26 Ağustos 2012 Pazar

Tekrar Camus: Tersi ve Yüzüyle


                                     
         Evet hayatın neler getireceği belli olmuyor. Ama yaşamayı her an seçmeye devam ederken nasılını da kendisi belirliyor insan. En azıdan mutluluğun bilinç düzeyinde işler böyle gitmekte... Öncelikle şu bilinç düzeyinden bahsetmek istiyorum. Düşündüğüm cümlelerim vardır benim, boş an cümleleri. İstanbul trafinde, bir arkadaşı beklerken ya da bekletirken, en çok da yalnızken. Şu an yalnızım ve bu düşüncelerin dibini boylamak istiyorum. Sonra tekrar zirve yapabilmek için... Bu yaz yol kitabım Albert Camus’nun “Tersi ve Yüzü” oldu. 12 saatlik yolculukta uykumu derinleştiren bir kitaptı. Ve o kitapta Tahsin Yücel’in de önsöze koyduğu bir kararı vardır 22 yaşındaki Camus’nun, “Şu saatte, bütün ülkem bu dünya. Bu güneş ve bu gölgeler, bu sıcak ve havanın derinliklerinden gelen bu soğuk: her şey gökyüzünün tüm doluluğunu acıma duyguma doğru boşalttığı bu pencerede yazılı olduğuna göre, ölen bir şey var mı, yok mu, insanlar acı çekiyorlar mı çekmiyorlar mı diye düşünmem gerekir mi? Şunu söyleyebilirim, az sonra da söyleyeceğim: önemli olan insanca ve basit olmak. Hayır, gerçek olmaktır önemli olan, hepsi girer bunun içine, insanlık da, basitlik de. Ve ben dünya olduğum zaman değil de ne zaman gerçek olurum ki? Daha ben istemeden yerine getirilmiş her şeyim. Ölümsüzlük şuracıkta, bense onu umut ediyordum. Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli olmak.”  Sonra bu cümlelerin içinde yüzdüm bütün tatil boyunca. Suyun yüzeyinde daha hafif ve daha gerçektim sanki. Tek başıma yaptığım dönüş yolculuğunda mutluluğuma dair bütün kararlarım alınmıştı. Onu tanımlamadan önce anlamalıydım onu, yaşamalıydım. Ve bilinç. Eğer satırlarda, tüm nesnelliğiyle, bildiğimiz göz gezdirme sessizliğinde okunursa eğer bu cümle, “Mutlu olmak değil artık dileğim, yalnızca bilinçli olmak.” diyen yazarın mutluluk ve bilinç arasında bir seçim yaptığını düşünürüz. Çünkü farkındalıkla beraber gelen bilinç çoğunlukla elini kolunu bağlayan bir yüktür insana. Zor. Çaresiz. Umutsuz. Sıkışmış. Yalnız. İnsanlar mutluluğun anlık bir gelip geçiciliği olduğunu bilmelerine (ve bunu kabul etmelerine) rağmen mutlu olmak için yaşarlar. Duygusal olarak bir süreklilik içinde ona sahip olamadıklarından ötürü bu sefer onu  sahip olabilecekleri normlara, geri dönüşümlü “iyiliklere”, en sonunda da satın alabilecekleri her türlü “şey”e dönüştürürler. Giderek nesnelleştiğimi fark ettiniz mi? Önce doğru iş ve doğru eş, adından ev – araba - çocuk gibi normlardan Kant’ın asla kabul edemeyeceği geri dönüşümü hesaba katılan “iyilikler”le kalıplaştırılmış yardım borçlarına geçtim. Ve tabii sonunda, satma ve satın alma ilişkisinden ibaret olan hazlar etrafında başlangıç noktasını da kaybeden anlık mutluluklar içindeki insanı nasıl tanımlayabiliriz bilmiyorum. Penceresinden bakmakta olan yazar, “mutluluk”un patentini alan bu dünyanın dışında kalmasına rağmen (pencere aslında içeriyi göstermekte...) yine bu dünyaya karşın kendi mutluluğunu tanımlamadan önce bilinci, farkındalığı tercih etmektedir. Kendinden başka bütün acılara karşı pasif yani çaresizdir yazar. Bu nedenle pencerenin önünden çekilebilir, etrafına yüksek duvarlar çekebilir de. Bütün o acıları görmemek, bilmemek daha da basitleştirebilirdi. Ama önemli olan gerçek olmaktır. Gerçekliğin dışındaki basitlik aynı zamanda bilincin de dışındadır. Ancak yazar ikisini birden istemektedir. Gerçek olmak istemektedir. Mutluluğun bilinç düzeyi...
            Sonra... Nedense şundan emin hissediyorum kendimi, patenti alınmış mutluluğu her okuduğumda bunun bir adım daha uzundağında hissedeceğim kendimi. Ama kelimeler kadar ayrık değil bütün bunlar hayatın içinde. Bütün o normların, iyiliklerin ve alışverişlerin döngüsüyle sürdürüyorum hayatımı. Sadece bazen, konuşma sırasını beklemeyen insanları bekliyorum. Kendi kendime konuşunca (yazınca) geçip gidebilen bir beklenti. İnsanlara alışmaya çalışıyorum... 
Sanırım en kötüsü sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyin aslında bizim olmadığını görmek olurdu. Ama görmek istemiyorlar. Bu yüzden gerçek değiller. Ama nedense gerçekten acı çekiyorlar.

“Bir adam çevresine dalmış, bir başkası mezarını kazıyor: nasıl ayırmalı onları? İnsanları ve saçmalıklarını? Ama işte gökyüzünün gülümsemesi. Işık kabarıyor, yaz pek mi yakın? Ama işte sevilmesi gerekenlerin gözleri ve sesi. Bütün devinimlerimle dünyaya, bütün acımam ve bütün minnettimle insanlara bağlıyım. Dünyanın bu tersi ve yüzü arasında bir seçim yapmak istemiyorum, seçmesini sevmem. İnsanlar açık görüşlü ve alaycı olmamızı istemiyorlar. ‘Bu sizin iyi olmadığınızı gösterir.’ diyorlar. Ben arada bir bağlantı göremiyorum. Birine aktöriye ters düştüğünü söylediklerini duyarsam, kendine bir aktöre bulma gereksiniminde olduğunu anlarım bundan; birine usu küçümsediğini söylediklerini duyarsam, kuşkularına katlanamadıklarını anlarım. Hile yapımasını sevmem de ondan. Büyük yüreklilik ölüme olduğu gibi ışığa da gözlerini kıpmadan bakabilmektir.”
                                                           
                                                                      *   *   *

           Sana mutluluğumu anlatırken, çevresinden dolanmaya devam ediyorum. Çünkü böylece ben de onu daha iyi anlıyorum. Sanki bilinci tercih etmenin sonuçlarından biri gibi bu. Ya da yazı, lafı uzakmayı seviyor. Belki de ben uzaklaştıkça yakınlaşıyorum aslında. Hiçbir şeyi bir anda anlatamadığımdan yine hiçbir şeyin sırayla olmadığını yazmak kafamı karıştıyor. Beklentilerim mi beni oluştuyor önce, yoksa ben mi beklentilerimi? Belki de karıştıkça açılıyor zorluk. Çaresizlik. Umutsuzluk. Sıkışmışlık.
            Her an yaşamı seçmeye devam ederken yaptığım tek kayda değer şey nasılımı seçmek. Umutsuzca. Ve bu da her şeyi içine alıyor aslında. Dünya.

          Seçmeyi sevmemem Albert Camus okumayı sevmemden geliyor belki de. Dünyanın tersi ve yüzü arasında seçim yapmamayı seçiyorum. Çünkü gerçek insanca ve basit. Ve mutluluk tek başına değil, ben mutluluğumu umutsuzlukla yazıyorum. 
           
            “Yaşama umutsuzluğu yoksa, yaşama aşkı da yoktur.”


                                                                                                     
                                                                         Bahar Topçu
                                                                             2 Eylül 2006   
                                                                                  Maltepe                                                                                                    

1 yorum:

  1. Düşüş, Yabancı ve Veba'dan sonra Tersi ve Yüzü'nü okumak ve bunu Albert Camus'nun 22 yaşında olduğunu bilerek yapmak. Hani İngilizcede "challenge" diye bir kelime var ;) çok ciddiye almıştım bunu. Ben de böyle yazabilmeliydim ve daha 20 yaşındaydım!

    Maltepe'deki o halimle konuştuğum bir yazı yazmalı belki de. (çok yakında!) Zeka ve Edebiyat seksi bir şey değil mi, diye başlayan :)

    YanıtlaSil