bu “elit” sisteme halkın artık isyan ettiğini, bu nedenle de nasıl beraber yaşamak istediğini yine halkın kendisinin belirleyeceğini söyleyen Habermas mı elitist? Yoksa, AB’nin seçmenlerine üye ülkeler aracılığıyla ulaştığını ve üye ülkelerin de zaten demokrasi ile yönetildiğini söyleyen ve bugün de uluslararası sistemdeki en önemli aktörün ulus – devlet olduğunu tekrar tekrar belirten Moravcsik mi elitist?  Aslında AB ile ilgili her sorunun cevabı gibi bu sorunun da tek bir cevabı yok. İkisinin de derdinin verimli ve etkili politikalar yapmak olduğunu, ayrıldıkları noktanın da bu politikaların AB Kurumlarıyla mı yoksa ulus – devlet seviyesinde mi olması gerektiği, diyebiliriz. Yani, ikisi de elitist değil. Yalnız şunu da eklemek gerek ki, Maastricht Anlaşmasından önce yani AB daha çok bir ekonomik topluluk iken elitist bir yapısının olduğunu iki akademisyen de kabul etmekte. Aralarından Moravcsik, bunun bir demokrasi sorunu olmadığını belirtip, bu yapının politik bir birliktelikle eklemlenmesine mesafeli yaklaşan taraf. Habermas ise, bunun ilerisine de gidilmesinin kaçınılmazlığından, bir AB anayasasının gerekliliğinden bahsediyor. Birisi Harvard Üniversitesi’nde öğretim üyesi, birisi de günümüzün önemli bir Alman filazofu. Zaten ABD’nın Cumhuriyetçi Başbakan Yardımcısı adayı Sarah Palin’e sorarsanız entelektüel olduklarından dolayı, ikisi de elitist (en halkçı kendisi!) * yeri gelmişken, Yasemin Çongar’ın “ABD Başkanı olucak kadın...” başlıklı yazısını okumanızı tavsiye ederim.
Tamam Bahar, bu yeni bir tartışma değil, daha Aristoteles zamanında hepimizin birer politik  hayvan olduğunu söyleyip, politikayı düşünenlerin ev işlerini kölelerine bırakmasını tavsiye etmiş, zaten yazıyorum da ne oluyor? diye kafa patlatırken sen, evren genişlemeye devam ediyor. Küçük Woody Allen’nın evren genişliyor, yani dünyanın sonu geliyor diye ödevlerini yapmamaya başlamasınden yakınan annesinin sesi karşıdaki yaşlı adama kadar gider ve yaşlı adam Allen’a bakıp, “Ona daha binlerce yıl var genç adam, sen eğlenmene bak.” der ve göz kırpar. (Annie Hall, 1977) Evet, ben de Aristo’nun bir yerlerden çıkıp bana göz kırpmasını istiyorum. Yapıcak iş olmadığından canım sıkıldığı bir zamanda söylemiştim ben onları, desin. Yeterli bir açıklama olurdu. Sonra aklıma kazınan başka bir sahneyi tekrar seyretmek üzere kütüphaneye gider,  Derrida belgeselini alırdım. Gazetecilere günlük yaşantısını açan Jacques Derrida’ya “Sizin filazoflar hakkında merak ettiğiniz şey nedir?” diye sorulur. “Cinsel hayatları” der hemen Derrida ve ardından eşiyle nasıl tanıştığına dair hikayesini anlatmayı kabul etmez. Sonra Derrida’nın kütüphanesine inilir, kocaman bir kütüphane vardır bodrum katında. Gazeteci hayran kalmıştır:
-          Gerçekten bu kitapların hepsini okudunuz mu?
-          Üç tanesini okudum, ama iyi okudum.
Gülümseyin ne olur! Bana onlarca şey söyleyen bütün bunların size de farklı farklı onlarca şey söylemesine gülümseyin. RadikalGenç’te çıkan ikinci yazımdan sonra Kronik Muhalif’ten yazarları olmam için teklif geldi. Birbirimizi buluyoruz değil mi? Günlerdir bu sahneyi düşünürken aklıma gelen onca şey... Gülümsüyorum kendime. Ne yapmaya çalıştığımızı soruyorum? Kara Kitap’ta Orhan Pamuk, “Türk gibi okumak”tan bahseder, sadece bir satırda. Evet, sırtımızda Türkiye gibi bir ülkenin genci olmanın (batısında, kız çocuğu, bilinçli...) verdiği sorumlulukla, elimizdeki okunacak kitaplar listesiyle gurur duyuyoruz. Ama çok okuma, okuyacaksan da öğretmen ol, avukat ol, mühendis ol, hayırlı ol... Hayırlısı olsun... Kapitalizmin sürekli bir işsizlik oranı bulundırmasını  kendisinin devamının güvencesi olarak görürüm. Herkesin pek bir eğitimli, meslek sahibi olduğunu düşünürsek sanırım kimse çöpleri temizlemez. İşsizlik oranı kapitalizmin garantörüdür.
ABD’de yaşanan ve 1929 Büyük Buhran’dan sonraki en büyük ekonomik kriz olduğu söylenen gelişmelerin, sosyalizmin bir zaferi olarak görenler, bunu herhangi bir zafer olarak görenler, kapitalizmin krizlerden beslendiğini unutuyor demektir. Ancak bu sefer, farklı bir durum var. Çünkü bu sefer, kriz kapitalizme beklediği meyveyi vermeyebilir. Peki bu neye bağlı? Şu ana kadar az sayıda aldığım ekonomi dersi ve biraz da okumalarıma göre söyleyebilceğim, bu durum Amerikan halkının reaksiyonuna ve diğer ülkelerin kriz politikalarına bağlı. Öncelikle Amerikalılar yapılan hataların, göz göre göre gelen krize önlem alınmamasının hesabını sorabilmeli ve gelecek için teminat istemeyi bilmeliler. Diğer taraftan bu krizle birlikte uluslararası dengelerin çok değişmeyeceğini ama ABD’nin biraz içine kapanabileceğini düşünürsek , diğer ülkelerin de ABD’ye alternatif pazarlar yaratmak isteyecekleri ortada. Ve bu noktada gözler AB’ye, Rusya’ya, Çin’e, Hindistan’a, Orta Doğu’ya ve Orta Asya’da çevrilebilir. Ama Bush yönetimindeki ABD öyle bir dünya yarattı ki, bu saydığımız bölgelerin hangisi hangisiyle nasıl ekonomik ve siyasal ilişkiler  kurabilir? Söylemek zor. Avrupa Birliği entegrasyonunun anlamı da burda açığa çıkıyor, çıkmalı. Avrupa kimlik sorunlarını içine kapanık bir yapıda çözmek istiyorsa eğer, inanılmaz bir literatürü ve zengin bir tarihi var. Açıp bakabilir. O halde alışkanlıklarının ağzından konuşur, alışık olduğunu ister, korkularına alışmayı da öğrenir ve yıllarca onlar için önlemler alır. Ya da o alışkanlıkları sorgular, korkularını yenmeye karar verir, sorumluluk alır ve başka bir “öteki” tanımlar. Çünkü kabul etmeliyiz artık, Avrupa insanlara rahatlık verdi, özgürlüklerini aldı. Peki bu insanların rahatları bozulunca ne olucak? Sanırım, Avrupa’daki üniversitelerde ABD’deki ekonomik kriz konuşulurken genç öğrencilerin bunu da sormaları, kendi sistemlerini de sorgulamaları kaçınılmaz olucak.
                                                            ***
Bu yazının Türkiye’ye tarafı eksik kaldı. Ancak yeni bir yazıyla tamamlanabileceğini düşünüyorum. Çünkü buraya geldiğimde, hayatı bir Türk gibi okumadığımı, ama bir Avrupalı gibi de okumadığımı gördüm. Neredeydim ben? İnsan okudukça, yazdıkça, büyüklerimizin bize çok yapma dedikleri bazı şeyleri yaptıkça kısacası, aitliğini kaybediyor sanki. Reklamların, markaların, devletlerin hatta okulların aitliğinden bahsediyorum. Belki de bir kayıp olarak değerlendirmemeliyim bunu. Buraya geldiğimde ait olduğum iki şey vardı: sevdiğim insalara duyduğum özlem ve türkçe düşünmem.
Yolculuk nasıl geçti, sorusu çok normal bir sorudur ya, beni çok fena sıkıştırır. Çünkü gittiğim yere kendimle varmamak için, kim bilir nasıl savaşlar vermişimdir. Bulutları seyrederken, müzik dinlerken, kitap okurken, molada üşürken, uykumda bile... Sanırım, bitmez o yolculuk, her varış bir yenilgidir, evine dönsen bile.


Kendinizi bulmanızı dilerim.







                                                                                       Bahar Topçu

                                                                                       15 Ekim 2008, Brüksel
                                                                               

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder