Sokrates’e birisi için, “
Seyahat onu hiç değiştirmedi.” demişler. Sokrates de, “ Kendisini de yanında
götürmüştür de ondan.” demiş.
Felsefeden okuduğum ilk satırlardı bunlar, ve okuduğum
anda yapacağım seyahatlerde kendimi geldiğim yerde bırakacağıma karar
vermiştim. Zaten insan gittiği yerde aynı kişi kalabilir miydi?
Zaman geçtikçe daha fazlasını biriktiriyorsun ve
değişmek zorlaşıyor diğer taraftan da. Bu zorluğu kırmak için dışarıdan bakmayı
denerim bazen. Doğrunun ve yanlışın olmadığı bir ülkeye gider dünyanın
bilebildiğim kadarına ‘dışarıdan’ bakmaya çalışırım. İlk önce doğrunun
değişkenliği başımı döndürür. Giderek önemsizleşir ve küçülür düşüncelerim.
Evet sonuçta içe döndüğümüzde ve boşlukta edebiyat yaptığımızda küçük burjuva
oluyoruz. Ama insanlar da anadan doğma Marxist olmuyor ki hocam. Sonuçta öyle
bir dönem var ki, seni tavlayan bohem cümlelerle kendinden kaçtığın... İşte
onlar yakalıyorlar insanı. Aslında hiç fena olmaz, yakışıklı bir dudaktan çıkan
bir tanesi tavlasa seni de, sen de o cümlenin sahibinin kucağına düşsen ve
birbirinizi anladığınıza birbirinizi inandırsanız. Ama böyle bir şey olmaz. Yok
çünkü. Ama güzel kitaplardır onlar. Deseydim ya bunu, konuşsaydım böyle artist
artist. Felsefe dersinin yıldızı olsaydım. Ama biliyorum cevaplarını, erken
zamanda çok Camus okumuşsun diyeceklerdi. Şimdi Avrupa’nın tam ortasında
buradaki demokrasi eksiklikleriyle ilgili uzun bir makale yazmam isteniyor.
Okuyorum, araştırıyorum; nasıl gelinmiş bu noktaya? Hangi politikalar nasıl bir
tarih çizmiş ya da tam tersi, nasıl bir tarih hangi politikalara yol açmış?
Sonra başladığın noktaya geri dön, demokrasinin neresinde Avrupa?
Ankara’da yaşayan bir arkadaşım soruyor, “Nasıl
Avrupa, hayallerimizdeki gibi mi?” internetten konuşurken karşındakinin
tonlamalarını duyamadığın ve mimiklerini göremediğin için karşındakinin nasıl
bir ciddiyetle konuştuğunu anlamak zor. Bu yüzden ben ikisine de cevap verdim. Ama
anladım ki arkadaşım ciddiydi, hayalinde bir Avrupa vardı ve o Avrupa’ya göre
benim ciddiyetsiz cevabım da uygundu. Sonra ciddi cevabımı verdim, “Avrupa’ya
dair ne konuştuysak görüyorum burda. Rahatlık verilen, özgürlükleri alınan
insanlar... İnşaa ettikleri sisteme
inanıyorlar. Hem işlerinde verimli hem de aileleriyle ilgili olabildikleri için
mutlular. Bisiklet bir ulaşım aracı. Ve, ‘Burası Batı Avrupa!’ diye pek keyifle
altını çizdikleri daha başka bir sürü şey var. Tabii, ben senin hayallerindeki
Avrupa’yı bilmiyorum.” dedim. Arkadaşımın içi rahatlamıştı. Avrupa’sına
güvenebilir, ondan bir gelecek bekleyebilirdi. Konuşmamız bittikten sonra, beni
iki saattir boş boş bekleyen word dosyasını açacaktım ki Avrupa’yı hiç görmemiş
bir arkadaşıma O’nu ayaküstü anlatışımı tekrar okumak istedim. Ödevimde yazacaklarım,
bu cümlelerin açıklarından başka bir şey olmayacaktı. Çünkü biraz daha zaman
olsaydı ona rahatını bozacak şeyler anlatmaya da başlayacaktım. Tam zamanında
gitmişti. Ama kafamı karıştıran düşüncelerim bir türlü gitmiyordu.
Brüksel’in göbeğinde bir şehir
üniversitesi olan Facultes de Saint Louis’de Etik ve Ekonomi dersindeyiz.
Kapitalist ve demokrat ülkelerdeki haklardan, vergilendirmeden, istihdam
dağılımdan bahsediyoruz (evet bunu yapabiliyoruz.). Özelikle bu konular
buradaki gençlerin ilgisini çekiyor; çünkü ABD’deki ekonomik krizden sonra
kapitalizmin kuralsızlığının sorgulanması, kendi sistemlerinin doğrulanması
anlamına geliyor bir anlamda. Bu nedenle sosyal – demokrat ya da kooperatist
ekonomilerin ülkeler için doğru karar olduğuna inanıyorlar. Ama yine de
önlemler almalılar, bu krizin onları da etkilememesi imkansız. Derse geri
dönersek, sosyal-demokrat, kooperatist ve liberal kapitalist sistemlerin
farkını daha da iyi anlatmak amacıyla örnek ülkelerde yapılan bir anketten
bahsediyor genç hocamız. Ankette sorulan tek soru; eğer vasıfsız bir işçiye 100
verirsek, vasıflı bir işçiye, küçük dükkan sahibine, öğretmene, doktora,
milletvekiline ve CEO’ya siz olsanız ne kadar verirsiniz? Hepsi tabiki vasıfsız
işçiden daha fazla alacak; ama ne kadar fazla? ABD’deki ankete göre CEO’nun
1114 alması gerekirken (ortalama), İsveçlilere göre göre CEO’lar 239 almalı.
Aynı zamanda İsveç’te bir ilkokul öğretmenin alması gereken miktar bir
doktorunkiyle hemen hemen aynı. Yani serbest piyasaya ne kadar geniş alan
tanırsak, gelir dağılımı da o kadar eşitsizliğe gidiyor. Hocamızın, “peki neden
herkese göre milletvekili ve doktor işçilerden daha fazla almalı?” sorusuna
cevap anında veriliyor: adil olması için... Adil kelimesi telafüz edilince
kazanılan paralar hak edilmiş, sistem de dengesini bulmuş oluyor ve biz
öğrenciler oturduğumuz yerde rahatça arkamıza yaslanıyoruz. Ve hoca devam
ediyor, “İnsanların doktor, avukat, iş kadını olmalarını istiyoruz, bu iş
alanlarına teşvik ediyoruz onları ve bunu yaparken de onlara eşit eğitim
fırsatı, bedava sağlık hizmeti sunuyoruz. Ve insanlar sonuçta, seçimlerinin bedelini
ödüyorlar. Onlara doğuştan verilen şeylerin, (fakir bir ailede doğmak gibi) bir
bedeli olmamalı.” Kesinlikle. Artık dersi dinlememe gerek yok. Kaldığım yurtta
mutfak ve tuvaletlerimizi temizleyen kadınları, istediğimiz saatte ve ucuz diye
gittiğimiz bakkalları, aşağı sokakta şantiyede çalışan işçileri düşünüyorum.
Çoğu göçmen. Çoğu Fransızca konuşmuyor. Ve bu beni şaşırtmıyor. Çünkü
birilerinin bizim yurdu temizlemesi gerek. Son yıllarda Brüksel sokaklarındaki
dilencilerin sayısında artış olmuş. Romanya’dan geliyorlarmış. İşte, benim
İstanbul’lardan kalkıp burada okumaya gelmem değil sadece entegrasyon süreci
denilen şey, Romanya’daki çocuğun burda mendil satmaya başlaması da bunun bir
parçası. Bu çocuk, bizim Belçikalı çocuklar kadar eşit eğitim fırsatını hak
ediyor olmalı. Peki, burda, Brüksel’de mendilini satarken Romanya mı sorumlu ondan
sadece? Yoksa Fransa’daki bir avukat da mı, ya da ülkesi AB üyesi olmayan,
sadece o sokaktan geçen ben de sorumlu sayılıyor muyum? Avrupa bugün bu soruyu
soruyor. Habermas, Avrupa’nın geleceğinin kendi halklarına bağlı olduğunu
söylüyor. Cevabı halk verecek, diyor. Avrupa Anayasasının artık E planı haline
gelen Lizbon Anlaşması İrlanda’da reddediliyor. Hemen, “Entegrasyon yavaşlar
mı?” “İnsanlar AB’ye inanıyor mu?” Soruları yükseliyor. (bu sefer cevabı
Komisyon Başkanı Barroso veriyor. “Kapı kapanmış değil.” ) Hollandalı bir öğrenciyle 2004 Fransa ve
Hollanda Referandumlarını konuşuyoruz. Bana referanduma inanmadığını söylüyor.
Bunun demokrasinin bir parçası olamayacağını çünkü halkın çoğunluluğunun
anlaşma metinlerini iyi anlayamadığını (çok karışık, uzun) ve popüler söylemin
etkisinde kaldığını anlayor. Hollanda’daki sıradan seçmen bana (beni işaret
ediyor) değil, apartmanındaki muhafazekar Türklere bakarak tercihini yapıyor.
Ve seçim sürecinde içerik değil, propogandaların etkisi yarışıyor. Yani işi
halka bırakırsak, politik ve kültürel entegrasyon olamaz. Bu bağlamda, Andrew
Moravcsik gibi akademisyenlerin de söylediği üzere çok büyük bir demokrasi
eksikliği yok Avrupa’da. Zaten bir ülkenin AB üyesi olabilmesi için o ülkenin
demokrasi ile yönetilmesi, insan haklarının güvencesi sağlanması ve hukuk devleti olması şart. Ancak demokrasi, doğası
dolayısıyla bir süreçtir. Bu süreç içindeki aksaklıklar ulus – devlet
seviyesinde çözülmelidir. Aksi taktirde, yani, sorunları AB seviyesine çıkarttığımız
bir durumda sorun denetim ve yönetim mekanizmasından yani halktan uzaklaşmış
olur.
Konunun pek de merkezinde olmayan bir soru soruyorum
kendi kendime: Karmaşık bir yapıya sahip olan AB Kurumlarının şeffaf bir
politika yapım sürecine sahip olmaması dolayısıyla halkın anlayıp da takip
edemediği bu “elit” sisteme halkın artık isyan ettiğini, bu nedenle de nasıl
beraber yaşamak istediğini yine halkın kendisinin belirleyeceğini söyleyen
Habermas mı elitist? Yoksa, AB’nin seçmenlerine üye ülkeler aracılığıyla
ulaştığını ve üye ülkelerin de zaten demokrasi ile yönetildiğini söyleyen ve bugün
de uluslararası sistemdeki en önemli aktörün ulus – devlet olduğunu tekrar
tekrar belirten Moravcsik mi elitist?
Aslında AB ile ilgili her sorunun cevabı gibi bu sorunun da tek bir
cevabı yok. İkisinin de derdinin verimli ve etkili politikalar yapmak olduğunu,
ayrıldıkları noktanın da bu politikaların AB Kurumlarıyla mı yoksa ulus –
devlet seviyesinde mi olması gerektiği, diyebiliriz. Yani, ikisi de elitist
değil. Yalnız şunu da eklemek gerek ki, Maastricht Anlaşmasından önce yani AB
daha çok bir ekonomik topluluk iken elitist bir yapısının olduğunu iki
akademisyen de kabul etmekte. Aralarından Moravcsik, bunun bir demokrasi sorunu
olmadığını belirtip, bu yapının politik bir birliktelikle eklemlenmesine
mesafeli yaklaşan taraf. Habermas ise, bunun ilerisine de gidilmesinin kaçınılmazlığından,
bir AB anayasasının gerekliliğinden bahsediyor. Birisi Harvard Üniversitesi’nde
öğretim üyesi, birisi de günümüzün önemli bir Alman filazofu. Zaten ABD’nın
Cumhuriyetçi Başbakan Yardımcısı adayı Sarah Palin’e sorarsanız entelektüel
olduklarından dolayı, ikisi de elitist (en halkçı kendisi!) * yeri gelmişken,
Yasemin Çongar’ın “ABD Başkanı olucak kadın...” başlıklı yazısını okumanızı
tavsiye ederim.
Tamam Bahar, bu yeni bir tartışma değil, daha
Aristoteles zamanında hepimizin birer politik
hayvan olduğunu söyleyip, politikayı düşünenlerin ev işlerini kölelerine
bırakmasını tavsiye etmiş, zaten yazıyorum da ne oluyor? diye kafa patlatırken
sen, evren genişlemeye devam ediyor. Küçük Woody Allen’nın evren genişliyor,
yani dünyanın sonu geliyor diye ödevlerini yapmamaya başlamasınden yakınan
annesinin sesi karşıdaki yaşlı adama kadar gider ve yaşlı adam Allen’a bakıp,
“Ona daha binlerce yıl var genç adam, sen eğlenmene bak.” der ve göz kırpar.
(Annie Hall, 1977) Evet, ben de Aristo’nun bir yerlerden çıkıp bana göz
kırpmasını istiyorum. Yapıcak iş olmadığından canım sıkıldığı bir zamanda
söylemiştim ben onları, desin. Yeterli bir açıklama olurdu. Sonra aklıma kazınan
başka bir sahneyi tekrar seyretmek üzere kütüphaneye gider, Derrida belgeselini alırdım. Gazetecilere
günlük yaşantısını açan Jacques Derrida’ya “Sizin filazoflar hakkında merak
ettiğiniz şey nedir?” diye sorulur. “Cinsel hayatları” der hemen Derrida ve
ardından eşiyle nasıl tanıştığına dair hikayesini anlatmayı kabul etmez. Sonra
Derrida’nın kütüphanesine inilir, kocaman bir kütüphane vardır bodrum katında.
Gazeteci hayran kalmıştır:
-
Gerçekten bu kitapların hepsini okudunuz mu?
-
Üç tanesini okudum, ama iyi okudum.
Gülümseyin ne olur! Bana onlarca şey söyleyen bütün
bunların size de farklı farklı onlarca şey söylemesine gülümseyin.
RadikalGenç’te çıkan ikinci yazımdan sonra Kronik Muhalif’ten yazarları olmam
için teklif geldi. Birbirimizi buluyoruz değil mi? Günlerdir bu sahneyi
düşünürken aklıma gelen onca şey... Gülümsüyorum kendime. Ne yapmaya çalıştığımızı
soruyorum? Kara Kitap’ta Orhan Pamuk, “Türk gibi okumak”tan bahseder, sadece
bir satırda. Evet, sırtımızda Türkiye gibi bir ülkenin genci olmanın
(batısında, kız çocuğu, bilinçli...) verdiği sorumlulukla, elimizdeki okunacak
kitaplar listesiyle gurur duyuyoruz. Ama çok okuma, okuyacaksan da öğretmen ol,
avukat ol, mühendis ol, hayırlı ol... Hayırlısı olsun... Kapitalizmin sürekli
bir işsizlik oranı bulundırmasını
kendisinin devamının güvencesi olarak görürüm. Herkesin pek bir
eğitimli, meslek sahibi olduğunu düşünürsek sanırım kimse çöpleri temizlemez.
İşsizlik oranı kapitalizmin garantörüdür.
ABD’de yaşanan ve 1929 Büyük Buhran’dan sonraki en
büyük ekonomik kriz olduğu söylenen gelişmelerin, sosyalizmin bir zaferi olarak
görenler, bunu herhangi bir zafer olarak görenler, kapitalizmin krizlerden
beslendiğini unutuyor demektir. Ancak bu sefer, farklı bir durum var. Çünkü bu
sefer, kriz kapitalizme beklediği meyveyi vermeyebilir. Peki bu neye bağlı? Şu
ana kadar az sayıda aldığım ekonomi dersi ve biraz da okumalarıma göre
söyleyebilceğim, bu durum Amerikan halkının reaksiyonuna ve diğer ülkelerin
kriz politikalarına bağlı. Öncelikle Amerikalılar yapılan hataların, göz göre
göre gelen krize önlem alınmamasının hesabını sorabilmeli ve gelecek için
teminat istemeyi bilmeliler. Diğer taraftan bu krizle birlikte uluslararası
dengelerin çok değişmeyeceğini ama ABD’nin biraz içine kapanabileceğini
düşünürsek , diğer ülkelerin de ABD’ye alternatif pazarlar yaratmak
isteyecekleri ortada. Ve bu noktada gözler AB’ye, Rusya’ya, Çin’e, Hindistan’a,
Orta Doğu’ya ve Orta Asya’da çevrilebilir. Ama Bush yönetimindeki ABD öyle bir
dünya yarattı ki, bu saydığımız bölgelerin hangisi hangisiyle nasıl ekonomik ve
siyasal ilişkiler kurabilir? Söylemek
zor. Avrupa Birliği entegrasyonunun anlamı da burda açığa çıkıyor, çıkmalı.
Avrupa kimlik sorunlarını içine kapanık bir yapıda çözmek istiyorsa eğer,
inanılmaz bir literatürü ve zengin bir tarihi var. Açıp bakabilir. O halde
alışkanlıklarının ağzından konuşur, alışık olduğunu ister, korkularına alışmayı
da öğrenir ve yıllarca onlar için önlemler alır. Ya da o alışkanlıkları
sorgular, korkularını yenmeye karar verir, sorumluluk alır ve başka bir “öteki”
tanımlar. Çünkü kabul etmeliyiz artık, Avrupa insanlara rahatlık verdi,
özgürlüklerini aldı. Peki bu insanların rahatları bozulunca ne olucak? Sanırım,
Avrupa’daki üniversitelerde ABD’deki ekonomik kriz konuşulurken genç
öğrencilerin bunu da sormaları, kendi sistemlerini de sorgulamaları kaçınılmaz
olucak.
***
Bu yazının Türkiye’ye tarafı eksik kaldı. Ancak yeni
bir yazıyla tamamlanabileceğini düşünüyorum. Çünkü buraya geldiğimde, hayatı
bir Türk gibi okumadığımı, ama bir Avrupalı gibi de okumadığımı gördüm. Neredeydim
ben? İnsan okudukça, yazdıkça, büyüklerimizin bize çok yapma dedikleri bazı
şeyleri yaptıkça kısacası, aitliğini kaybediyor sanki. Reklamların, markaların,
devletlerin hatta okulların aitliğinden bahsediyorum. Belki de bir kayıp olarak
değerlendirmemeliyim bunu. Buraya geldiğimde ait olduğum iki şey vardı:
sevdiğim insalara duyduğum özlem ve türkçe düşünmem.
Yolculuk nasıl geçti, sorusu çok normal bir sorudur
ya, beni çok fena sıkıştırır. Çünkü gittiğim yere kendimle varmamak için, kim
bilir nasıl savaşlar vermişimdir. Bulutları seyrederken, müzik dinlerken, kitap
okurken, molada üşürken, uykumda bile... Sanırım, bitmez o yolculuk, her varış
bir yenilgidir, evine dönsen bile.
Kendinizi bulmanızı dilerim.
Bahar Topçu
15 Ekim 2008, Brüksel
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder