30 Ağustos 2012 Perşembe

- Peki sizin yapabildiğiniz ne? -


Radikal Genç
27 Temmuz 2008 


Ergenekon soruşturması hakkında yapılan tartışmalar, sol düşüncenin soğuk savaş dönemi etkisinden çıkmasının önemini göstermekte. Aslına bakarsanız bu çıkış (hatta kurtuluş) Türkiye’de bu tartışmalarla sağlanmakta. Nedeni oldukça açık: çıkış sürecini besleyecek, sonrasını taşıyacak bir sosyalist partinin yoksunluğu. Bu yüzden ne oluyor? Belli yayın organlarında köşe edinmiş aydınlardan bu yoksunluğun tarihsel nedenlerini okuyoruz. 12 Eylül öncesi sol ve darbeciler konusundaki ortak paydada darbe anayasasının değişmesi ve darbecilerin yargılanması var. Darbe buhranından çıkışla 1990’ların başında küçük küçük dile getirilebilen demokratikleşme talepleri yeni bir şey değil. Yeni olan, solun içinden gelmesi dolayısıyla kendini halen sosyalist olarak gören birilerinin darbe anayasını değiştirmemek için ellerinden geleni yapmaları. Eski TKP Genel Sekreteri Nabi Yağcı’ya göre Türkiye’deki sol, değişimci bir güç olmaktan çıktı. CHP Ergenekon’nun avukatlığını yaparak statükocu olurken diğer bir kesim de “kendi aralarında kapışsınlar” mantalitesiyle Sovyet dönemi solculuğuna devam ediyor. Murat Belge bu duruşların nedenlerini şöyle sıralıyor: birincisi, AKP’nin yararına olan her türlü gelişmeye karşı olmak. İkincisi Türkiye’de solun devletçiliği ve emperyalizm karşıtlığını değişmez ve değişmesi teklif dahi edilemez ilkeleri olarak içselleştirmiş olması ve kemalizmi de bir çeşit komşu ideoloji olarak görmesi, Belge için sonuncu neden olarak en önemlisi ise Türkiye’de Soğuk Savaş döneminde biçimlenen solun savaş sonrası değerlere ayak uyduramaması. Bu bağlamda, Ergenekon’dan haberdar olan köşe yazarlarının böyle bir örgütü haber etmeyişlerini açıklabiliyoruz ama hangi bağlamda Susurluk olayına karşı durduklarını anlayamıyoruz tabiki. “Ötekileştirme” öyle bir şey ki, bir zaman sonra öteki üzerinden kendini tanımak zorunda kalır insan. Berlin Duvarı yıkılana kadar Batı’nın ötekisi sosyalizmdi. Türkiye’nin iktidarı da muhalifi de buna göre konumunu almıştı. Bugün Batı, sosyalist “öteki”sinden türettiği tetörist “ötekisi”yle korkularını, korkuları üzerinden yaşam şeklini belirliyor. Susurluk’a karşı çıkmak başka bir şey, “Susurluk’un ortaya çıkmamasına karşı çıkmak” başka bir şey. Bir ülkenin her anlamda biçimlendirilmesinden bahsediyoruz. Kimin hangi tarafta niçin olduğu belli olan bir toplum yaratılmak istenen. Tarafları yönlendirmek ve her zaman belli bir zümrenin bir adım önde olmasını sağlamak amacıyla insanların önüne savunduklarını düşündükleri bir şeyler atmanız gerek. Susurluk, bir kazaydı. Planlanmamıştı; ama biliyoruz ki sonrası gelmedi.

Ergenekon davası AKP’nin kapanma davasına karşılık hızlanmış olabilir, bu mümkündür. O halde bu davanın demokrasi için sonlanmasının en başta gelen takipçileri sosyalistler olmalıdır. Bu kadar basit, bu davayı savunuyorsanız iktidar destekçisisiniz gibi bir düz mantık sağlıklı bir duruş, yapıcı bir politika olabilir mi?  Bu tutum, “Susurluk gerçeğinin ortaya çıkmamasına karşı olma” tutumundan bir adım ileriye götürebilir mi bizi? Susurluk, ergenekonun sadece bir uzantısı oysa ki. Gün geçtikçe açığa çıkıyor. Ve artık “Ergenekon gerçeğinin açığa çıkmasına” karşı olunuyor. Hürriyet gazetesinden Yılmaz Özdil,   Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilcisinin tutuklanması üzerine, “Mustafa Balbay gibiler içeri girecek ki, öbürleri dışarda gezebilsin, kıyaslanmadan.” diye yazabiliyor çünkü darbe anayasasının yarattığı iktidar ilişkileri içinde varlığını sürdürebiliyor. Diğer taraftan üniversitedeki sosyalistliğinden bir şey eksiltmediğini (ve ona bir şey eklemediğini) kendine kanıtlamak adına gelişmelerin kendi sorunu olmadığını yazarak, darbe girişimlerine “izleyici” kalan bir sol var ki rüzgar durulduğunda anti – emperyalist kalabildiğini düşünüp bununla övünebilecek. Evet bütün bunlar da o sosyalist partinin yokluğunu açıklıyor. Bu kadarını yapabiliyorlar demek ki. Yoksa insan neden elinden geleni yapamasın ki?

Peki sizin yapabildiğiniz ne?

                                                                                                             

Ömer Laçiner, "Sosyalizm siyasi olmak zorunda değildir."


Bahar Topçu: Son yazınızdan sonra, soldaki ayrılığı bir kez daha netleştirirken sosyalizmin yeni baştan tanımı nasıl mümkün olacak?


Ömer Laçiner: Birikimin ilk çıktığı zamanlardan beri bir şekilde insanlardan umut kesmiyorsunuz. Hatalar, yanlışlar görüyorsunuz, bir yığın eleştirdiğiniz şeyleri görüyorsunuz. Halen değişim olmayabiliyor. Bu insanlar genç insanlar çoğu zaman, bu işin bu kadar kalıcı olabileceğini sanmıyorsunuz. Buna inanmak istiyorsunuz.
90lı yıllar büyük hayhuy ile geçti. Fırsat buldukça biz bu talebimizi yeniledik. Gelin bunu beraber yapalım, diye. Fakat dedik ki herhalde insanlar buna pek kulak asmıyorlar. Sonra 1996 yılında ÖDP’nin kurulması için bir takım teşebbüsler oldu. Ben onun ilk toplantılarına katıldım ve bugün de söylediğim şeyleri söyledim. Fakat o toplantılara katılanlar solun çok değişik kesimlerinden geliyorlardı ve anlaşıldı ki bunlar böyle zor işlerin altına girecek adamlar değiller. Böyle bir inançları yok. Yani, bugün ben bunu bu kadar açık söylemem ama bunların sosyalizme inançları yok aslında. Sosyalizmin temelindeki değerlere inanmıyorlar. Bunu biliyorum ben. Dünyanın pratiğinden gördüm. Şunun için söylüyorum. Sosyalizm dediğimiz şey, aslında bütün bilimler gibi, bilimlerin de bir varsayımı vardır tam bir ispatı mümkün değildir, onu öyle varsaymak zorundasındır. Tıpkı geometride iki doğru sonsuza kadar kesişmez ve bu yüzden paralelin kesişmeyeceğini söylersin. Öyle kabul etmek zorundasın. Sosyalizmin de temelinde şöyle bir inanç vardır. İnsanlar kapasite olarak eşittirler, eş değerdirler ve buna inanmak zorundasınız. Bu inanç olmadan sosyalizm bir politikaya döner. Dünya ve insan görüşüdür sosyalizm. Temelinde bu olmak zorundadır. İçinde yaşadığımız dünyanın insan ilişkilerinin bütün olumsuz görünümlerine rağmen buna inanmaya devam ediyorsunuz. Dine inanmak gibi, tanrıyı görmezsiniz ama var olduğuna inanırsınız.
Ben tabii zaman içinde bunlar üzerine düşünürken kaynağının bu olması gerektiğinin, eşitlik dediğimiz şeyin hakketten imal edilmiş olması gerektiğini söylemek gerek. Fakat bu çıkacak sayıda da yazdım, eşitlik dediğimiz şey herkes eşittir lafı herkesi birbirine benzetmek gibi bir şey değildir. Eşitliği savunmamın, bir ideal olarak benimsememin sebebi şunu görmüş olmam; ben insanların, insanın kendini insan yapan şeyle – yapma, bilme, icra etme, düşünme, merak etme, bir estetik üretme, bir ahlak üretme yetileri -  bütün bunların karması olan salt insana özgü vasıfları bir bilinçle kullanabilmemin türevi olarak zaten eşitliğin ortaya çıktığını düşünüyorum. Çünkü bu yetileri gerçekten hakkıyla kullanabilen insan çok temelde, adeta uzaktan gelen bir fikir gibi şunu hisseder, ben insanım ve aslında okuma yazma bile bilmeyen bir insan bir kapasitedir. Buna inanacaksınız ve davranışlarınız da ona göre olacak. Örneğin şu veya bu nedenle, bilmediği için ya da koşullar nedeniyle o kapasiteyi kullanamıyor olabilir ve ya gizli olan bir yetenek belki de bugün uygulanabilir bir biçim olmadığı için öyle kör kaldı. Kullanılmadı. Siz mesela bir matematik yeteneğinizin olduğunu hiç bilmeyebilirdiniz. Resim diye bir şey ortaya çıkmadan evvel bunun bir yetenek olduğu da bilinmezdi. Dolayısıyla biz bugün değilse bile gelecekte insanlarda bulunan, bugün henüz biçimlenmemiş bir takım yeteneklerin de ortaya çıkabileceğine, o yetenekler sayesinde yaratıcı şeylerin ortaya çıkabileceğine inanırız, bekleriz. En azından tarihimize bakarsak insan tarihine bakarsak bunları görürüz. Belirli durumlarda, bir takım insanlarda hiç ummadığınız vasıfların olduğu ortaya çıkabilir. Bir de bu bakımdan da her insan potansiyel kapasiteye sahiptir ve insanlığın elindeki imkânları kullanabilmesinin birinci amacının da bütün insanlardaki, insana özgü olan, onu insan yapan ve dolayısıyla kullanıldıkça onu insanlaştırabilen bu yetenekleri ortaya çıkarabilmesi. Bu nedenle eşitliği demin de söylediğim gibi bir, insani yeteneklerin türevinde olan bir şey olarak; ikincisi de belirli bir gelişme aşamasından sonra bu yeteneklerin geliştirilmesinin ancak o insanların bütün bunları birlikte yapabilmesiyle, birliktelikleriyle, bütün insanların katkısıyla eser verebileceğini düşündüğümüz bir inançla bunu savunuyoruz. Eşitlik kavramını böyle yaparız ve sosyalizmin eşitliğin bu çeviriminin gerçekleştirilmesinin yolu, asli görevinin bu olduğunu söyleriz. Dolayısıyla insanları eşitleyeceğim diye uzunların kafasını koparmak, şişmanların orasını burasını kesmek gibi bir şey değildir eşitlik.
İnsanları sadece ve sadece dünyevi ihtiyaçları üzerinden eşitlemek de değildir. Defalarca anlattığımız gibi zaten, modern çağa girildiğinde insani yeteneklerin bu kadar birden bire çok görkemli bir öne çıkışı, bilimlerin sanatların ortaya çıkışıyla ortaya çıkan büyük dinamizmin 19. 20. yüzyılları yaratan bu büyük hareket, büyük gelişim hızlanarak devam ediyor. Son 20 yıla bakarsanız, 20 yıl önce kullandığımız bir şey sizin gözünüzde antika gibi görünüyor. Bizler o zamanları da yaşadık. Bizim zamanımız kanılar zamanıydı. Ben, telefonu henüz görmemiştim. Masadaki o kapkara telefonları görmediğim olmuştu. Şimdiki nesil bilgisayarla doğuyor. Ve 8 yaşında bilgisayarı kullanan çocuk 11 yaşına gelene kadar biliyoruz ki o bilgisayarı 3 – 4 kere değiştirecektir. Eskiden bunlardan bir tanesini 20 sene kullanırdın.

Bahar Topçu: Bu değişim içinde doğmuş olmak, onu anlamak için yeterli mi?

Şimdi tabii ki gene son yazıda da belirttim. Bizim, kendilerine ulaşmaya çalıştığımız nesiller, kuşaklar bir değişimin içinde doğdular. Biz daha yavaş bir sürecin içinden geliyorduk. Bizim için sabitler vardı. Şunu anlatmaya çalışıyorum. Biz daha yavaş bir değişim süreçten geliyoruz. Dolayısıyla, biz bir takım sabitlerle kararlar verebilir, istikbalimizi düşünebilirdik. Kendimize bir gelecek tasarruf edebilirdik. Ben bir meslek düşünebilirdim ve düşündüğüm bu mesleğin beni kırk yıl idare edebileceğini düşünürdüm. Sen bunu düşünemezsin. Sen şu endişeyle yaşıyorsun, dört sene sonra benim yaptığım şey kalmayabilir. Ben o bakımdan donanımımla adapte olabileceğim başka mesleklerin de olabileceğine zihnimde bir tutmalıyım. Hayat böyle artık.
Her şeyin süratle değiştiği bir zamana doğdun ve bu senin doğal ortamın. Onun için bizim gibi, bu nerden çıktı demiyorsun. Normal bu senin için. Bununla yaşamak, hayatını bununla devam ettirmek, normal saymak, her şey değişiyor ne yapmalıyım duygusuna kapılmamak ve sen durumlar ne olursa insanların sormaktan edemeyeceği soruların cevaplarını arayacaksın. Bu soruları soracaksın. Hem kendin için soracaksın hem kendini ait saydığın birincil topluluklar için yine ilgilendiğin kadar insanlık için soracaksın ve böyle bir ortamda bu soruların cevabını arayacaksın. Ortamın böyle olduğunu ve bu hızın daha da artacağını kestirerek. İlk defa böyle bir hareketliliğin içine giren adamsa ayakta duramaz. O, bir halin içinde durmaya alışmıştır. Sizin kuşaklarınız ve sizden sonrakiler de durmaya alıştılar artık, bizim gibi değiller. Değişmeyen tek şey, benim vaktiyle kendi şahsi var oluşum hakkında sorduğum sorulardır. Cevaplar farklı olacak, benzer dahi olsa o cevapları uygulamaya konulmasında kullanılan araçlar değişecek. Bizim şimdi yaptığımız, sosyalizm yeniden tanımlanması gibi bütün bu konularda bir takım genel çerçeve söylüyoruz. Biçim söylemiyoruz, titizlikle kaçınıyoruz.

-      Neden?

Bu biçimi bulabilecek olanlar insanların kendileri, böylesi çok daha iyi. İnsanlar, bizler bir şekilde bunun cevaplarını verdik ve bir şekilde gidiyoruz ama.

-      Birikim dergisindeki son yazınızda artık Ortodoks Marksistlerin verdikleri cevaplarla Sosyalizm yeniden tanımlanmayacağını mı söylüyorsunuz?

Bunlar Marksın ne dediğini anlamıyor. Şimdi bu son yazıda onu söyledim. Şöyle bir şey yazdım, onun için söylüyorum. Arka planında yazdığım, Marks’ın kapitalizm analizinde sade bir paylaşım analizi tasarlamadığını gösteriyor. Sorunun çözümünün Özel mülkiyet ya da devlet tercihinde olmadığını biliyor, son derece farkında bunun. Daha derininde bir döndüğünü biliyor.

-      Devrimlerin Marks’ın da öngördüğü, gerçekleşmesi için kapitalizm yaşanması gerekir dediği yerlerde gerçeklememesi…

Marks’ın onu söylemesinin anlamı başkadır. Zannediyorlar ki adam kâhinliğe soyunuyor. Adam buna soyunmuyor. Adamın konusu başka, hayatının sonlarında Rusya’daki köylü komünleri inceliyor. Hindistan’ı inceliyor. Niye değişmiyor bunlar diye, kast niye burada olmuş? Çünkü sınıf değil kast başka bir şey. Marks’ın problemini anlamıyorlar. Kendi dünyalarına indiriyorlar, orada da komik bir problem çıkıyor. Marks daha farklı bir sosyalizm düşünüyor. Anlayabildiklerini anlıyorlar.
Rahle - i tedrisin geçti derler Osmanlıda. Marks’ın da rahle i tecritsen geçmiş arkadaşları Almanya’da diğer sosyalist gruplarla oturup tartışıyorlar, 1870’lerde Alman Birleşik Sosyalist Partisini kuruyorlar. Ve en sonunda iftiharda GOTA programı derler buna. GOTA programını yazıyorlar ve Marks’a gönderiyorlar. Marks bu programı alıyor, okuyor ve bütün satırlarının yanlış olduğunu söylüyor. Bizim solcular bunu anlamazlar bile. Bu eleştirinin sonunda, “Söyledim ve ruhumu kurtardım” der. Bu ne rezilliktir demeye getirir. Fakat GOTA programını okursanız, bu programda tanımlanan sosyalizmin buradakilerin sosyalizm dediği şey olduğunu görürsünüz. Marks başka bir sürü şey anlatır fakat o insanların anlayabildikleri ve işte bugün de belasını çektiğimiz bir sosyalizmdir bu.



-      Neden böyle algılanıyor peki?

Çünkü bu geleneksel sosyalizm anlayışı böyle bir devrimci düşünce felan değildir. Devrim yapmak, devirmeyi düşünmek gibi bir şey. Ama devrim o değildir. Devrim, Newton fiziğine inanan biri için Einstein fiziğidir. Zamanın yavaşlaması gibi bir şey Newton’cu için saçma sapan gelir, anlamaz. Onun problemini anlamazsanız. Sizin de orada görebileceğiniz şey saçmalıktan başka bir şey olmaz. Edebiyattan bahsediyor işte, diye düşünürsünüz.

-      O zaman sosyalizmin yeniden tanımlanmasından bahsederken, sosyalizmi GOTA programındaki gibi anladık şimdiye kadar; ama bir dakika burada farklı bir problem var aslında diyebilmekten bahsediyorsunuz.

Bunu derken, evet insanlara durup düşünmelerini gerektirebilecek olan şeylerden bahsediyorum. Bu yaptığımız şeyin bir yanı. İkinci yanı şu vakti zamanında mesela hareketler, deneyimler sadece bizim gördüğümüz şeyler değil, başkalarının da deneyimleri var demeye çalışıyoruz. 80’lerden itibaren dünyada da görülen ve bizim için bilimsel teknolojik devrim anlamına gelen gelişmelerin bir takım unsurlarından söz ediyoruz. Bir bilgisayar, genetik bilim ne demektir? Bütün bunlar bizim dünya ve insan tasarrufumuzu kökünden değiştirebilecek olan şeyler. İnsanlık, insan ilişkileri konusunda neler yapabileceğimizin sınırları konusunda çok ileri bir atılım, genişleme sağlayan şeyler bunlar. Yine aynı şekilde bizim kendi dünyamızda yapabileceğimiz değişikliklerin ne kadar sınırsız olduğunu da gösteriyor. Bütün bunlara bakınca insanlık kendi geleceği konusunda çok daha radikal şeyler düşünebilir. İnsanların yapma, yaratma ve bilme yetilerini kullanma konusunda eş değer hale gelebilmeleri için psikanalizden genetiğe kadar bizim değiştirilemez zannettiğimiz önünde durakladığımız pek çok engeli aşmamızı sağlar. Bütün bunların aşılabilmesini mümkün kılacak ve aşılabileceğini ön gören bir yeni tasarım yapmak zorundayız, diyoruz. Dolayısıyla sosyalizm mücadelesinde mesela bizim solcularımız kapitalizm bir krize girer, o krizin bir noktasında da biz bunları oyarız, diye söylerler. Bir fırsat çıkacak karşılarına, pat diye iktidar olacaklar ve sosyalizmi kuracaklar. Bu oluncaya kadar da iktidarı devirme gücünü ellerinde tutabilmek için kitlesel güce ihtiyaçları vardır. Onun için de işçilerin iktisadi kaygı ve talepleriyle uğraşırlar; çünkü işçileri neferleştireceklerdir. Onlar –yani işçiler- komünizm kuracak değillerdir; bunlar beyinsiz oldukları için beyin olan partilerimiz onlara kuracaklardır. Bundan dolayı kriz anını beklerken siz burada işçileri etrafınıza toplayabilmek için bir takım sorunlar bulmalısınız, o sorunlar için çalışarak onların desteğini kazanmalısınızdır. Ben diyorum ki eğer biz durup da toplumda işçiler, geniş yığınlar için bir şeyler yapacaksak onlar iktisadi mücadelelerini veriyorlar; bunun için bizim bilgimize ihtiyaçları yok çok fazla. Sen de iktisadi bir mücadele veriyorsun. Seninki ondan neden daha az kutsal olsun ki? Ama toplumun kaynaklarını, imkânlarını insanların yeteneklerini geliştirebilmeleri, daha donanımlı hale gelebilmeleri, hayatla ilişkiler karşısında korunaksızlıklarını giderebilmeleri ve birden bire tutunamayan insanlar haline gelmelerini önleyici olanakların o insanlara verilebilmesi yönünde kullanabiliriz. Mesela bütün bu bizim toplumdaki işlerin paylaşım sistemini sorgulamak için oturalım bütün insanlara şunu soralım mesela, sen sabah işe nasıl gidiyorsun? Ne güzel bir iş yapmaya gidiyorum mu diyorsun yoksa lanet olsun bu işe mi diyorsun? Peki, niye buna mecburuz? Bazı işler var yaptığımız işle gururlanıyoruz. Sanatçılar böyledir mesela. Sanatçıların duydukları hazzı neden biz duymuyoruz, sadece sanatçılara mı mahsus bunlar? Veya bir takım bilim adamları…

-      Ama genelde herkes, sevmediği işi yapmanın asıl iş olduğunu düşünür ve “emek” harcamanın ondan yorulmak onun için üzülmek, fedakârlık yapmak demektir…

Bunun için de işteki yükümlülüklerini azaltmak için uğraşırlar mesela. Bizi insan yapan çalışmaktır. Çalışmak bizim için bir eziyet haline geldiği andan itibaren köle gibiyizdir.

-      Hatta siz Santralistanbul’daki konuşmanızda beyaz yakalıların da işçileştirilmesinden tam da bu manada bahsetmiştiniz. Üretimin beyin tarafı olacaklarını beklerken, yapmaları beklenen işe kaçınılmaz olarak indirgendikleri bir çalışma sistemi var.

İçlerinden bir kısmı belki bu olabiliyor; ama o bile daraltılmış ve indirgenmiş bir iş oluyor. Bu iş dediğimiz şey nasıl bir şey? Bütün bu soruları sormamızı acilleştiren bir başka şey de bilgisayarın işe girmesiyle birlikte pek çok iş ortadan kalktı, pek çok iş statüsünün diplerine gitti. Ve şimdi artık herkes doktorlar, mühendisler, mimarlar herhangi bir bilimsel programın canlarının okuyacağını biliyorlar. Peki, bu ne demek? Bir takım romanlar, filmler çok simgeseldir. Frankenstein mesela vakti zamanında insanın kendi yarattığı şeyin kendisine karşı dönmesini çok güzel anlatır. Önce işçilere karşı çıktı bu durumun. Kapitalde bu durum o kadar güzel anlatılır ki. Kendisine bir düşman gibi gelir, bilim ona düşmandır. Bizim çocuğumuzdu bilim, şimdi babalarını teker teker katlediyor. Bunlar kol işçileriydi. Şimdi artık yavaş yavaş kendilerini kafa emekçisi olarak görenler de aynı şeyi yaşıyorlar. Bizi insan yapan niteliğin bizim aleyhimize dönmesini nasıl bir şey olduğunu sormuyor muyuz? Bu sorgu geleneksel sosyalizm dediğiniz şeyde yoktur. Kapitalizm zaten sormaz. Kim soracak o zaman bunu? Biz bu soruları soralım ve bu işi yeniden tanımlayalım. Daha doğrusu çalışma dediğimiz şeyin iş haline formatlanmasının neden zorunlu olduğunu sorgulayalım. Belki başka bir şey mümkündür.

-      Peki, nasıl bir şey çıkmasını beklersiniz?

Dediğim gibi bugüne kadar formüller söylemedik pek çünkü burada ortaya çıkabilecek olan perspektifin bir ortak eser olmasını düşündük. Bu nedenle de ben yaptım, oldu, yapmadık. Düşünmedik.

-      Bu çağrınıza cevap veren de olmadı.

Olmaz, burası Türkiye. Bunu da yazdım ben. Bunu da söyledim. Durum bu. Biz bunu katılan insanlarla yapmaya çalıştık anlaşıldığı kadarıyla. Zaten kendisini mahkûm etmiş insanlar. Sosyalizmi yeniden tanımlamak, dünyada bile pek kimsenin söylemediği bir şey. Biz bunları söylüyoruz ve burada yapabileceğimizi söylüyoruz. Bu bizim boyumuzu aşan bir iddia. Benim boyum da epey uzundur. İnsanlar, bana mı kaldı ya da sana mı kaldı diyorlar. İthal ikameciyizdir. Birisi yapar ve bunu alırız.

-      Birikim dergisinin ilk çıkmaya başladığı zamanlarda dışarıdan yayınlanan yazılara da ciddi eleştiriler geldiği de olmuş.

Dünyada üretilmiş birinci sınıf bir malzemeyi getirmek istedik.  İnsanlar bilgi malzemesiyle karşılaşsın istedik. Yapmamız doğruydu yani. Son zamanlarda işe yarar yazı yok.

-      Neden?

Bilmiyorum. Nedenleri hakkında bir şeyler söyleyebilirim ama. Burada belki de en önemli faktörü şöyle anlatabilirim. İbn-i Haldun’un bir asabiye kanunu var. Toplumların bir noktadan sonra asabiyesinin kaybettiğini söyler. Bu asabiye kavramı bir dayanışma, bir de iç coşkudur. Avrupa’da Batı uygarlığı asabiyesini kaybetti. Şimdi böyle dekedans dönemlerine özgü şeyler oluyor. Batı’da moda olan adamlara bakıyorum mesela. Zizec mesela, oldukça retorik buluyorum. Her şey var. Psikanaliz, nükleer fizik o var bu var. Bana ne diyor? Çoğunluk? Bunlar şık laflar; ama bir anlamı yok.

******

— Bu tartışmaların başladığı Ergenekon ve AKP’nin kapatılma davaları sürecinde solun aldığı tavır da tartışılırken 2008’in Ağustos ayında sizin Radikal2’de yayınlanan bir yazınızda aslında çok da net anlatmıştınız tutumunuzu. “…Bu etkilenme nedeniyle, çoğu kişi çok daha haklı, sağlam ve geniş ufuklu bir zeminden konuştuğunu bilmesine ve inanmasına rağmen, söz konusu “klasik” formatı sürdürenler karşısında kendini savunma konumuna çekip bunların ithamlarını savuşturmaya çabalamaktan kendi asli meramını anlatmaya fırsat bulamıyordu. Oysa durum tam tersine olmalıydı; olmalıdır ve er geç de olacaktır.”
    Bu yıl içerisinde de Birikim Dergisi’nin 250. sayısında Ahmet İnsel’in Murat Belge ile yaptığı röportajda Belge Birikim Dergisi’nde amacınızın, “İnsanın kendisine karşı demokratik olmasını sağlamak” olduğunu söylüyor. Birikim bu yıl içerisinde sol ve ilahiyatı konu alıyor örneğin…

Bizler bir sosyali algılar ve yorumlarız. Ama bu yorumlayışın, ele alınan konudan bir anlam çıkartması için kanıtları olması lazım. Ben böyle düşünüyorum diyemezsiniz. Bilimsel olmakla, yani bilimin bilgi üretme metodunu kullanmakla bilim olmazsınız, metodu kullanırsınız. Ve bu metotları kullanıyor olmanız elde ettiğiniz şeyin bilimsel bilgi olduğu anlamına gelmez. Bu bir yorumdur. Her zaman yorum olacaktır. Bilgi değildir.
Bizim Birikim’in ilk çıkan yazılarında vardır. Benim de eskiden söylediğim bir şeydi. Murat buna “Sosyalizm bir ahlaki tercihtir” dedi. Kıyamet koptu. Nedir yani sosyalizm? Bir bilimdir diyorsunuz. Artı bilim bir eleştiridir ve sorgular. Bilginin gelişmesi de ancak eski bilginin sorgulanmasıyla ortaya çıkar. Sabiti yoktur. Ahlaki bir seçim olduğunu söylüyoruz. İnsanlar belirli bir durumda bir şeye karar verirler, başka şeye de karar verebilirlerdi. Sosyalizm olacaksa bizim kararımızla olacak. Karar vermemizle olacak. Yoksa maddenin kanunları gereği kaçınılmaz olarak olacak bir şey değildir. Bambaşka bir şey de olabilir. Tarihlerini insanlar yapar. İnsan, tarihini yapabildiği için insandır. Biz kendi kaderimize hükmedebiliriz. Keyfince yapmayadabilir. Vakti zamanında sosyalizmle ilgili bütün bu itirazlarımızı söylerken şimdi sol harekette geleneksel sosyalizmin yanlışlarından söz ettik. Sosyalist hareket kendisini siyasi bir hareket olarak tanımlar. Bununla da iftihar eder. İlk bakışta buna doğru anlamını veriyorsan bir şey denmez. Siyaset çünkü insanın birey olarak, topluluk olarak, toplum olarak kendi kaderiyle kendi var oluşuyla ilgili sorunları tartışmak konuşmak demektir. Siyasi görüşler münakaşasında ya da siyasal mücadelede şöyle bir tavır da alabilirsin; karşımdaki adam benim rakibim hatta düşmanımdır. Ve eğer bir konuda fazla ileri giderse onu imha da edebilirim, diyebilirsiniz siyasi mücadelede. Carl Schmitt, Nazilere akıl hocalığı yapmış olan sağın çok etkili düşünürlerinden biri. Mesela, “Egemenlik istisnaya karar verendir” gibi otoriter bir özdeyiş haline gelmiş lafları vardır. Ve bu adam mesela siyasetin bir tür savaş olduğunu söyler. Yani siyasette, karşınızdaki düşmanınızdır. Ve bu Machevelli’nin söylediği modern siyaset teorisini en mantıklı uçlarına kadar götürmektir. Eğer egemenlik iddiasında olan birisi varsa başka egemenlik iddiasında olanları ezmelidir. Bu ne kadar suntulu laflarla söylenmiş olursa olsun doğa yasasını tekrar etmektir. Doğada da aynı alan üzerinde farklı beklentileri ya da istekleri olan iki hayvan o alanın hâkimiyeti için çarpışıp ötekini düşman görürse siyasette de onu yapıyor yani. Siyasal öğretisi bunu gerektiriyordur. Fakat sosyalizm siyasi olmak zorunda değil; sosyalistler bütün insanlığa hitap eder. Biz belirli bir noktada kavga etsek, ne kadar ileri gidersek gidelim karşımızdakinin insan olduğunu unutmamak durumundayız. O da bizim bulunduğumuz noktaya gelebilir. Orda ona da yer vardır. Bunu unutamazsanız. Zaten unuttuğunuz anda sosyalizmden çok ciddi bir pay gitmiş demektir. Biz de bunları anlatırdık. Sosyalizm başka bir şey olmak zorundadır ve bunda da samimi olmak zorundadır. Biz siyasette birileriyle karşı karşıya geldiğimizde tabii ki onlarla olan farklılıklarımızın, söylemlerin çok daha ötesinde daha derin bir ayrılık var aramızda deriz; ama bu onları düşmanlaştırmamızın gerekliliği olamaz. Sadece, eğer bir çözüm olacaksa onun da bu çözüme katkıda bulunması onun için de çözümdür. Çünkü biz eğer toplum halinde, topluluk halinde öteki insanlarla ilgili ortak sorunlarımız üzerinden bir siyaset yapıyorsak o insan için de bir şey söylüyoruz demektir ve o insanın da bu işe gönüllü olarak katılabilmesini sağlamak başlangıçta buna karşıysa da eğer sen onu ikna edebilmişsen bu istenen bir sonuçtur sosyalizmde. Biz kötü köpek felan değiliz yani bu bakımdan öyle bir siyaset anlayışında olamayız. Ben gerektiğinde en sert mücadelenin de yanındayımdır yumuşak bir yanım da yoktur, kavgaysa da kavgadır yani ama bunu unutmadan yaparsınız ve hiçbir zaman işin insani mücadelelerde kullanılabilecek yöntemlerin dışına siz sapmazsınız. Sapmadılarsa da karşılık verirsiniz meşru müdafaa halinde. Bu kesinlikle böyledir. En iyi müdafaada şiddet yoktur. Her zaman biz o konuda şiddetle konuşulduğunda, silah söz konusu olduğunda biz müdafaadayızdır.

— Galatasaray Üniversitesi’nden bir yükseklisans öğrencisi, Kronik Muhalif yazarlarıyla röportaj yapmıştı. Çünkü tez konusu 68 kuşağının kitle hareketi ve bu hareketin sonrasındaki kuşağın – sizin de anlattığınız gibi değişimin içine doğmuş bizlerin – dönemin yeni araçlarını kullanarak sosyalizmi konuşması, geliştirmesi ve siyasetini yapması üzerineydi. Bir taraftan bizler rakamlara bakmadan ulaşabildiğimiz kadar kişiye ulaşmaya çalışıyoruz; ancak diğer taraftan da metinler giderek sadece ilgilenenle, o işle profesyonel olarak ilgilenenler içinde yalnız bırakılıyor. Bu yeni kuşak, yeni araçlarla nasıl bir mücadele içinde ve gelenekten gelen tecrübelerle daha verimli neler yapılabilir, soruları için Birikim Dergisi neler söyleyebilir?

Birikim tabii ki bir misyon dergisi. Başka türlü gitmez. Pek çok arkadaşımız da en az bizler kadar katkıda bulunuyor ve katkıları oranın sahipleri oluyorlar. Birikim de iletişim de öyle bir yerdir. Birikimi finanse edebilmek için İletişim Yayınları kuruldu ve İletişim Yayınlarına da bakarsanız, biz Türkiye toplumunun bütün ilgi alanlarıyla ve bütün lehçeleriyle ilgilendik. Çünkü bu toplumun içinde yaşıyoruz. Tamamıyla ilgilenmek zorundayız. Bu toplumda ciddi fenomenlerin her biriyle, o toplumun onu ciddiye aldığından daha fazla onunla ilgilenmek zorundayız. Din bunlardan biridir. Onun için de biz mesela sadece ikinci Birikim döneminde değil, ikinci Birikim döneminde daha belirgin bir şekilde bizim Dini dünyadan yazarlar birikimde yazdılar ama birinci Birikimi de incelerseniz İslami dünyada olanlara bizim her zaman ilgimizin olduğunu görürsünüz. Mesela hatırlıyorum, ilk defa bu radikal İslamcılık, İslam’ın böyle modern İslam yorumlarıyla yeni genç İslami entelektüeller bir dergi çıkartmışlardı. İslami dünyada bile kimse üzerinde durmuyordu. Biz tanıttık bunu Birikim’de. 1970’lerin dünyasında dini bir düşünce, dindar bir adama geri olarak bakılırdı ve onunla konuşan herkes ona akıl verirdi. Siz dindar olmayan birisisiniz ve dolayısıyla dindarlıkta kala kalmış olan birisiyle karşı vah zavallı edasıyla konuşabilirsiniz, bu çok normaldir. İkincisi bu adam nasıl düşünür, kavramları nelerdir, kaygıları nelerdir, dili nasıldır bunu bilmek de istemezsiniz ve buna ihtiyacınız da yoktur. Tıpkı burada bazı Amerikalıların gelip de herkesin İngilizce bilmesini şart olduğunu düşünüp davranması gibi. Anlamadığınız insanlara akıl vermeye kalkarsınız. Bizler kimin hakkında konuşuyorsak onun dilini öğrendik. Liberalle mi konuşacağız, biz liberalizmi öğrendik gittik. Bir sürü adam daha mezhebin ne olduğunu bilmiyor. Ukalalık yapıyor. Ne tarikatlardan haberi var ne İslam tarihinden haberi var, gerek de duymuyor ve bütün bunları bilerek konuşmanın gereğine inanmıyor. Bizim İslam dünyasıyla diyalogumuzun iyi olmasının birinci koşulu, biz birincisi onlara yukarıdan bakmadık. Bu bir ilke meselesi. Bütün insanlara, bizim inancımızda olsunlar ya da olmasınlar eşitimiz gibi davrandık. Kimseyi küçümsemedik. O da bir kaygıları, dertleri olan birisi ve onu dikkate almalı ve dinlemeliyiz. Bu şart. İki, dili biliyoruz ve dolayısıyla insanlar bize konuştular. Kalkıp bizim dindar olduğumuzu söyleyenler bile çıkmıştır. Bunları söylüyorum; çünkü biz bu ortamın içinden geldik. İçinden geldiğin ortama bir çeşit gönül borcunuz oluyor onun için de kolay kolay şey yapmıyorsunuz. Tabii ki yaptığınız işi engelleyecek bir noktaya gelmemeli ama bunlar da ortada. Hala şimdi açsanız 1990’ları, İslam’la flört ediyorlar diyenleri görürsünüz. Çünkü demin anlattığım mantık bu. Bir menfaat mantığı. Bir çıkarınız varsa birisine bir şey yaparsınız. Çıkarın dışında bir şey yapamazsınız. Siyasal bir çıkarınız vardır. O sırada İslami hareket yükseliyor. Onların dinlini bildiğimiz için bu insanlar bizimle konuşuyor diye bizim de mi çıkarımız var, hiç öyle değil. Şimdi hakça da konuşmak lazım bu konuda dürüst davrandılar. Bizi toplantılarına çağırdılar. Kendimizi esirgemeden konuşurduk. Ama biz tabii ki bu insanlara bir şey anlatmaya çalışıyorduk; kendi düşüncemizi, kendi inancımızı. Onların dili içinden anlatırdık. Bizler aynı şeyi anlatmanın çeşit çeşit dilden tarzını biliriz. Ne anlatmak istediğimi biliyorum çünkü. Bundan asla taviz veremeyiz, bunu indirgemeyiz.

-      Peki onlar?

Son derece samimi ve tutarlı olduğumuzu bilirler. Biz İslam’ı konuşurken dindar olmadığımızı açıklıklar söylerdik. Ateist olduğumuzu söyleriz. Pat diye. Bunu kimse söylemedi. Biz söyleriz. Ben tabii tam bir Müslüman sayılmam gibi laflar değil, dine inanmıyorum. Şimdi bunu bu insanlara söylediğiniz vakit bu insanda mesela tepkiden ziyade merak unsuru uyandırabiliyorsunuz. Ben senin dindar olmanın sebeplerini de anlarım ve benim sebeplerim de bunlar. Bunu paylaşan bir dilde anlatırsanız pekala da konuşabiliyorsunuz; ama o dediğim siyasetin, sizden farklı olanı düşman gibi görebilmeye yatkın mantığı düşündürmüyor bile. Karşınızda insanı denk göreceksiniz. Ne bir menfaat meselesi olarak göreceksiniz ya da neden onunla konuşuyoruz, ne çıkarım var benim. Hayata böyle bakarsanız bu başka bir şeydir. Bizim dünyamızın mantığı değildir.

-      Birlikte yaşayabilmek için bir yerden başlamak adına mı öncelikle böyle davrandığınızı söylüyorsunuz?

Birlikte yaşayacağız zaten. Bizim de lanet olsun demeyeceğimiz kurallar oluşturabilirsek… Bu bizim onlar oldukları gibi kalsını kabul ettiğimiz anlamına gelmez. Onlar bana, ben onlara telkinde bulunacağız. Ben sana doğru bildiğimi söylediğim gibi sen de bana doğru bildiğini söylersin. Karar bana ait. Bu kararı vereceksin diye ben sana tabancayı dayamadıktan sonra her şey mubah. Biz birbirimizle etkileşeceğiz ve kararımızı vereceğiz. Bunun bir medeniyetlik içerisinde olması lazım. Medenilik önemli bir şey. Medenilik insan ilişkilerindeki şiddet unsurunun azaltılmasıdır. Bunun azaltabildiğiniz ölçüde siz medenisinizdir. Eğer ben size karşı gerektiğinde fizik gücü kullanıyorsam ve bunu kullanabileceğimi de hissettiriyorsam bizim aramızda medeni bir ilişki yok demektir. Oysa güç gösterilerinden arındırılmış ilişkiler kurabilme yeteneği de insana mahsustur. Ve bunu yapabildiği oranda insanlaşır. Ha biz o bakımdan sosyalizm o bu derken bütün bunlar bunun zemininde olur. Bunun olmadığı, bir medenilik bilincinin oluşamadığı bir yerde sosyalizm de olmaz. Marks’a geliyorum şimdi. Marks, sosyalizm kapitalizmin en geliştiği yerde olur dediğiyle şunu anlatır. Çünkü kapitalizm deneyiminden geçmek lazımdır. Nitekim geçilmediği için, öyle bir birey ve bireysel sorumluluk olgunlaşmadığı için o toplumda sosyalizm de kendine göre oldu bir şekilde. Marks sosyalizmi yani o bireyleşme aşamasına gelip bunun da antagonizmasını yaşadıktan sonra insanın bu deneyiminin, bundan önceki deneyiminin de verdiği olgunlukla yapacağı bir ilişki olarak anlatır. Şunu öğrendik ve şunu söylüyoruz, sosyalizm ancak belirli bir kaliteye varmış olan insanlar arasında kurulur. Eşitlik de öyle. Eşitlik ham insanların arasında olacak şey değildir. Ham insanlar güç ve hiyerarşi isterler. Onun dışında davranamazlar. Eşit davranmayı bilmezler. Eşit davranmak bir olgunluk düzeyinde olabilir ancak. O olgunluk düzeyine vardığınızda siz o eşit davranışı gerçek paylaşmayı o zaman yapabilirsiniz. Mal paylaşmaya benzemez bu. Yani bu da insanın kendi insani niteliklerini salt insanı niteliklerinin ürünlerini, edinimlerini paylaşabilmesi başka bir şeydir. Gerçekten paylaşma, birbirine aktarma kanallarının oluşabilmesi belli bir düzeyde mümkündür. Onun için Marks sosyalizmin ancak kapitalizmin belli bir deneyimini yaşamış toplumların yapacağını söyler. Bu bir kehanet değildir. Ha şimdi bu mantıken böyledir. Tarihen olay farklı gelişir. İnsanlığın genel tarihine bakarsanız. Bayrak yarışı gibi, bir şeyi bir yere kadar getirir. Biz tabi başka bir tarih okuduğumuz için, gerçek ve karşılaştırmalı tarihten haberimiz yok çoğunlukla. 1600lerin dünyasında bir uygarlık ve ilerilik anketi yapılsaydı dünyanın en ileri toplumu Çin ya da Hindistan çıkardı. Çin tarihini biraz bilen birisi ilk makinelerinin orada yapıldığını bilir. Çin’in pek çok konudaki bilgisi ve ulaştığı en azından metin düzeyi kalitesi aslında Batı’nın çok ilerisindedir. 1830larda dünyadaki üretimin yarısını Hindistan ve Çin yapıyor. Mesela Türkiye’ye Amerikan bezi getiriliyor. Olağanüstü ucuz. Bezin tüketicisi yoksullar. E burada da onu alıyorlar ve tabii ki dokuma tezgâhları çöküyor. Ama mesela aynı İngiltere bunu Hindistan’da yapamıyor. Hindistan’da çünkü oranın geleneksel usulündeki dokumalar İngilizlerin getirdiği dokumalardan gene ucuz. İngiliz malı satılamıyor. Bu yüzden bütün dokuma tezgâhlarında insanların bileklerini kesiyorlar. Ya da Amerikalıların Latin Amerikalılara yaptıkları… Şimdi biz emperyalizm yaşadık diyoruz; bizde böyle numaralar olmadı ki. Bir Afrika’nın yaşadığının yüzde birini yaşadık. Biz emperyalizm görmedik. Afrika’daki bir beyaz adam nefretini anlamayız biz. Derinliğini anlayamayız. Öyle şeyler görmedik çünkü. Kıyısını gördük belki. Ve bizim zaten, bu adamlar bize küstahça davranıyorların farkına varmamız da 19. yy. ortasıdır. Çünkü adamdan saymıyorduk. Öyle bir kültürün içinden geliyoruz. Ve onun paniğidir. Cumhuriyet de zaten o paniğin içinde kurulan bir şeydir. Sonuçta siz onların hesabına düşünüp de şöyle oldu böyle oldu dememelisiniz Çin’in daha böyle ayrıntılı tarihini okuduğunuz zaman. Belki bundan 100 – 150 sene evvelinde bütün dünya batı uygarlığının bir parantez olduğunu söyleyecek.

-      Bir alternatif olarak mı?

Hayır, yine kapitalizm. O da kapitalizm. Çin şu anda adı komünist parti olan bir elit tarafından yönetilen bir ülke. Sosyalizm yok orda artık.

*****


29 Ağustos 2012 Çarşamba

ÜÇ BALE



İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin 2011 – 2012 programındaki Bale gösterilerinden “Üç Bale: Concerto Barocco, Creatures, Mi Favorita” farklı yönleriyle akılda kalıcı ve etkileyici.

***


CONCERTO BAROCCO

Öncelikle Concerto Barocco ile açılan perde, özellikle de koreografisiyle Bale’nin Türkiye’de görmeye alışık olmadığımız bir yorumu. Concerto Barocco’nun sadece Türkiye’de değil tarihsel anlamda da böyle bir özelliği var. Eserin bu özelliğini koreograf George Balanchine’nin dansı ve müziği ele alışıyla kazandığını söyleyebiliriz. 1930’lu yılların ortalarında Rusya’dan Amerika’ya geçerek “Amerikan Bale Okulu”nu kuran Balanchine, olay örgüsü olmayan ve dekorun kullanılmadığı yapıtlarında neoklasik balenin öncülüğünü yapıyor. 1941’de yaratılan Concerto Barocco’da da görebileceğimiz bu özelliklere ek olarak Balanchine, düşüncelerini harekete geçirmede müziğin ritminden ve ifade yapısından yararlanıyor. Johan Sebastian Bach’ın iki keman için yazdığı Re Minör konçertosunda ifade bulan Concerto Barocco, belki de bu nedenle sade ve akıcı; bir o kadar da zor ve akıl dolu bir koreografi. Seattle merkezli Kuzey Batı Pasifik Dans Okulu eski Sanat Yönetmenlerinden Francia Russell’a göre Balanchine’deki sadelik ve yoğunluğun birlikteliği dansçılar ve izleyiciler için bir devrim niteliğinde. Russell bu niteliği Balanchine’nin üretim sürecindeki J.S. Bach benzerliğine gönderme yaparak anlatıyor. Bach’ın, sanatsal kimliğinin yanında insan olarak da bir müzik işçisi, müzik ustası olması gibi Balanchine de kendisini dansın marangozu olarak görüyor. Bu nedenle de Balanchine’nin Concerto Barocco gibi yapıtlarında dansın emekçisiyle koreograflığın, müzik ile hareketin gerçek bütünleşmesini görebiliyoruz.


Concerto Barocco’nın tarihsel olarak bir diğer özelliği eserin 2. Dünya Savaşı yıllarına denk gelmesinden dolayı erkek dansçıların da az sayıda kullanılıyor olması. Amerika’nın savaşa dahil olduğu dönemde Günay Amerika turnesiyle sahneye konan Concerto Barocco, 1948 yılında Balanchine’nin en önemli koreografilerinden biri kabul edilir ve Amerikan Dans Okulu New York Balesi (New York City Ballet) olarak tekrar yapılandırılır. New York City Ballet de perdelerini Concerto Barocco açar…
Neoklasik balenin öncüsü Balanchine’nin Rusya’dan Amerika’ya geçişini Soğuk Savaş dönemi dünyası için önemli bir sembol olarak görebiliriz. Bu açıdan baktığımızda, 1950’lerde Bale’nin Paris ve St. Petersburg merkezlerinden çıkıp uluslararası bir sanat haline geldiğini görebiliyoruz. Dansçı ve koreografların Rusça isimlerle kendi milletlerini sakladıkları isimler geride kalıyor. Bale’nin nasıl olması gerektiği dünyada tek bir merkez tarafından belirlenmiyor. 1960’lı yıllara geldiğimizde ise Balanchine, bir süre soğuk ve mekanik bulunuyor. Soğuk Savaşın bitimiyle ise değişen dans anlayışı sonrasında koreografların tekrar üzerinde durdukları bir eser oluyor Concerto Barocco. 2010’da New york City Ballet sezona perdesini Balanchine’nin diğer iki eseri The Four Temperaments ve Symphony in Three Movements ile açmıştı. New York City Ballet ve dünyadaki diğer performansların bir bölümüne ya da fotoğraflarına resmi web sitelerinden de ulaşılabiliyor. Bu noktada, İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin hem Üç Bale’deki diğer performanslar ile hem de dünya sahnesindeki kısa örneklerle karşılaştırdığımızda concerto Barocco’nun hem fiziksel hem müzikal uyumun en düşük olduğu performans olduğunu söyleyebilirim.

CREATURES


“Creatures balesi üzerinde çalışırken, insan doğasının derinliklerine inen bir yol buldum. Bu kişisel deneyim yeni bir eserin odak noktası haline geldi. Creatures Balesinin tamamlanmış hali ilk kez 3 Şubat 2010’da Tokyo Balesinde sergilendi.
İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nde bu eseri sahnelemek harikulade bir tecrübeydi. Aynı zamanda bunun evrensel bir deneyim olduğunu da fark ettim.
İç dünyamıza erişmemizi sağlayan küçücük bir                         
anahtar şunu anlamamda yardımcı oluyordu…
Hepimiz biriz,”

Patrick De Bana



Yukarıdaki alıntıyı okudukça ve resme baktıkça “Creatures” ü anlatmak için öncelikle Patrick De Bana’dan bahsetmek gerektiğini sezinliyor insan. Bu bir tercih olmaktan çıkıyor. Dansı merak eden herkes Patrick De Bana’nın kim olduğunu bilsin istiyor insan. Bana, Nijeryalı bir baba ve Alman bir bir annenin oğlu olarak Almanya’da dünyaya geliyor ve bale eğitimini de Hamburg Bale Okulu’nda almaya başlıyor. 1987’de Bejart Balesinde (Lozan) baş dansçılığa yükselen Bana, beş yıl Lozan’dans ettikten sonra İspanya’ya geçiyor ve on seneden uzun bir süre Compania Nacional de Danza’nın baş dansçılığını yapıyor. Ünlü İspanyol yönetmen Carlos Saura’nın 2004’te “Iberia” ve 2006’da “Fados” filmlerinin koreografi ve danslarını üstlenen Bana, 2009’da Viyana’da “Marie Antoinette”yi yarattı.
Creatures öncesinde de Türkiye’ye gelen Patrick De Bana, İstanbul Devlet Opera ve Balesi ile de harika bir iş çıkarmış. Concerto Barocco’dan sonra yanıma gelip oturan iki İngiliz’in de söylediği gibi göz alıcı (İngilizce aynı zamanda çok parlak ve çok zeki anlamına da gelen “brilliant” sıfatını kullanarak…) bir eser. Üç Bale gösteriminden çıktığımda Creatures’dan o kadar çok etkilenmiştim ki bazen gözlerimi kapadığımda bana hissettirdiklerini hatırlamaya çalışıyorum.
Patrick De Bana’nın izleyici de evrenselleştiren bu tür diğer eserlerini de seyredebilmek isterdim. Mesela Paris Opera Etoile’i (yıldız dansçısı) Agnes Letestu ve kendisi için yarattığı Marie Antoinnette de öyle görünüyor. İDOB’un kitapçığında yazdığına göre sanatçı şu sıralarda Marinsky’nin dansçılarından Uliana Lopatkine ile bir dans solosu çalışmaktaymış. İşte bu haberi alınca İstanbul’daki diğer festivallere taş çıkaran bir dans festivali görmenin ne zaman nasip olabileceğini düşünüyorum. Yanıma oturan İngilizlerden biri New Adventures dans topluluğunun ortaklarından biriymiş. Onlar da Creatures’dan aynı şekilde etkilendiler ve Fulya’daki sahneyi de çok beğendiklerini söylediler. Bununla beraber koltukların çoğunun neden boş olduğunu anlatmaya çalışırken buldum kendimi. Kalabalıkların bakmadığı ya da görmediği her şeyin biraz daha değerli olabileceğine dair bir anlayış da var aslında burada. Sinema, tiyatro gibi sanat dallarında yeteneğin yeterli olup olmadığının konuşulabildiği bir ortam var. Mesela sinema sektöründe yetenek, yaratıcılık ya da tavır ve duruş sahibi yapıtların “sanat filmi” olduğunu söyleyip sektöre de ona göre ayar yapabiliyoruz. Bakıyorum da, dansın hiç böyle bir olanağı olmamış. İstanbul’a gelen birinin dans etmek istemeden gidebileceğini düşünebiliyor musunuz? Dolayısıyla üretim süreci için değerlendirebileceğimiz zenginlikler çok ham durumda. Sanat ya da dans sadece kendisiyle ilgilenirse o zenginliği kaçırıyor ya da tam tersi o zenginliğe bir sanatla yorum getirmediğinizde insanlara yönelik olamayabiliyor. Bir taraftan dünyada olup bitenlere göre davranmaya ve üretmeye çalışmak da ayrı bir sorumluluk. Türkiye’de sanatçıların önünde bunun için farklı engeller çıkabiliyor. Ekim ayında Haluk Bilginer, yetkisi olsa Devlet Tiyatrolarını kapacağını söylemişti. MilliyetSanat’ın Kasım sayısında ise DT Temsilcisi Atsız Karaduman cevap veriyor. Jale Parla bir röportajında “Edebiyat insandan uzaklaşmadıkça politiktir” demişti. Sanırım Türkiye’de bu durumu pek de yapıcı bir şekilde yaşamıyoruz ve aynı şey sanatın pek çok dalı için de geçerli. Sanatçıların icra ettikleri sanata dair duruşları, o sanatı üretim ve icra etme süreçlerini de doğrudan etkiliyor. Bu etkiyi yapıtlarında ve yaşamlarında da görebiliyorsunuz.


Creatures’da ise bütün bunları yoğun bir şekilde yaşadığınız günlük hayat ve ağırlığını hissettiğiniz seçimlerinizden hafifleyerek yükselip kendinize, kendi içinize bakma deneyimini yaşıyorsunuz.
Creatures benim için de hepimizin bir olduğunu yaşamanın çok güzel ve anlamlı bir yolu oldu.



Mİ FAVORİTA


Üç Bale’nin son sahnesi “Mi Favorita” halen Creatures’un etkisi altında olan seyirciyi; özellikle de beni önce kostümleriyle ardından da mizah dolu koreografisiyle içine alıyor. Canlılık ve zeka dolu bu koreografi 7 Nisan 2002’de, İsviçre’nin Vevey şehrinde Jose Martinez tarafından yaratılmış bir eser. Paris Operasının Koreograflarından ve Etoile’ü olan Martinez, Mart 2011’den beri de İspanya’da Compania Nacional de Danza’nın da Sanat Yönetmenliğini yapmakta. Martinez “Mi Favorita” nın tanıtımında Rudolf Nureyev, Jiri Kylian, George Balanchine ve Marius Petipa gibi büyük isimlere de teşekkür ediyor; çünkü bu eserleri içinde barındıran zekice ve mizah duygusu olan bir dans şöleni seyirciye sunmak istediği...
Jose Martinez de İstanbul’a gelen sanatçılardan biri. Kendi internet sitesinde yayınladığı blog’unda da İstanbul fotoğraflarını geniş bir yer ayırmış Martinez.
İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin Mi Favorita’yı sahneye koyuşunda çok fazla sorun yok. Ancak, Atatürk Kültür Merkezi’nden de farklı olarak Fulya Sanat’ta uzun zamandır ilk defa seyirci dansçıların mimiklerini bu derece yakından takip ediyor. Böylesine ayrıntılı ve ince işlenmiş bir koreografide Jose Martinez’in yansıtmak istediği mizah anlayışı için mimiklere biraz daha oyunculuk katılabileceğini de düşünüyorum.

***

Üç Bale: Concerto Barocco, Creatures, Mi Favorita
Temsil tarihleri: 30.11.2011 / 02.11.2011 / 07.11.2011

O Röportaj - Soli Özel





 HaberTürk Gazetesi’nde Soli Özel’le yaptığımız röportajda Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde birer engel olarak durmaya devam eden sorunlar üzerine konuştuk. Türkiye konjonktüründe ordu – siyaset ilişkisi, bu ilişkide Ergenekon Davası’nın gösterdikleri ve göstermedikleri, Kürt Meselesinde gelinen nokta ve Batı dünyasıyla ilişkiler... Türkiye’de yaşıyoruz. Oldukça yoğun bir gündem söz konusu. Belki de sadece biri, röportajın konusu için seçilebilir ağırlıkta ama birbiriyle alakalı başlıkları  ustaca bağlayan birini bulduğunuzda boşlukları doldurma fırsatını kaçırmak ister misiniz? Ben istemedim. Dolayısıyla okuyacağınız röportajda yukarıdaki bütün başlıklardan bahsedildi.
Röportajı bitirdikten sonra, resme uzaktan bakabilir ve röportajın ortak paydasında büyük harflerle DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİ’ni görebilirsiniz belki. Görebilirsiniz de, bu sürecin ilerisini görmek için de o resmi satır satır okumak, dönüp tekrar okumak gerek. Çünkü bu sürece kafa yorduğumuz kadar sahip çıkabileceğiz. Kalıp soruların kalıp cevaplarıyla yaşadığımızdan olacak, ben sorularımda klasik aktörlerin rollerini sorgular gibi yaparken Soli Özel, bu sürece neden sahip çıkılması gerektiğini ve kendi hesabına bunun nasıl yapılabileceğini anlattı.  
Eğer bir şekilde bu sayfalarda bulduysanız kendinizi, siz de bir tarafından tutmaya hatta belki sahip çıkmaya çalışıyorsunuz demektir ki  benden söylemesi, demokrasinin sizden başka kimsesi yok!
İyi okumalar...

                  
                                

Önce İlker Başbuğ Türk Silahlı Kuvvetleri’nin anti – demokratik öğeler barındırmayacağını (barındırmadığını) söyledi, ardından 32. Gün programında Yaşar Büyükanıt 27. Nisan muhtırasını kendisinin yazdığını anlattı ama Ergenekon Davası sürecinde tutuklanan subaylara neden müdahale etmediğini de yargının bağımsızlığı anlayışına dayandırdı. 
Askerin politikanın içinde olmadığı bir siyasi kültürden bahsedebilmek adına, orduyu darbe girişiminde bulunmuş subaylardan arındırmak silahlı kuvvetlerin anti – demokratik yapıdan da arınması için yeterli midir?

Olayı çeşitli boyutlarda değerlendirmek gerekiyor. Birincisi, teorik olarak baktığımızda zaten İlker Başbuğ’unki gibi bir basın toplantısı kendine demokratik diyen bir ülkede yapılamaz. İkinci nokta, Büyükanıt’ın konuşmasının tümünü izlemedim, metinleri okuyabildiğim kadarıyla 27 Nisan’da yazılan muhtırayla Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin alakası olmadığını da söylemiş. Buna inanmak da mümkün değil. O konjonktürde yazılmış muhtıranın Cumhurbaşkanlığı seçimi dışında herhangi bir şeyle alakalı olduğuna inanmak mümkün değil özetle.
Türkiye şartları içinde neler dediklerini anlamaya çalışacak olursak şu çıkıyor ortaya: Başbuğ, darbe peşinde değiliz, dedi. Yani, bundan böyle Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime doğrudan el koyacak bir tavır içinde olmayacaktır. Bu da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin demokratik bir sistem içinde silahlı kuvvetlere ait olan rolü benimsediği anlamına gelmiyor dediğim gibi. İki buçuk saat süren bir basın toplantısında hangi konularla ilgilendiğine baktığınızda kendilerini rejimin, sistemin bekası açından önemli gördükleri konularda konuşmaya mezun gördüklerini anlıyorsunuz ve dediğim gibi bu da normal şartlarda bir silahlı kuvvetler komutanının demokratik bir ülkede yapacağı bir şey değildir. Dolayısıyla buradan çıkarılacak sonuç, TSK artık darbeci değildir. Zira, darbe yaptığı takdirde bunun ne iç ne dış meşruiyeti kalmıştır. Türkiyede hiçbir darbe içerde önemli bir siyasal desteği olmadan, dışarda meşruiyeti kabul edilmeden zaten gerçekleşemezdi. Gerçekleşse bile kalıcı olamazdı. Bu günün Türkiye’sinde bir darbe beklentisi, darbe özlemi çok dar bir özlemin dışında kimsede yok. O dar kesim de artık eskisi gibi Türkiye’nin siyasal ağırlık odağını oluşturmuyor. Ayrıca dünyada da Türkiye’nin askeri yönetim altında değil, demokratik yönetim altında olmasını isteyen bir hava var. Dünya dediğim zaman da Türkiye’nin Batılı müttefiklerinden bahsediyorum. Dolayısıyla, “Demokrasi karşıtı hiçbir unsuru barındırmayız” lafını darbe yapacak olanlara göz açtırmayız diye okumak ve bu dar anlamıyla kabul etmek gerektiği kanısındayım.

Bu dar anlam çerçevesinde, Başbuğ’un konuşmasının “açıklık” veya “şeffaflık” getirdiği görüşüne katılıyor musunuz?

İlker Başbuğ’un bu konumuyla bu tür, kapsamlı bir basın toplantısı yapmasının sistemin teorik kurallarına uygun olmadığını düşünüyorum, düşünebilirim. Buna karşılık sonuçta Türkiye’de yaşadığımıza göre de buna gözü kapamak mümkün değildir. Dolayısıyla o açıdan baktığımda, yani bunun doğru olup olmadığını kabul etmek bir yana ne anlama geldiğini çıkarmak o zaman birinci olarak söylediğim, darbe olmayacağıdır. İkincisi, ben bundan şeffaflık gibi bir sonuç çıkacağını düşünmüyorum. Ya da şeffaflık sözkonusu  olsa idi, bana göre, silahlı kuvvetlerin her şeyden önce faturasını kendisine kesmesi gereken geçmişteki birtakım konularda bir özeleştiri yapması gerekirdi. Yani bizden istenen şu, evet bir takım hatalar yapılmış olabilir, evet bir takım insanlar darbeye de teşebbüs etmiş olabilirler, biz artık darbecileri içimizde barındırmıyoruz bu bizim geleneklerimize aykırıdır - ki doğru değil - dolayısıyla şimdi bize geçmişin felan hesabını sormayın ki önümüze bakalım, diyor. Ben de burdan, kusura bakmasın, şeffaflık ya da hesap verebilirlik çıkaramıyorum. 

Benim de bu şeffaflık sorunu sormamın asıl nedeni Ergenekon Davası. 12. dalga tutuklamaları ile uygulanan usulün davanın amacını saptırdığı tartışmaları tekrar alevlendi. Örneğin, dava böyle tartışılabilir bir süreç içinde olmasına rağmen Nabi Yağcı’ya göre CHP’nin oylarındaki artışın temel nedeni Ergenekon’un iyi çalışması. Siz de böyle düşünüyor musunuz?

Hayır. Arttı dediğiniz oylar da zaten 1 -  2 puan kadar arttı. Yani, bu ülkede Ergenekon Örgütü fişteklemediği takdirde hayat tarzı üzerinden, AKP’nin yaptığı bir takım şeylerden ya da görünüşünden rahatsız olan kimse olmayacak mıydı? Bu insanlar bir şekilde tepkilerini ortaya koymak istemeyecekler miydi?  Ne kadar demokratik düşünüyorlardır düşünmüyorlardır bir tarafa bırakalım, birtakım insanlar birtakım uygulamalardan rahatsızlar ve belki fazla telaş ediyorlar ya da etmiyorlar ama kendilerini çaresiz gördükleri için de hay bileğim kırılaydı diyerek de gidip CHP’ye oy veriyorlar. Yani, onu kale almıyorum.
Ergenekon ölmüş müdür acaba, bilemiyorum. Çok derinlere gittiğine şüphe yok. Bunun Türkiye’nin devlet genlerine işlemiş olduğunu da düşünüyorum ben. Bence Ergenekon konusundaki asıl iki önemli unsur şunlar: bir, Ergenekon giderek darbeciliğin önlenmesi konusuna kaydı, orada odaklanıyor ve orada meşruiyet buluyor. Ve o açıdan baktığınız zaman silahlı kuvvetlerin desteği olmadan da zaten bu noktaya gelinemezdi. Şeffaflık konusunda da konuşurken anlam yükleyeceksek benim gördüğüm şu, 2002 yılında Hilmi Özkök hayli sorunlu bir şekilde Genelkurmay Başkanı oldu. Kendi ekibiyle çalışmasına da bir önceki Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu izin vermedi. Edip Başer’i Kara Kuvvetlerine atayacaktı. Bunun yerine Aytaç Yalman’ı jandarmadan Kara Kuvvetlerine getirip Şener Eruygur’u oraya koydu. Bu şekilde, belli ki şu ya da bu nedenle pek haz etmediği Özkük’ü bir kıskaca almak istedi Kıvrıkoğlu. Neyse Özkök geldi, bugün de geriye dönüp baktığımızda anlıyoruz ki, zamanında da çok belliydi ki, Özkök seleflerinden çok farklı bir dünya görüşüne, bir duruşa sahip bir generaldi. Ve ben Özkök’ü hep çok akıllı bir genelkurmay başkanı olarak değerlendirdim. 2002’de ağustos sonunda görevi devraldı, toplasan iki ay dört gün sonra da 2002 seçimlerinde büyük bir süprizle, süpriz birinci parti çıkmış olmasından çok bu kadar büyük bir çoğunluğu elde etmesi idi, AKP iktidara geldi. O andan itibaren Özkök, bana göre, orduyu Türkiye’nin yeni şartlarına uygun şekilde bugüne kadar yer ettiği siyaset alanından geriye çekerek gücünü konsolide etmeye çalıştı. Fazla öne çıkmayacak, fazla lafa karışmayacak fakat bu şekilde de ordu bir blok olarak bir kurum olarak prestijini muhafaza edecekti. Yani biraz da Türkiye’nin nereye doğru gittiğini gördüğünden. Eruygur ve onunla dönem dönem işbirliği yapmış olanlarsa Türkiye’nin nereye gittiğini idrak etmediklerinden gerilla taktikleriyle ya da pis işlerle AKP’ye vurup onu yıkmaya çalıştılar.
Sonuç ne oldu? Silahlı kuvvetler büyük prestij kaybetti. Ne zaman AKP’ye vursa çok ağır bir darbe yedi. Nerdeyse 2007 seçimi, AKP 1 – ordu 0 gibi bir algılamanın topluma yerleşmesine yol açtı. Bugün de Başbuğ, 3 – 4 yıl içinde kaybedilen prestiji toparlayıp ileri doğru gitmek istiyor ve burada tabi ki ordunun belirli konulardaki söz söyleme hakkını da ellerinde tuttukları mesajını da verdiği cevaplarda ortaya koydu. Şimdi böyle baktığımız zaman da Ergenekon konusunda tartışma giderek darbecilik üzerinde yoğunlaşıyor ve orada ordunun destek verdiğine şüphe yok. Ben Ergenekon’un en azından bu boyutunun ordu içinde darbeci, gerekirse Batı ittifakından çıkma yanlısı olan ve stratejik olarak Avrasya perspektifini benimsemiş olanların tasfiyesi süreci olarak da görüyorum. Yani Tuncer Kılınç’ın ilk kez 2002 Mart’ında dile getirdiği AB’den vazgeçelim, Rusya’yla, İran’la birlikte olalım söylemine karşı Türkiye’nin atlantik ittifakı içinde kalması gerektiğini düşünenler ki Özkök bunu 2005 yılında söylemişti. Ve bugün baktığımız noktada da ben Türkiye’nin stratejik tercihinin Batı’dan yana yapılmış olduğu konusunda herhangi bir tereddüt duymuyorum. Ama işi darbecilerin engellenmesi noktasına yoğunlaştırdığınız zaman da Ergenekon’la bağlantılı olan bir sürü başka pis iş ne olacak sorusu ortaya çıkıyor. Zaten oraya geldiğiniz zaman da normalde bu sürece destek vermesi gereken kamuoyunda birtakım kaygıların varolduğunu, bunu hukuki süreçten ya da geçmişin temizlenmesinden çok hesaplaşma olarak gördüklerine tanık oluyoruz. Şimdi bunun böyle olmaması, insanların bu konuda kuşku duymalarından dolayı onlara aptal muamelesi yapmayı bence meşru kılmıyor.
Yani, şimdi, Türkiye’de Ergenekoncular çok diktatör eğilimli,  Türkiye’de başka hiçbir grup diktatör eğilimli değil diyebilir miyiz? “ Bu temizlik harekatı sonunda Türkiye’deki dehşet dengesini sağlayan unsurlardan biri çıktığında üste kalan çok mu hukuka saygılı olacak, çok mu demokratik olacak çok mu kurumsal liberalizme de önem verecek?” diye bir soru sorulduğunda insanların buna Türkiye konjonktüründe,  Türkiye’nin siyasi felsefesi ışığında, “Evet mutlaka öyle olacaktır.” diye cevap vermesi sözkonusu değil. Yani, Ergenekon süreci bence Türkiye’de şeffaflaşmanin, demokratikleşmenin, hukuk devletine doğru gitmenin bir gerekli koşuludur. Yeterli olduğunu sanmıyorum ve yargılama sürecinde ortaya çıkan bir takım usulsüzlükler, kamuoyunu rahatsız eden bir takım aşırılıklar, insanların özel hayatına bu denli tecavüz ediliyor olması ve buna kimsenin sesini çıkarmaması bence insanlarda bir rahatsızlık yaratıyor. Hükümet de bu rahatsızlığı yok edecek hiçbir adım atmıyor. Ulaştırma Bakanına telefonlar dinleniyor diyorsunuz, yanlış bir şey söylemezsen korkacağın bir şey yok, diyor. Şimdi böyle bir rezillik olmaz ki...

Anladım. Yani, AKP’nin kendi derin devletini yaratmayacağından kimse emin değil.

E yani bu kadar derin devlet meraklısı bir kültürde AKP’nin bu güne kadar var olmuş kültürden daha farklı olduğuna insanların iman etmesini nasıl bekleyebilirsiniz? Bu böyle olmayabilir, yanlış anlamayın ama hukukta tabii ki asıl özdür önemli olan ama süreç özü etkileyecek, öz kadar önemli sayılabilecek bir değerdir. Dolayısıyla burada yapılan usulsüzlükleri hiçe saymak bana doğru gelmiyor. Burdan da şunu demiyorum, bu nedenle Ergenekon’u toptan çöpe atmak gerekir anlamında da bir şey söylemiyorum ama duyulan kaygıların haksız olduğu veyahut sadece manipülasyon sonucunda dile getirildiğine ben şahsen katılmıyorum.
Şimdi, en azından dedikodu düzeyinde emniyetin içinde belli grupların çok iyi örgütlenmiş olduklarını çok güç kazanmış olduklarını söylüyor herkes. Bunla ilgili bir takıp ipuçları da var. Şimdi siz insanlardan, aynı güce sahip olan diğer bütün odaklar bunu kötüye kullanacaklar diye inanıp, bu grubun gücünü kötüye kullanmayacağına inanmasını bekliyorsunuz. Böyle bir saçmalık olmaz. Türkiye’de yaşıyoruz sonuç olarak, siyasi mücadelenin çok sert yaşandığı bir yer burası. Ve bireyin devlete karşı korunması anlamında bir siyaset felsefesinin de katiyetle kök salmış olmadığı bir yer. Dolayısıyla ben insanların kaygılarını abartılı bile olsa gayrimeşru bulmuyorum. Bunları küçümsemenin de biraz kibirli bir tavır olduğu kanaatini taşıyorum. Ergenekon’a sonuna kadar destek verilmeli ama Ergenekon’un doğru rayda yürüyor olmasına da önem verilmesini bunun kadar gerekli görüyorum kendi hesabıma.

Ergenekon davasından beklentilerden yola çıkarak, geçtiğimiz 1 Mayıs’ta 1977’de 36 kişinin ölümüne yol açan olayların aydınlanmasını beklemek, çok büyük bir iyimserlik midir?

İşte benim başta söylediğime geliyor bu. Başbuğ tutup geçmişte neler yapmış olduklarıyla ilgili bir hesap vermiyor. Yani 12 Eylül’e giden günlerde devletin içinde 12 Eylül’ün şartlarının oluşması için kimin görevini ihmal ettiği hatta kimin bilerek provokasyonda bulunduğu 1 Mayıs gibi bir katliamın nasıl gerçekleştiği vesaire gibi soruların sorulmamasını istiyorlar. Şimdi  burda kıyamet neden kopuyor, irtica geri mi geliyor diye kopuyor. Türk – İslam sentezini ben mi yarattım? 12 Eylül döneminin ürünü değil mi bu? Anayasa maddesi olarak din dersinin zorunluluğunu ben mi koydum, ordu koydu. Önce bunların hesabını versinler. Milletin yaşını küçülterek astılar, elli küsür çocuğu astılar. Bunu hesabını versinler... Diyerbakır cezaevini işkencehane haline getirdiler ondan sonra da başımıza PKK belası çıktı. Onun hesabını versinler. Yani, dediğim gibi bu öyle bir şey ki bu çıkıp biz bundan böyle darbeciliğe destek vermiyoruz deyince arkada kalmış olan bütün günahlar, onlara ait bütün sorumlulukları sormayacağız artık.
Hükümette de tabii bunu soracak cesaret yok. Yani, baksanıza  1982 yılında askeri cuntanın hazırlamış olduğu bir anayasayla yaşıyoruz. Şu kadar yama almış olabilir. Doksan küsür maddesi galiba değiştirildi ama ruhu ortalıkta duruyor. Ve hala başbakan tutup bu anayasayı toptan değiştirme gereğinden bahsedemiyor. Bahsettiği zaman da öylesine kredibilite kaybetti ki bu sefer bunun değişmesinden yana olması gereken, 12 Eylül’de bizzat zulüm görmüş insanlar aman bunlar yapmasın diyorlar. Şimdi, bu kadar ortak paydaları konusunda anlaşamayan bir toplumdan nasıl bir demokrasi beklemek gerektiği çok ağır bir problem olarak önümüzde duruyor.

Bu söylediklerinizden ben şunu da sorma gereği duydum. Ergenekon davası köklerine kadar inmezse, hiçbir önemi kalmayacak mı?

Hiçbir önemi kalmadığını söyleyemem. Bence darbe dönemini bitiriyor. Devlet içindeki pis örgütlenmelerin mutlaka denetim altında tutulması gerektiği bence herkesin kafasına dank etti. Ben Ergenekon’un ilerki safhalarında devletin güvenlik güçleri içinde fazlasıyla iktidar ve etki sahibi olanların da tasviyesine yönelik bir hamle olacağını bekliyorum. Eninde sonunda bir denge kurulacak. Yalnız bu dengeden bir hukuk devleti çıkar mı, ondan emin değilim. Yani eğer biz hukuk devleti kurallarına katiyetle riayet edecek bir siyasi yapı çıkaramazsak o zaman bu kayıkçı kavgası devam edecek demektir. Ve dikkat edin, bu tartışmaların hiçbir yerinde neredeyse hukuk devleti normları yok. Bunların  vitrine konmasından bahsetmiyorum. Herkes demokrasi diyor, demokrasiden ne anladığı belli değil. Yani, çoğunluğun dediği olacak. Hayır efendim çoğunluğun dediği olması değildir demokrasi. Azınlığın hakkının korunmasıdır. Bahseden var mı? Dolayısıyla hukuk devleti normları meselesi üzerine biraz daha kafa yormadığımız takdirde bu bir kayıkçı kavgası olarak devam edecek. O zaman  işte bir derin devlet gidecek yerine öteki derin devlet gelecek ya da diğeri gelecek felan gibi bir durum çıkıyor ortaya. Yalnız şuna da dikkat çekmek isterim, ben bugün AKP ile ordunun arasında devletin temel meselelerine bakış konusunda çok da büyük bir fark olmadığını düşünüyorum.

Demokrasinin tanımı tartışmasından Kürt meselesine geçebiliriz diye düşünüyorum. Siz de Kürt sorunun yeni kabinenin önünde duran en önemli sorun olduğunu yazdınız.
Bence Türkiye o meseleyi çözmeden feraha kovuşamayacaktır.
Hasan Cemal’in Kuzey Irak Notları olarak aktardığı konuşmalar tartışılıyor. Yaşar Kaya, Osman Öcalan ile konuştu. Yaşar Kaya PKK’nın silahları koşulsuz olarak bırakması gerektiğini söylerken, Osman Öcalan bunun mümkün olamayacağını ve devletin ayırım yapmadan genel af çıkartması gerektiğini söyledi. Murat Karayılan’ın da söylediklerini de göz önüne alarak, siz bu sorunun çözümü konusunda hangi açılıma daha yakınsınız?

Ben silahların bırakılmasından yanayım. Silahların bırakılmasını sağlamak için mutlaka arka planda bir takım müzakerelerin yapılması gerekir. Yani, çocuk olmaya da gerek yok. Nitekim Murat Karayılan da bırakayım da nereye bırakayım gibi bir şey söyledi önce sadece bir ateşkes olsun anlamında. Buradaki devlet teröristi muhattab alamaz meselesine gelip dayanıyorsunuz. Orada Karayılan bence bir kapı açtı. Öcalan’la konuş, mümkün değil; bizle konuş, mümkün değil; DTP ile konuş, bana sorarsanız DTP ile konuşmak gerekir ama deyin ki o da olmuyor; akil adamlar grubu kurun, dedi. Şimdi bu tabii bana göre olabilecek en mutedil önerilerden birisi. Bu devlet buna cevap verir mi onu bilmiyorum. Yani ben başbakana baktığımda Kürt meselesi üzerine bir siyasi mesele olarak gideceği izlenimini edinmiyorum açıkcası.

Geçtiğimiz Cuma günü, Radikal Gazetesi’nde Cengiz Çandar Hasan Cemal’in topu Ankara’ya attığını yazdı. Ama topun kimin tutacağı tam bi muamma o halde...

Kürt meselesinde olup biteni,  nispeten samimi yahut değil Karayılan’ın açılımını etrafta olan biten gelişmelerden bağımsız olarak düşünmenin mümkün olmadığına inanıyorum. 2007 yılından itibaren Amerika Birleşik Devletleri PKK konusundaki, Kürdistan Bölgesel Yönetimi konusundaki, dolayısıyla Türkiye’yle bu konular üzerindeki ilişkisi hakkındaki tutumunu değiştiriyor. Bunun miladı Aktütün saldırısının ardından başbakanın Amerika’ya gitmesi ve Bush’la buluşması, 5 Kasım 2007. Ne çıkıyor ordan? Çıkıyorlar toplantıdan, Bush diyor ki “PKK Türkiye’nin düşmanıdır, Irak’ın düşmanıdır, ABD’nin düşmanıdır.” Yani bugüne kadar “yerim dar, yenim dar” diye diye Türkiye’nin PKK’yla mücadelesine destek vermeyen Türkleri PKK ile mücadelede yardım etmeyen Amerika, evet bu meşru bir mücadeledir demiş oluyor. Ve bu bence çok daha geniş bir çerçeve içinde anlaşılacak bir şey. Nedir bunun ögeleri, Kerkük Kürdistan Bölgesel yönetimi sınırlarına dahil olmayacak, bu bir. İki, Irak Kürtleri PKK ile mücadelede Türkiye’ye destek verecek ya da PKK’yı kollamaktan vazgeçecekler. ABD  Türkiye’ye bu konuda yardımcı olacak, nitekim işte 15 Aralık’tan itibaren anlık istihbarat ve hava koridonunun açılmasıyla bir sürü bombalama yapıldı. Kaldı ki Türkiye’nin orada birlikleri felan da var. Buna karşılık Türkiye Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile doğru dürüst ilişki kuracaktı. Yani  bir noktada da “Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetim” demekten vazgeçmesi gerekecekti. Beşinci ayak, Türkiye’nin içindeki Kürt meselesinin bir şekilde yola koyulmasıydı. Yani bütün bu olanlar PKK’nın artık raf ömrünü doldurmuş bir örgüt olduğunu da çıkarıyor ortaya. Irak Kürtleri açısından Amerika Irak’tan çekildiği dakika önlerinde kendilerinden nefret eden Şii’si olsun Sunni’si olsun Arap’lar var. İran’a katiyetle güvenemezler. Yaslanabilecekleri sadece Türkiye var. Belli ki Amerikalılar bu sefer Kürtleri satmayacaklar. Ve onların da hakikaten ayakta durabilmeleri için Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu felan da düşünüyorlar.
Şimdi, siz Türkiye’nin sınırötesi Kürtler politikasını bu kadar radikal bir şekilde değiştirirken, seksen yıllık Cumhuriyet politikası değişiyor bu arada Kürtlerle konuşuyorsunuz bunların meşruiyetini tanıyorsunuz adını koymasanız bile, içerde eski politikaya devam edemezsiniz. Kürt yönetimi sıkışmış, Türkiye’ye ihtiyacı var, PKK bir çıbanbaşı. Amerika’lılar açısından Kürt yönetimi ile Türkiye’nin iyi ilişkiler içinde olması önemli, PKK bir çıbanbaşı, Türkiye açısından bu ilişkilerin iyiye gitmesi için mutlaka PKK’nın devredışı bırakılması gerekiyor. PKK’nın artık gidecek bir yeri yok. Karayılan da doğru veya yalan şu eylemi ben söylemedim onlar yaptılar diyor. Yalan söylüyorsa kötü de, doğru söylüyorsa daha kötü çünkü o zaman merkezden kontrol edilemeyen bir sürü delinin bu ülkede inanılmaz karmaşaya yol açabilme imkanına sahip oldukları bir durumdan bahsediyoruz. Dolayısıyla merkezin güçlü olması bu bakımdan işinize geliyor. Biliyorsunuz ki o zaman merkezle bir anlaşmaya varırsanız buradakiler kendi istedikleri gibi hareket edemeyecekler. Şimdi böyle bir durumda Türkiye’nin de siyasi adımlar atması lazım. Seçimlerde AKP siyasi adım atmayı reddetti. Kültürdür, bilmem nedir ekonomiye felan indirgemeye kalktı. Bu böyle yürümeyecek. 
 Bence Hasan Cemal’le yapılan mülakatta karşı taraf elindekileri kamuoyuyla paylaştı. Buna bir cevap verilmesi lazım. Buna başbakan basın toplantısı yaparak cevap vermez. Bunun cevabı bizim gözlerimizin önünde yapılmaz arka planda olur ama bir şekilde yapılması gerekir. Tekrar ediyorum bana göre de bu iş halledilmeden Türkiye kolay kolay selamete çıkamayacak, ülkedeki gerilimler artacak, bir de hepsinden kötüsü Türkiye bugünün şartlarında çevresine felan baktığınızda kendine iyi bir gelecek kurma imkanına sahip az sayıda ülkeden birisi. O fırsatı kaçırmış olacak.

Siz Türkiye’nin kısa dönemde Batı Dünyası ile olan diyaloğunun daha çok ABD ağırlıklı olacağını söylüyorsunuz. AB ilişkileri soğumuş durumda
Komada
Bu durumun kısa ve uzun vadedeki sonuçları neler olacaktır?

Soğuk Savaş döneminde de Türkiye’nin Batı ile ilişkileri ekonomik olarak Avrupa, siyasi ve stratejik olarak Amerika’yla idi. Ve Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin demokrasi mi olduğu askeri yönetimle mi yönetildiği kimsenin umrunda değildi. Sözde demokratik ülkeler ittifakı olan NATO’nun içinde kırk yıllık Salazar diktatörlüğünün Portakiz’iyle on yılda bir darbe yapılan Türkiye de vardı. Amerika Türkiye’ye stratejik olarak ihtiyacı olduğundan Türkiye’nin içindeki düzenlemelere önem vermez korkusu hakimdi. Bence başkan Obama Türkiye’ye geldiği zaman verdiği bütün mesajlarda, Türkiye’nin Batılı bir ülke olarak Batı ittifakı içinde yer almasını istediğini belirtti. Bana göre olumlu bir mesajdı. Türkiye’de demokratikleşmenin dış çerçevesini eğer AB oluşturuyor ise ABD’nin de buna tam anlamıyla doğrudan katılmış olduğunu görmüş olduk. AB üyeliği konusundaki ısrarı da zaten Türkiye’nin bu geçişi tamamlayabilmesi ve Batı normlarına sahip bir demokrasi olması talebinin somutlaşmış haliydi. Şimdi benim gözlemim Türkiye madem ki stratejik olarak Batı’yla olma kararı verdi bu da zaten Amerika’yla da daha yakın ilişkileri gerektiriyor. AB ayağı işin kısa kalıyor çünkü AB şu anda hiçbir konuda adım atamaz halde. Yani sadece Türkiye’yle olan genişleme süreci durmuyor. Hırvatistan’la olan bile sıkıntıya giriyor. O bakımdan bir buçuk ayaklı gidecek. Amerika Birleşik Devletleri’nin de AB normlarını destekler bir tavır içinde olması bence önemli. Ama hiç kimse bizim adımıza bizi demokrasi yapamaz. Bunu bizim istememiz gerekiyor. Şu anda tek söyleyebileceğimiz Türkiye’de bugün varılmış olan yeterli bulmasak bile demokratikleşmenin geriye götürülmesine Türkiye’nin ittifak ilişkileri engel olur ama ileriye götürülüp götürülmeyeceği işi bizim işimizdir onu da biz Kürt meselesini çözmeden yapamayız.

Türkiye’nin tam üyeliğine karşı özellikle Fransa ve Almanya’nın olumsuz yaklaşımı, devlet içinde de AB’den uzaklaşıp daha çok ABD’ye yakınlaşma taraftarlığını etkiliyor olabilir mi?

Olabilir. Olabilir ama Amerika eski Amerika değil. Evvelce bırak  demokrasiyi biz senle kardeş kardeş idare edebiliriz diyebiliyordunuz. Adam dedi ki hayır ben sizin öyle bir ülke olmanızı istemiyorum. Bu sözünü tutar yahut tutmaz... Bir sıkıntı çıktı, Türkiye’nin Amerika’yla ne bileyim Irak yahut Afganistan ya da İran konusunda işbirliği yapmasıyla Türkiye’de demokratik reformların sürmesi arasında birini tercih edeceğiniz bir durum çıktı. Amerikan başkanısınız, ikinciyi tercih etmeniz kolay değil. Ama diyorum, bir ülke kendisi demokratikleşmeyi istemiyorsa başkaları bunu ona yaptıramaz. Türkiye’de demokratikleşmemeyi teşvik edecek olan artık bir dış çerçeve yok. Sen buna rağmen kardeşim ben Kürtleri ne azınlık olarak tanırım ne onlara bir takım haklarını veririm ne bu işi adam gibi halletmeye çalışırım, ben bildiğimi okurum. Bu benim işime böyle geliyor diye ısrar ederseniz başkası sizin adınıza bunları yapamaz. Ama siz de istikrarsız olursunuz. Benim gördüğüm bu.
Son olarak, AB’de de Sarkozy’le Merkel gidicidir. Almanya ve Fransa kalıcıdır. Fransa’nın AB içinde ne ölçüde ağırlıklı olmaya devam edeceği bugün bence soru işaretidir. Zamana yayılır bu iş, siz yeter ki aynı zamanda demokratikleşme iradesini yansıtmakta olan AB üyeliği hedefinden vazgeçmeyin. AB bize bir cennet vaat etmiyor. Bugünkü haliyle bakılacak bir tarafı da belki yok ama ilelebet de böyle kalmayacak. AB bizim açımızdan bir dış politika meselesi değildir; bir iç politika meselesidir. Ordudan çok şikayetçiyiz, haklı olarak çok şikayetçiyiz ona buna burnunu sokuyor diye ama siz de bana gerçekten Türkiye’de liberal demokratik bir yapı kurarak hukuk devletinin üstünlüğünü tesis etmeye çalışacak bir tane de siyasetçi gösterin. “Türkiye’de siyasetin bu kadar otoriter olması sadece askerin kurumsal ağırlığının yüksek oluşundan mıdır; yoksa siyasetçilerin de aslında bu ölçüde liberal demokrat bir yapılanmaya inanmamalarından mıdır?” sorusu bence meşru bir sorudur. Askere alanı açan da siviller oluyor sonuç olarak.

Sizin sorduğunuz soruya bugün Türkiye’de yanıt verebilecek olan herhangi bir siyasi dinamik görüyor musunuz?

Hayır. Görmüyorum.

Karamsar bir tablo değil mi bu o zaman?

İyimser değil. Yani şöyle diyelim çok tozpembe değil ama bir de şu var; alttan gelen bir dalga var, bu henüz bilince yansımasa bile Türkiyeyi oralara doğru itiyor. Şöyle demeliyim, bu ülkede insanlar zengin olmak istiyorlar ve iyi – kötü bir orta sınıf var. Bu orta sınıfın para kazanma arzusuyla ideolojisi giderek daha fazla çatışmaya başlıyor. Birincisi ağır basacaktır. O ağır bastığı zaman da ideolojik olarak daha rasyonel hareket edecektir. Ümit ediyorum.

  

 
    


27 Ağustos 2012 Pazartesi

Yavaş giden bir sahne


Biliyorum bunu daha sık yapmalıyım. Ancak son zamanlarda ne yazık ki saçma sapan dürtülerin peşine takılıyorum. Yazının başına oturduğum an kaybediyorum. Yazı, benim için gücünü yetirmiş. Önce değiştirmek içindi. Başkalarını ve kendimi. Sonra en azından kendimi. Şimdi tek ve önemsiz bir kişinin değişimlerini, oraya buraya dönüşümlerini belgelemekten başka bir şey değil gibi geliyor. Yazmak, neden ki? Kime ve nasıl...
Kendini dünyaya kapatmış bu ülkenin göremeyeceğim çözümlerinin sorunlarıyla boğuşmak istemiyorum. Kendime de sorun yaratmak istemiyorum. Bu günlerde dünya üzerinde, nihilist olmaya bu derece uygun başka bi ülke var mıdır diye merak ediyorum. “Üstün insan, Nietzche haklıydı.” diyerek bir muhabbet başlatmak istemiyorum. Hiçbir muhabbetin başlamasına gerek yok. Bitmeyecek çünkü. Ya da bitse de evrende kaybolup gidecek sesler. (Biz sınırlı yaratıklarız, sonsuzluk bize anlamsız gelir. Tanrı bu yüzden var. Anlam kaymasını engelliyor.) Kazandığımız paralarla anılmak için de birilerini ya da bir şeyleri öldürmek zorundayız. Burada meşruiyet kazanabilen tek şey Güç’tür. Gücün meşruiyeti ise önemli değildir. Gücünüzü gücünüzle meşrulaştırırsınız zaten. Çok mu karamsarım? Ana haber bültenlerini izlerken televizyonun sesini kısın ve boş boş bakın beraber büyüdüğünüz beyaz ekranınıza. Bomboş kalsın içiniz.
Sonra beş para etmez 3. sınıf bir soru sorun bu yazının hatırına. Kapitalizm, meşuiyetini neden ve nasıl demokrasi ile kazandı? Televizyonun sesini kısın ve bomboş gürültünüzle başbaşa kalın. Dünyanın sonu geldi. Bize bu soruyu sordurttu. Dünyanın sonu geldi. Tarihin sonunu ya da medeniyetler çatışmasını beklemedi. Yazıyor! Yazıyor! Bahar’ın bomboş kafası, sessiz anahaber bültenlerinin gürültüsünde dünyanın sonunun geldiğini yazıyor.
Ne yapardınız? Yarın dünyanın sonu gelecek olsa, bugün ne yapardınız? Eve gider uyurdum ben, dedi bir arkadaşım. Eğer dünyanın sonu gelecekse yarın, bugünü nasıl geçirsem diye düşünürken bir de bakardım ki yarın, aslında bugünmüş...
İşte bugün akan o düşünceler:  Ne edebi ne felsefi asla bilimsel değil. Dostoyevski’nin roman kahramanı olamam. Felsefe için çok klişeyim. Geçen gün en sevdiğim ressamların Salvador Dali ve Van Gogh olduğunu düşündüm. Gözlerimi kapadım ve gittiğim bir kaç müzeyi hatırlamaya çalıştım. Bir tane bile resim ya da heykel hatırlayamadım doğru düzgün. Sadece la louvre’de fotograf çektiğim için, resimleri aklımda kalan bir kaç tane var. Onların dışında müzelerin binalarını daha net hatırlıyorum. Egalite, fretarnite, nationalite. Modern yapılar içinde yaşayan insanlar postmodern olmaz mı yani? Adalet sarayının 12. basamağında sorulmuş soru. Tekrarlıyorum. Modern yapılar içinde yaşayan insanlar postmodern olamaz mı yani? Hay allahım, ilk aklıma gelen bütün postmodern yazılar Fransızca yazılmışlar. O halde Fransanın kendine bile belli etmediği bazı özellikleri olmalı. Çünkü çok modern burası. Daha doğrusu, burası çok modernizm. Modernizm çok burda. Burda modernizm çok. Ne yapalım, binalar öyle bir kere. El birliğiyle insanı yüceltiliyor. Akan nehirden sıyrılıyorsun. Sanki binalar nehrin kenarına yapılmamış da nehir binalar için akıyor, binalar da insanlar için nehre bakıyor. İnsanlar da nehri ve binaları kendilerini güzelleştirdikleri için seviyorlar. Kendilerini sevdikleri için seviyorlar Paris’i. Binaların sudaki yansımasına hayran kalıp resmini yapıyorlar ve kendilerine hayran kalıyorlar. Ben olsam modernizime girişi böyle anlatırdım. Sonra tabii öğrencileri Paris’e götürmek lazım. Bu gerekçeyi kim reddedebilir ki?
Paris’in gerçek şehri yerin altında sanki. Sokaklar tertemiz, evler inanılmaz, insanlar kibirli, güneş nazlı, rüzgar ve yağmur edebi. Ve bütün sokaklar Zafer’e çıkıyor tabii... Sonra bir yerden bir yere gitmeniz gerekiyor ve bunu en iyi yapan yerin altındaki tren sistemini soruyorsunuz beceriksiz bir fransızcayla. Dünyadaki bütün şehirlerde yabancıya en rahat gösterilecek şey, metro girişleri. Bir kaç kat aşağıya inersiniz. Merdivenler kokar. Kolidorlarda canlı müzik vardır. Bir kadının topuklu ayakkabıları beyaz duvarlarda yankılanır. Pek kullanılmayan florasan lambalarla aydınlatılır Paris metrosu. Evlerin aksine tavanlar pek yüksek değildir. Nitekim trenin kendisi de kutu gibidir. Vagonlar kısadır. Hızlı giderler. Ve camı açabilirsiniz. Son durakta içeride pek kimse kalmamışsa yerdeki gazeteler ve toz kümeleri sürüklenir rüzgarla birlikte. Hoplaya zıplaya, zik-zaklar cizerek gitmişsinizdir. Sonunda ise tren hoş bir şaka yapar size, yavaşça, sarsmadan durur. Aman, vay be eğlenceliydi diye düşünürken durağınızda inmeyi unutmayın. Evet evet gerçek şehir yerin altında. Üstünde Eifell kulesi var. Champs – Elyseé var. La Louvre var. Notre Dame var. Sizce onlar gerçek mi? Gülümsüyorsunuz. Şöyle soriyim bir de, insan eliyle yapılmış olabilirler mi? Paris’i gezerken kendinizi azıcık çirkin hissetmediniz mi? Size karşı iyimser davranıyorum. Ben kendimi korkunç çirkin hissediyordum sokaklarında. Evet çok beğenmiştim. Gitmeden önce abartıldığını düşünüyordum. Sokaklarında gezerken ise telefonda bir arkadaşıma bu şehrin bütün abartıları hakettiğini söyledim. Paris harika bir şehir gerçekten de. Ben onu gezerkenki duygularımla hatırlıyorum ve çok eğleniyorum. Hissettiğim o çeşit çirkinlik duygusunu dünyada başka bir yerde, hayatımda başka bir zaman hissedebilecek miyim diye düşünüyorum. Sıradanlığın dayanılmaz hafifliğine sırıtıyorum. Gerçek olan sıradan olmalıydı. Ama doğru ya Paris gerçek değildi ki. Moderndi orası.
Fransız İhtilaliydi. Buram buram kokusunu alıyorduk fransız filmlerinin. Hiç seyretmemiş olan birisi bile alır o kokuyu ve bir yorum yapmadan duramaz. Kendini bilmeden övebilir. Övdüğünü bilmeden sövebilir. Bir Türk’ün başına her şey gelebilir.
Tutunamayanlarda bir cümle vardı. Altını çizmedim. Bulamıyorum. Şimdi tekrar okumak zorundayım. Neyse ki, “Yazık, insanlar düşüncelerimize uygun biçimler almıyor.” cümlesini okurken yanımda kalem vardı. Larvicert bir belirginliği var şimdi bu cümlenin. Bunun, her gün hissettiğim bir duygu olmasının verdiği acıyı o larcivert çizgiye aktarmak istedim. Bastıra bastıra çizdim. Yavaş yavaş. Sonra pişman oldum, kitabın cildini bozmaktan bile korktum. Sayfaları biraz da açıp ortasından kokladım kitabı. On yıllık matbaa kokusu hiçbir şeye benzemiyor. Biraz midem bulandı. Kendime kahve yaptım ve okumaya başladım. Selim ve Turgut’un yaptıkları atıflarda ve esprilerde, evet evet ben de bunları düşünmüştüm, dedim. Her kitaba cesaretsizce başlanabilir ki insanların çoğunlukla yaptıkları şey de budur. Kitabı yaşamaya gelince işler değişir. Gözlerinin satırlarda olduğunu unutabilme yeteneğine sahip olmak lazım. Önce yapılması gerekenleri keşfedip sonra hadi bakalım bugün kendimizi çılgınca kaybedelim Oğuz Atay’da demiyoruz. Kelimelerin yetersizliklerini önceden kabul ettikleri alanlardan biri burası. Saçma derler. Olsun. Kelimeler her şeye uzanabilir. Saçmayı da umursamayabilir. Zaten şu saçma olana da çok dikkat edilmesi gerekir ki başka bir tehlike de oradan gelmektedir. Bu tehlikeler çok boyutlu gördüğünüz gibi. Satırlar gibi sıra sıra, yapraklar gibi iki boyutlu, renkler gibi açık ya da koyu değiller. Neyse ki ilkokulda zorla ezberlenen şiirlere de benzemiyorlar. Onların tehlikesi ayrı. Fark ettiniz mi olanın şiire olduğunu? Küçük çocukların şiiri öldürdüğü bir memleketten edebiyat bekleyemezsiniz. “Edebiyet” öyle bir duruma gelir ki, geyik yapmakta olan keyifli gençlerin eğlencelerini batıran eylem olarak yerine alır günlük hayatlarımızda “edebiyat yapmak”. Daha fazla yaklaşamaz doğallığa, basit ve insanca olana. Gerçeğe. Ne güzelliğe yaklaşabilir ne de güzelliği hissettirebilir. Peki “güzel” olan nerdedir? Bilmiyorum. Bundan sonrası didaktikliğe kaçacak, susuyorum.
Bütün bunlar, gördüğümüz eksikliklerin, hataların söylenmesinin bir anlamı olmadığını düşündürüyor bize(bana). Hiçbir şey değişmeyecek. Her zaman sosyalistlerin kalın kafalılıklarına, bireysel çekişmelerine ve çelişmelerine sövüp duracağız. Değişimin ne olduğundan bahsederken hiçbir şey değişmeyecek. Dolayısıyla da demokrasi kendi elleriyle statükoyu koruyacak. Belki de azınlık hakları, kadın hakları gibi haklar da bu nedenle var. Haklar verilmez, alınır zaten. Ah çok kızıyorum modernizme. Her şey modernizm yüzünden. “Her şey”... Bütün kazanımları ve bütün kayıpları insanların. Peki bununla ne yapacağız?
İnsan kendini beğenmeden yaşayamaz. Kendini beğenirse,diğer insanlar onun hayatını cehenneme çevirmeye çalışırlar. Bunun için, insan, kendini hem beğenmeli hem beğenmemelidir. İngilizlerin afyonla birlikte dünya piyasasına sürmüş oldukları bu kurnazlık, yüzyıllardır insanlara hayatı zehir etmektedir. İngilizlerin dünya milletleri arasındaki yereni belirttikten sonra konumuza geri dönelim.
Yapacak bir şey yok. Tarihi yeniden, daha doğrusu yalan yanlış yazmak lazım kurtulmak için. Neyse ki Oğuz Atay var, diyerek rahatlayabilirsiniz. Kim çalışıyor ki dünyayı kurtarmaya? Hiçbir hayat bu kadar önemsiz değil. Kimsenin vakti yok. Herkesin işi gücü var. Ben biliyorum. Her allahın günü, üstelik allahın unuttuğu mahallelerden allahın biricik kulları için çalışmaya gidenleri görüyorum. Kendini kurtarmanın yolları vardır. Ama bu yolları bilmezsen takip etmek zorunda kalırsın. Ben hiçbir hayatın kayıp olduğunu düşünmüyorum. Ama yollarını bulamayanlar var, evet. Yaşamları başka bir yerde, kendileri başka bir yerde. Sahiden kolaylaştı mı başkalarını anlamak? Televizyon ve diğer ulaşım araçları kolaylaştırdı mı işimizi? Evet bunu ilk soran ben değilim biliyorum ama öyle bir dönemde yaşıyoruz ki nerde ne zaman sorsak ilgiyi çekeriz bence. Ve genelde hayıra yakındır cevap. Hayatı kolaylaştıran şeyler anlamayı, anlatmayı, anlaşmayı kolaylaştırmıyor demek ki. Günlük hayatta teknoloji o kadar somut bir şey ki sorgulanacak hiçbir şeyi yokmuş gibine geliyor insanın. Ama sonra bir şekilde hayatının ayrıntılarını kişisel bilgisayarında biriktiriyorsun. Vaktinin çoğunu onunla geçirip uzun süre onsuz kaldığında kendini eksik hissediyor, onu özlüyorsun.
Adımı unuttuğunuzda beni, “Hani Paris’e gitmiş de etkilenmiş. Modası geçmesine rağmen yine de Paris hakkında değişik bir şeyler yazmaya çalışan bir kadın vardı ya” diye anlatmanızı hiç istemem. Çok daha doğrusu, bu kabusum olur. Evet anlatımımın mükemmel olmadığının farkındayım. Ama benim önemsediğim bu değil kesinlikle. Bir şeyler hakkında çok düşünüp kendimi yedikten sonra tek bir soru sormaya gücüm kalıyor. Çok seviyorum bu soruyu, “Bir yaşanmışlık hangi duygularla doğru yerini bulur? Yaşandığı zaman hissettirdiğini duygularla mı? Hatırlandığı zamankilerle mi?” 22 yıllık hayatımda gördüm ki ikisi birbirinden çok farklı olabiliyor. Elimde hatıralarım kalacak her şeyden sonra. Bu yüzden yaşanmışların hatırlandığı zamana ayrıca önem veriyorum. Ama tabii hatırlarken tekbaşınasındır. İşte o zaman “Belgeler’deki” “yazılar” dosyasına gider, teker teker okursun gözlerini bozan word dosyalarını.
Ayrıca eklemek isterim ki, bu ülkenin nihilist olmaya en elverişli ülke olduğunu söylemem sizi yanıltmasın. Yoksa,  18. , 19. yüzyıllarda Rusya’nın eline su dökülmez heralde. O zamanlarki nihilizm rüzgarına çok özeniyorum. O elbiseler, operalar, sokak tiyatrocuları, uzun yol olduğu için misafirliğe yatıya gidilen çiftliklerdeki hayatlar. Babalar ve Oğullar’daki yaprağın düşüşü... Az insan, çok laf. Ve tabiki, yokuz aslında.
İşte bu nedenledir ki tutunamayanlara ilk sayfalarını on beş defa okudum. Hepsinde de aynı şekilde eğlendim, üzüldüm, kahroldum ve güldüm. Yalnız o kitabın bir hali var, kitabı her kapatışınızda içinizde bir hüzün; ama acı da vermeyen. Düşünceye dalar gibi olup aklınıza hiçbir şeyin gelmediği. İntahar eden birini neden anlamaya çalışırsın? Ya da anlamaya çalıştığınız o mudur gerçekten? Hayatında herkes en az bir kere ciddi olmasa da kendini öldürmeyi düşünmüştür. Bu nedenle bunu gerçekten yapanlar, kendini öldürenler ilgimizi çeker. Benim biraz da takdirimi kazanır. ilk an duygum budur; sonraki saniyelerde sevgiyle hayata bağlanırım. Vasiyetimin en önemli bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Beni bu satırlardan biraz daha ötede tanımanıza yardımcı olacaktır bu bilgi. Öldükten sonra Elveda Lenin’in sonunda ölen anneye yaptıkları yapılsın benim ölü bedenime de. Bütün işe yarar organlarım bağışlandıktan sonra bedenim yakılsın ve küllerim de havai fişek olarak gökyüzüne uçsun. Gürültü patırtı kopan bir patlama olsun. Evde sakin sakin yemek yapan kadınlar, mastürbasyon yapan oğlanlar, kendi kendilerine dans eden küçük kızlar ve durakta otobüs bekleyen teyzeler anlık bir sıçrama yaşasınlar ve sesin geldiği yöne bakıp da havai fişeği gördüklerinde suratlarına yayılan rahatlama ifadesiyle havaya karışsın tozlarım. Aman tanrım çok dokunaklı. Gerçekten bir film sahnesi gibi.
yavaş giden bir sahne.
sonsuz bir boşluk.
Yaşananlara bir yer bulmak zorunda değilsiniz.
Dün, bugün, yarın yok.
Zaten kitabın adı da bu, yaşam başka yerde.