11 Aralık 2014 Perşembe

Ortak Hikaye


Yırca’daki zeytin katliamı direnişinde, köylülere şiddet uygulayan 50 güvenlik görevlisi işten çıkarıldığında köylüler çıkarılanların yanında yer almış, köy Muhtarı Mustafa Akın, görevlileri sorumlu görmediklerine dair bir açıklama yapmıştı.


Yırca’nın bu tavrı, “Köylülerden insanlık dersi” şeklinde konuşuldu, takdir edildi ve Türkiye’nin hızlı direniş gündeminde akıp gitti. O dersi biraz açmak istiyorum aslında. İki yönlü bir hali var bu dersin. Öncelikle, politik yönü: Yırca köylüleri, katliamın sorumlularının kimler olduğunu çok iyi bilen bir tarafta: AKP'nin kapitalizmle mükemmel uyumunun ürünleri, çılgın kalkınma projeleri… Her şeye rağmen (zeytinlik yok edilip santral yapılacak olsa bile) direnişin sürekliliği ve diğer yerel direnişlere de estireceği cesaret rüzgârları için sorumluları hiç çarpıtmadan yansıtma sorumluluğu(muz) devam ediyor. Öyle ince bir duruş ki bu, zeytin dalının ürün vermesinin yıllarca sürmesi gibi bir emeğin değerini küçümseyebilecek ve asıl niyetten uzaklaştığı anda bulanıklaşabilecek hemen hemen bütün tuzaklar olup biterken asla taviz verilmemesi gerekiyor. Yırca da bu duruşuyla, sorumluluğunu yerine getirmiş oldu.
Diğer yandan, dersin hep kapalı kalan bir yönü var ve hepimize işaret ediyor: İnsanlık yönü. Şiddet, kurumsal olarak zaten meşrulaştırılmışken, onu kültürel hatta sınıfsal olarak ister istemez olağanlaştırdığımız bir duruma geliyoruz. Gezi’de duvarlara ya da sosyal medyaya #simitsatonurluyasa deyip devam edebiliyorsun. Zeytinliklerde çalışarak geçinen hanelerle, kurulacak termik santralde çalışacak haneler birbirine çok daha yakın, komşu olabilirler. “Polis şiddetine hayır!” diyoruz ve bu şiddetin sadece bir boyutu. Toplumun kadın, LGBTİ, Kürt ve Alevi gibi dışlanmış ve daha zayıf kimliklerine süregelen bir “şiddet kültürü” olduğu açık. Biri diğerinden daha az politik değilken benzer bir olay mesela Fatsa’da yaşandığında güvenlik görevlisinin halka karşı şiddet uygulamaması ve – en azından - bunun normalleştirilmemesi yönünde bir kazanım da elde edebildik mi? Bu kıyımların sonuçları hayatımızın her alanına nüfus ederken, direnişlerin somut kazanımlarının da eşitliği sağlayacak diğer alanlara yayılması için neler yapabiliriz? Bunu önemsiyorum; çünkü böyle bir haksızlığı bir daha yaşamamak için elektrik santrale alternatif bir istihdam önermek ve üretmekten ibaret kalamayız, kalmamalıyız, bu yeni yaşama uygun paylaşım kültürünü de üretmek gerekiyor.

Hal böyleyken, belli ki benim aldığım dersin kazanım ve kaygıları var. Bu kazanım ve kaygıları da yine yerel direnişlerin barışçıl ve şiddetsiz süreçlerinin hayrına dönüştürmenin mücadele alanları da netleşmiş oluyor böylece. Ermenek’teki cinayetle Validebağ; Soma’yla Fatsa, ayakkabı kutuları arasındaki bağlantının tek bir alandaki görünürlüğü bile iktidarın en büyük korkusu. Bu görünürlüğü de önemek için Yırca, Ermenek, Validebağ, Soma, Fatsa’da yaşananlar, kapitalizmin sınır tanımazlığının, demokratik olmadığının, olamayacağının benzer hikâyeleri. Sömürü odaklı kalkınma politikalarının insana ve doğaya zulmünü birebir yaşıyoruz. Aynı senaryonun yine benzer şiddet halleriyle yaşanmaması için öncelikle politik mücadelenin kararlılığı çok önemli. Zeytinlik alanların enerji yatırımlarına açılması yasa tasarısı gündemde. Erdoğan bu süreçle ilgili en son, “Her yer zeytinlik oldu” demişti. Alt komisyonunun önerisi sanayi komisyonuna taşınacak ve eğer bu komisyondan da geçerse meclis onayına sunulacak. Bütün bu ekoloji mücadelelerinin politikacılara verdiği en büyük mesaj da, bu sürecin en yakın takipçilerinin onlar olacağıdır herhalde.
Diğer bir mücadele alanıysa daha çok ataerkillikten gelen şiddet kültürümüz üzerinden ilerliyor. Kadına karşı, doğaya karşı şiddet ve kıyımlara her an maruz kalabiliyor ya da şahit olabiliyoruz. Doğayla uyumlu, demokratik bir yeni yaşamın ekonomisi de, politikası ve toplumu da kendi hayatımızda yapacağımız barışçıl değişimlerle güçlenecek. Bu bilgiyi gittiğimiz her yere götürebildikçe barış çoğalabiliyor. Peki, bu büyük lafların gerçek bir değişim sağlayabilmesi için neler yapmalı ve nereden başlamalı?

3 – 5 ağacın, 3-5 ağaçtan ibaret olmadığını unutmamak gerekiyor sanki. Yoksa sadece güç dengeleri, liderler, taht oyunları ve sermayeyle dolu bir literatür kalacak geride. Hikayelerimizse bundan çok daha fazlası… 



27 Kasım 2014 Perşembe

cennetin çalındığı gün



Sanki bir göktaşını alıp yontarak hayatıma girip/kalan/çıkan insanların heykelciklerini yapıyor.

Piyano, yaylılar ve nefeslerin rollerini en iyi anlatan parça benim için Rachmaninoff’un 2 numaralı piyano konçertosunun 2. Bölümü/Adagio sostenuto. Piyano, anlatıcıdır. Yaylılar resmini çizer ve nefeslilerle uçan halıya binersin. Klasik bi’ hikâye. Karakterler senin benim gibi. Kimse ondan beklenmeyeni yapmıyor ya da yapsa da, uyumlu. Bütün duyguların yaşandığı ve yaşanacağı herhangi bir yer olabilir burası - evimiz. Bu kadar uyumlu ve akışkanken bile sıkılmıyoruz mesela, şaşırıyoruz, hissedebileceğimiz her şeyi hissediyoruz ve inanılmaz gelen de bu, müzik. Bütün duygular yaşanabilir, bütün renkler görünür halde ve aynı seviyedeler. Dinleyenin başına gelen de bu, büyü. Aynı bu yaz benim çıktığım yol, karşılaştığım insanlar ve hissettiklerim gibi.

Sonbahar ‘da o göktaşıyla tekrar karşılaştım.


Yontmanın farklı yolları var. Düşünceyle yazı – yazma eylemi – arasında mesela, pek gizemli bir geçiş var. Fikirleri, hisleri ilk ve ham hallerinden çıkarıyorsun aslında kelimelere dökerken. Yontuyorsun. İşte, sanırım kendini. Bir biçime büründürüyorsun. Vay be felsefeye girdim. Gezi yazısı yazacaktım aslında; ama madem geldik. Oturalım biraz. Michel Gondry’nin kendini nasıl da aptal hissettiğinin belgeselinde Chomsky’nin formları, gerçekleri ve hayatın anlamının İngilizce anlatımı görsellerle bir bütünlük kazanmaya çalışır.

    


Biz festivalde gitmiştik bu filme ve Gondry de oradaydı. Filmin sonunda varoluşsal ve sanatsal sorularına bilimsel açıklamalar almak onu nasıl da heyecanlandırmıştı.

Ben uyudum izlerken ama siz bana bakmayın. Yönetmen nasıl olsa Science of Sleep’in de yönetmeni diye içim rahattı. Ayrıca dansla geçen bir hafta sonu sonrasında yoğun ve stressli bir iş günü akşamında izledim. İlk beş dakikadan sonra, peki, bir kere daha izlerim dedim ve uyuyakaldım.* Şimdi karşınızda “Is the man who is tall happy?” belgeselini uyumadan izlemediğim ikinci seferin hemen sonrasında yazıyorum. Sinemadan çıktıktan sonra aklımdan geçen 2 şeyi hatırladım. İlki, M.D. House dizisinde pislik herif diyebileceğimiz House’un en yakın arkadaşı James’e neden aile kurmak ya da çocuk yapmak istemediğini anlattığı sahne. Diğeri de Patrick de Bana ile yaptığımız röportajda**, bir gün hayalinin her şeyi bırakıp sessizliğe bürünmek olmasını – adam Avrupa’nın en iyi dansçılarından – röportajı yaptığım sırada nasıl da saçma bulduğum.

Buradan yürüyelim. Aslında House’un “efsane diyaloglar” diye çok videosu var; bu kimsenin ilgisini çekmemiş demek ya da ben bulamadım. James, neden House’un bir aile kurmaya yeltenmediğini sorar. House da bütün bu acı, yalnızlık, özgüvensizliklerimizin; bunları geç bütün güzellikleri berbat etmemizin nedeni ailelerimiz, der. Ailenin yegâne işlevi budur House’a göre.

Bu yolculuğa çıkmadan önce House’a pislik herif demezdim. Adamı hem haklı bulup hem de pislik herif olduğunu söylemek de çelişkili olacağından, hiçbir şey demez, dururdum. Çünkü adamı seviyorum. En iyi kaçma yoludur durmak. Düşündüğü gibi yaşamaya çalışan birinin hayatı sadece duruyor. Çelişkilere dokunmadan geçmek imkânsız.

Yürümeye devam edelim. Sanatçının dünyanın ya da hayatın karamsar yönlerinden beslenmesine ne diyorsun, diye sormuşum Patrick’e. Bana, “Bir gün derviş olmak istiyorum” diye cevap vermiş.

Bu yolculuğa çıkmadan önce kelimelerden ne kadar çok şey beklediğimin farkında değildim.  Bir fikirle karşılaştığında ve onu benimsediğinde, yine onu yaşamak istersin; ama hayat sana nasıl yaşayabileceğini öyle kolay kolay göstermiyor. Sadece engeller var sanki seni aşan ve önemsemeyen. Ve bir şekilde – solcular bunu çok yapar – sen sadece reddediyorsun. Bu da başka bi “duruş”

   

Aslında alakasız duran bi andı. Selahattin’le kapının basamağında oturuyorduk. Yıldızları seyrediyorduk. David Sylvian açıyorum, sürekli ama sürekli:

-          -  Bu albümü de sürekli çalıyorum ama, dedim.
-          -  Bunlar hep şifalanma süreci, dedi Selahattin.

Bu yolculuğa çıkmadan önce yapmacık bir kahkaha atardım böyle muhabbetlere ama o gün orda dondum kaldım - "salak gibi" Fenerimi açtım kaldığım yere doğru yürüdüm. 68 adım. Bir saatte vardım yurduma. İçeri girdim. Evet, Bahar, senin de herkes gibi ve herkesten fazla iyileşmeye ihtiyacın olabileceğini kabul etmeden uyumak yok.

Feneri kapadım. Yanımda ses kayıt cihazım vardı. Kafamdan bi tarih attım: 27 Kasım. Bu gün, tekrar dinlemeye söz verdim kendime. “Öğrenmek istemiyorsan kimse sana yardım edemez. Hayat o salak göktaşından çok daha fazlası ve merak etmiyorsan, anı da yaşayamıyorsun. Neler olabileceğine dair değil de; sadece neler olmadığına dair oluyor bütün hayat bilgin. Sen ne biliyorsun ki?”

Şimdi, uyuyabilir miyim artık?

Uykuya dalmadan önce bu kız, eee diye düşündü. Kim yardım edecek ki bana?
Gelecekten gelen güçler J meğer zaten set up’ı – kurulumu – hazırlamış.*** Uzaklaştığımda fark edebildim orkestrayı. Asra, çok zeki mühendis, Selahattin ve Ayşe, çakmakçı çocuk, Yılmaz, arkadaşımın arkadaşı, Dodanlı ve Herbişi’den herkes. Karşıma çıkan herkes bir şekilde şifanın bir parçası olmuşlar. Klasik hikâye.

Bu yolculuğa çıkmadan önce, klasik hikâyeleri de iyileşme süreçlerini de sevmezdim. Yara demekti çünkü iyileşmek, belki hastalık ya da sorun. Zaten bu yüzden, asla ait olduğumu hissetmedim. Evin yolunu bulmak zordu.

Yürümek güzel bir açılım.

Çıralı’daki son geceyi Dodanlı’yla sahilde geçirdik. Attık uyku tutumlarını şezlonglara. İçlerine uzandık. Bir şey içtiğimizi hatırlamıyorum ama ben sarhoştum.

Hikâye şöyleydi:

“Dodanlı Viyana’ya bir tiyatro oyunu için gittiğinde, özel bir kostüm gerekiyormuş. Bir sürü moda stüdyosundan gelmişler de bizim kız bir türlü beğenmemiş. En sonunda Michael, doğru kostümü giydirdiğinde iki âşıktan ibaretlermiş artık. “

Daha uzun olmalı bu hikâye.
Dalgaların sesini hatırlıyorum yıldızlarla. Dodanlı birbirlerini nasıl sevdiklerini anlatıyordu Sinemadaki o gün, o halimden ne kadar da farklıyım, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Gün ışığında etrafına baksan gece yıldızlardan dünyaya bilinçli bi yanlışlıkla düşmüş iki kadın olduğumuzu görebilirsin.
Çok mutluyum, demek istediğimi hatırlıyorum Dodanlı’yı dinlerken.

Uyuyakalmışım.



Yıldızlar:

*Belgesel’in kısa bir özeti sayılan şu videoyu da izleyebilirsiniz. http://www.youtube.com/watch?v=BxQZzTJd9KE
**Röportajı da buraya koyalım. http://www.bantmag.com/magazine/issue/post/28/231
***Interstellar’a gönderme yapmaya çalıştım. Olmuş mu?


9 Eylül 2014 Salı

iki yol



İki yol hikayesi yazdım.


Önce, o yazıyı neden yazdım?

Gül toplayan kadınlar yüzünden. Burdur'daki çiftlikten erken çıkmam gerekiyordu. Öğlen 2'de kadınların işinin bittiğini söyledi Matt. arkasındaki koltuklar çıkarılmış bir dolmuşun kenarlarına konan taburelere ve yerlere dağılmış 10 kadının yanına Stoyan'la ben de eklenince pek bir sevindiler. “Gül toplayıp birbirimize bakmaktan sıkılıyoruz” dedi biri. Hiçbirinin adını bilmiyorum. Ama başörtüleri, farklı görünen göğüs çatalları ve ses tonlarıyla hafızamda ayrı ayrı çok net kaldılar.
Köylerden birinin önünden geçerken kavun kesen yeşil başörtüsü boynuna düşmüş teyze, “Düğün var heralde” dedi. Ben de hemen atladım, “Biz dün bu düğüne gittik. Kız tarafının eğlencesi başka bir köyde devam ediyormuş, buradaki damat tarafı.” Kadın kestiği kavunu bana uzattı. “ye” dedi. Ben kavunu yerken bir hikaye anlattı.

Eskiden böyle değilmiş tabii. Erkek tarafı kızın köyüne önce halay çekmeye, sonraki gün de kızı almaya atlara binerek gidip gelirmiş. Bir gün atın üzerindeki gelin, duvağını kaldırıp gelin gittiği köye şöyle bir uzaktan bakmış, görmüş ki bütün tepeler yeşillik, 'Burada altı ayda bir çocuk yapılır' demiş.”

Ben burda hemen sırıttım. Teyze aldırmadan devam etti.

Kayınpederi de hemen cevap vermiş, 'Kızım sen bunu 9 ay 15 günde doğur da, sonrakileri 6 ayda doğurursun' demiş. Meğer kız zaten 6 aylık hamileymiş...”

Bütün kadınlar göl tarafına doğru baktı. Biri içini çekti. Stoyan bana bambaşka bir şey söyledi o an. Bir anda hikayeyi anlatan kadının yanında oturan ve gençliğinde çok güzel olduğunu düşündüğüm teyze konuşmaya başladı.

Siz aşıklar mısınız, birbirinize yani?
- Birbirimize değiliz teyze.
- O aşık mıymış birine?
- Bilmiyorum.
- Sen aşık mısın?
- (Güldüm) Olabilirim.
- Aman olma. Olmasan ayrı bi dert, olsan ayrı. Hala evlenmediğine göre, daha önce aşık olmuşsundur diye tahmin ediyorum (gözünü kırparak bana doğru yaklaşır). Ben zannettim ki bu aşk seninki gibi moderen çocukların ağzında dolaşan moda bişi.
- Sonra ne oldu?
- Olanlar oldu kuzum da. Olanlar oldu da, aşk buysa, olmaz olsun. Evlerden uzak. Anlat bakalım.
- Ne anlatiyim?
- Biz ayvayı yedik. Siz tanrı misafiri genç insanlar için nasıl oluyor?
- Valla değişen bişi yok. Herkes aynı ayvadan yiyor. Fark etmez yani. Nerede, nasıl yediğin.
- Sen ne düşünüyorsun?
- Dedim ya işte herkes..
- Yok yok, ben onu demedim. Sen ayvayı yediğinde, sindirimi nasıl oluyor, nasıl anlıyorsun?

Başka kadınlar kendi aralarında konuşmaya başlamış. Meraklı teyze bana yakınlaşarak yavaştan ve fısıltıyla sormuştu son sorularını. Böyle anlardan hoşlanmayan halimle,

Herkes gibi, dedim.

Teyze cevabıma çok bozuldu. Yol boyunca bana bir kere daha bakmadı bile. Hikayeyi anlatan kadın deminden beri elinde tuttuğu kavunu yemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu Stoyan'a. Elini ağzına doğru götürerek, “Götür, götür, hüplet, ye!”
O sırada ayvayı yiyen teyzenin köyüne geldik. İndi. İnerken burayı iyice bellememi ve bir gün mutlaka bu köye gelip gördüklerime “Fatma ablamı görmeye geldim.” dememi söyledi. Ben teşekkür ederken kapı kapandı. Hikayeyi anlatan teyze bana bakıyordu.

O öyle denmez. Bu kadıncağızın ağzından ilk defa aşk lafı duydum. 6 tane oğlu var. Evlendirmek istiyor işte. Güzel olsun kız; ama mutlu da olsun istiyor. Bir kızı kaçırdı büyük oğlu. Sonra kız tekrar ailesine kaçtı. Kız çocuğa geri dönmek istedi de, ailesi izin vermedi bu sefer. Çocuk askere gitti. Dağlara çıktı. Olmadı. Kızı unutamadı. En son, delirdi, dediler. Ama herkes delirmiyor kızım. Kimsenin delirdiği yok.

O an, bunlar gerçekten oluyor mu, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Hatta Stoyan'a sanırım şu kısa yolculuğumuzu hiç unutmayacağımı söylemek istedim. Bütün bu yolculuktan bir saat önce Matt ve adını hatırlamadığım İngiliz bir kıza (Jess miydi acaba?)) oksitosin hormonunun faydalarından bahsediyordum. Feromon ve Tiroksin salgısının nasıl, hangi koşullarda olabileceğine dair bilimin neler söylediğini ve aldatmak, isteksizlik ya da fazla arzu gibi “kötü alışkanlıkların” hep bunların fazla salgılanmasından ya da salgılanmamasından kaynaklandığını belirtip, “en büyük sorun konuşmamak” diye araştırma sonucu yazmalarına çok güldüğümü söyledim. Jess'le Matt birbirlerine baktı. Benim Burdur merkeze geçme saatim gelmişti. Peki biz bu muhabbete nerden gelmiştik? Tabii ya, Jess, çok gençti, daha 21 yaşındaydı ve aşk halindeki insana ne olduğunu sormuştu. Daha yeni başlamıştık.

Burdur'da işim bittikten sonra, biletlerimizi aldım ve köhne bir çay bahçesinde Ayşe'yi bekledim. Yazı yazmaya çalışıyorum, olmuyor. Okumaya çalışıyorum, olmuyor. Güneş var, deli gibi yağmur yağıyor. Gökkuşağı aramaya çıkıyorum. Yok, o laf, o cümle; tonuyla, gelişiyle, söyleniş şekliyle, görüntüsüyle, aklımdan çıkmıyor.

Kimsenin delirdiği yok”

Bu yazıyı da TheTopçu diye bir blog'a koyacağım. Kimse okumayacakmış gibi devam ediyorum.

İki bacağımın arasına yerleştirmiştim toplanan kırmızı gülleri. Dolmuş çukurlara girip çıktıkça, frenlerde ya da dönüşlerde bacaklarıma dikenleri batıyordu. Bu kadar mıydı o kadının anlattığı? Saatler sürmüştü sanki. Ben bunları gerçekten yaşadım mı, dediğimde hala bacaklarımın arasındaki mor izlere bakıyorum. Göz yaşımın güllerin üzerine düştüğünü, o an bacaklarımı daha da kapadığımı, Stoyan'a gülümsediğimi, dolmuştaki kadınların hepsinin ağladığımı fark ettiğini ama hiçbirinin ben kendimi rahatsız hissetmiyim diye bana bakmadığını hatırlıyorum. Stoyan'la ikimizi bankaya yakın bir yerde bıraktılar. İndik. Kapı kapanırken, hiç konuşmadığımız teyzelerden biri, dolmuşu heyecanla durdurdu. Güllerden bir tane aldı. Bana verdi. “Kurut bunu” dedi.

Çok etkili olsun diye yazıyı burada bitirmem lazım ama duramıyorum. Ayşe terminale geldiğinde ona da anlatmak istedim. Kızım Ayşe, kimsenin delirdiği yok. Herkes hayatına devam ediyor işte. An'larda olmalar, akışlara inanmalarda ben hep anı şeyi yaşıyorum. Kahroluyorum. İşte, böyle olması gerekiyor, dediğim hiçbir resimde ben yokum. Gidiyorum. Üstelik, öyle herhangi bir iz de bırakmıyorum. Yaşadığıma dair bir kanıtım yok, demedim. Ayşe çok sağlam kadındır. Güzel güler, söylediklerim içindeki en güzel yabani çiçeklere konar ve uçup gider. Beni sever, bana bakar, beni kucaklar. Ayşe, 15 dakika sonra geleceğini söyleyince gülü kitabın arasına koydum. Bir sigara sardım. Çay istedim. Dışarı çıktım. Telefonuma bakmak için içeri girdiğimde Ayşe uzaktan seslendi. “Ben geldim!” Gülümsedim ona hemen. Nasıl gülümsedim acaba?

***

PİYANO

Bir yıl önce istediğim hayatı şu an yaşadığıma göre, yaklaşıyorum demek ki. Arayı kapadık!


Piyano hocamla hep aynı nedenden dolayı kavga ederdik. O benim piyano çalmak istemediğimi söylerdi; bense basitçe ve sadece yeteneksiz olduğumu savunurdum. Bir parçada üç hata yaptıktan sonra hemen kalkardım piyanonun başından. Üst kata çıkar, aşağıdan gelen piyano sesine karışan sigara molasındaki velilerin muhabbetini dinlerdim. Bir gün yine, bir yandan çalıyorum bir yandan muzip bir şekilde kavga ediyoruz, Bale Öğretmeni geldi, “Bahar yaşına göre kendi yorumunu çok iyi katıyor” gibi bir yorum yaptı. Öğrencileri derse çağırdı ve gitti. Son günlerde güzel bir an düşünmek, hatırlamak istediğimde, o an geliyor gözlerimin önüne.

Çoktan anlamışsınızdır, ben hep entelektüel olmak istedim. Gözlerimin önüne gelen o an, her seferinde sanki bana, “olmayı isteme” halinin “olmanın” kendisinden daha iyi olduğunu söylüyor. Çok zor karar alan biri olarak, bir sürü şeyi “isteme halinde” yaşamanın öğrenme algısını da daha açık tuttuğunu düşünürüm. Ama yetmiyor. Aynı zamanda olmak da istiyorsun.

Bir gün, küçük ellerimin yetenekli olduğuna inanıyormuşum gibi yaparken,
- Nereye kadar gidebiliriz, diye sorum piyona öğretmenime.
- Birlikte Chopin'e gider, biraz otururuz. Bach'ı lisede, olmadı üniversitede kendin halledersin, dedi.
- Asık suratlı insanların yanında dikkatimi toparlayamıyorum ama ben, dedim diye kahkahayı kopardı.
Ertesi yıl, skolyozum – omurilik yamukluğu – olduğunu öğrendik ve ben piyanoyu bırakıp yüzmeye başladım. Yüzmeyi sevmiyordum çünkü farklı tondaki vuruşlarımın sırtımdaki ve kollarımdaki kasların farklı hallerinden ellerimdeki duruşun ve gücün simetrik olmamasından kaynaklandığına inanıyordum. Surat asan insanlara dayanamayan ben, sanırım dünyanın en somurtkan kız çocuğu olmuştum. (Konu dışı mı bilmem: şu an yüzmeyi de çok seviyorum.)

Hep böyle, sonradan sevmeler mi benim hikayem olacak yani? İstediklerim ve ihtiyaçlarım aynı anda ve mekanda bulaşamayacak mı?

Sonra bir şey oldu. Siyah bir piyanonun yanında uyudum ve bir rüya gördüm. Yazın ortasında, şehrin ışıklarını gören bir dağ evindeydik. Yerlere kadar inen pencerelerin olduğu yüksek tavanlı salona ay ışığı da sanki bizimle birlikte girdi ve uzun, ihtişamlı gölgesiyle piyanoyu gösterdi. Derin, piyanonun başına oturdu. Meğer benim Bach'ın Partita'larını ve Toccata'larını çalabilen bir arkadaşım varmış! Bütün gece çaldı. Bütün gece dans ettim. Bazen, çok yorulduğundan korktum, yanına gittim. Oturdum. Güneş doğarken havadan sudan konuştuk – bütün anlamlarıyla :) Terlemiştim mesela, vücudumuzdaki suyu da konuştuk. Belli ki duş almam gerekiyordu, tuvalete doğru yöneldim ki Derin engel oldu. Yok dedi, bu taraftan... ve hayatımda gördüğüm en güzel akarsuda yıkandım. Acıktım ve uyku bastırdı. Evde hiçbir şey yoktu. Köye gidip kapı kapı dolaşmaya karar verdik. Artık kim kabul ederse. Hem yürüyüş de yapmış oluruz. Kapısını ilk çaldığımız yerde kahvaltı ettik. Hayatımdaki en güzel çayı içtim. (çay bu alt tarafı?) Artık ne zaman yorgun bir uykuya dalsam, aynı tadı almak istiyorum rüyalarımdan. Ben eve erken çıkıp rüyanın içinde bir rüyaya daha dalmak istedim. Derin traktör tamiri için kaldı. Akşama doğru yanıma çıktı, beni uyandırdı. Başımı kaldırıp güneşe doğru baktım. Batıyor muydu gerçekten, yoksa doğuyor muydu?

Hazırlandım. Bacaklarımdaki morarıklar hala duruyordu. Ne kadar zaman geçmesi gerekir yaraların iyileşmesi için? Kapağı kapalı piyanoya baktım. Hiç açılmamış gibiydi. Çantamı aldım ve çıktım. Derin'i nerden, nasıl tanıdığımı düşündüm. Telefonuma baktım. Öyle biri kayıtlı değil. Park etmiş bir traktör gördüm. Çok yeni, tamire ihtiyacı olacakmış gibi durmuyor, derken biri bir korna çaldı. Otostop çekmiyorken durup almak isteyenlere ne yapacağımı bilemem yalnızken. Biraz irkildim. Bir Ford Ranger'dan genç bir kadın sesi yükseldi. “Hey maceracı kardeş, seni gideceğin yola atiyim ister misin?”

İsterim!

Bu yıl tanıştığım üçüncü Ayşe'yle de böyle tanışmış oldum. Ayşe, hayattan keyif almayı bilen anlamına geliyormuş. Bana baktı. Bahar ne anlama geliyor acaba, dedi. Güldük. Keşke biri bizi arabanın dışından videoya çekse, diye düşündüm. Kaydetse ve kaybetmese.



Bu rüyanın üzerinden bir ay geçti. Yaralarım iyileşiyor ve ben artık bunun bir rüya olduğuna, gerçeğe sonunda kendimi inandırıyordum ki 4 Eylül'de bilmediğim bir numaradan bir mesaj geldi.

Ben gidiyorum. Tekrar buluşmak dileğiyle..”


Eylül 2014, Doğantepe


4 Eylül 2014 Perşembe

Çok mu yalnızız? Ya da ben yine konuyu abartıyor muyum?

Başlıyorum!


Ben İlkokul 3'teyken çingene mahallesine taşındık.
Kızlı oğlanlı, gençlisi yaşlısı, seslisi sessizsi her yerdeydiler. Benim de kendi yaşlarımda bir arkadaşım olmuştu. Bir gün yolda yürüyorduk 3 kız, karşımızdan gelen roman kızlardan biri bir anda gelip saçımı tuttu, “Ne güzel olmuşsun sen” dedi yüksek sesiyle. Ben de, “Sen zaten çok güzelsin” dedim. Hatun yanağıma çat bir tane tokat yapıştırdı. Ama nasıl şaşırdım, anlatamam.
Ertesi gün ip atlıyorduk. Gelip bizimle oynadılar. Oyuna sormadan katıldıkları için biraz gergindik. Bütün akşam çıt çıkartmadan ip atladık. Hatun giderken, “Ben sizi çok sevdim. Yarın görüşürüz” dedi de, ben de adını sorabildim. “Ne yapıcan kız adımı, güzel atlıyom zıplıyom işte” diyip eliyle öpücük gönderdi, bana doğru üfledi. Gittiler.
Apartman, çingenelerin evlerine giderken kullandıkları merdivenin hemen yanındaydı. Sesleri o kadar yüksekti ki, kendi aralarındaki sıradan konuşmaları bile altıncı kattan duyabiliyorduk. Düğünleri de sokakta olurdu. Apartman sakinleri de arka camdan çingenelerin eğlencesini seyrederdi. 1 dakika karanlık eylemini hatırlıyorum. Mahalle insanını eyleme davul zurnayla çağırmışlardı. Sarıgül'ü de ilk bizim çingenelerden duymuştum.

Yıllar geçtikçe çingeneler kendi içlerine çekildi. Sesleri, düğünleri, evleri, kıyafetleri bize benzedi. Artık çingeneler bizim mahallede yaşıyordu.

Devam ediyorum!

Üniversiteyi de çingene mahallesinde okudum. Kuştepe. Çingene Mahallesinin ortasında bir Bilgi Üniversitesi. O zamanlar Bilgi'nin en sevdiğim kampüsüydü Kuştepe. Her gün o okula giderek güzel bir şey yaptığımı düşünürdüm.

İstanbul'da ilk işgal evi, Don Kişot'a gittiğimde aklıma o günler geldi. Her yer özel mülkiyetken, kimsenin olmayan bir ev mümkün olduğunda“işgal evi!” diyorsun ve bir çeşit bağımsızlık ilan ediyorsun. Bir de işgalin tam ters bir anlamı var – asıl anlamı: 1453'ten beri İstanbul'u işgal ediyoruz hani. Sadece inşa ettiğimiz ya da dönüştürdüğümüz binalarla değil; yaşamlarımızla da. İş hayatının ilk yıllarında fark etmiştim, vay be, demiştim, İstanbul'un sahiplerinin arasına girdim. Nerdeyim ben? Don Kişot'ta kendimi bir işgalci gibi hissediyorum; ama üzgünüm, resimler ne kadar güzel, koltuklar ne kadar seksi olsa da iyi anlamda değil. Bildiğiniz dümdüz ataerkil, yıkıcı ve tektipleştirici bir şekilde. Huzurunuzda, Çingenelerden özür diliyorum.


***


Şimdi Brezilya'da “topraksızlar” kimselerin olmayan topraklara gidiyorlar. O da bir çeşit işgal olarak algılanıyor. Kelimenin anlamı mıdır, hali midir, harflerin sıralanışı, çıkardığı ses midir, bilmiyorum. “Occupy” ya da “işgal” dedikçe, asıl işgalin her bir mülkiyetin kendisi olduğunu düşünüyorum ben de. Herhangi bir işgal ya da direniş halini de bu anlamda sorgulamaya başladım... (üç nokta) Tarihten geliyor heralde, Osmanlı'nın işgal savaşları, sömürgeciliğin işgallerini hatırlatıyor bana bu kelime. Neden buradaydık biz şimdi?
Doğanın bir parçası olan insana yeniden bakmak ve kimdir, nasıl bir insandır bu kendiyle ve dünyayla barışık insan sorusunu gittiğimiz her yere ve herkese taşımak lazım sanki. Çok şey öğretiyor. Gezegen sömürüsüne dönüşen hayatlarımızda farklı bir dengenin bir parçası olabilmek için, aynı eylemi dönüştürerek, işgal içinde farklı işgal alanları yaratarak sanki farklı bir düzene, topluma ait olmaya çalışıyoruz. *

Başıma bir şey gelmeyecekse, bir şey söyleyebilir miyim?

Hiçbirine ait olmak istemiyorum ben. Bütün bu hareketleri destekliyorum. Ama çıkış noktasının “hali hazırda tarihi, değerleri, kaynakları işgal eden, gezegeni sömüren sisteme karşı direniş” olmasının ötesinde doğanın kendisi olması gerektiğini düşünüyorum. (bu derin ekoloji halleri bana kadar nasıl ulaştı, bunları da yaziyim m? :)) En basitinden kapsayıcı, bütüncül, eşit, özgür ve barış içinde olabilmek için bu böyle – ve tam tersi.

O zaman salak bir soru sorabilir miyim?

Çok mu yalnızız? O çıkış noktası gereğince mi bu kadar yalnız hissediyorum, yoksa konuyu biraz abartıyor muyum? Ne yapsam, ne etsem, ne desem anca küçük, zor; ama güçlü adımlarla o çıkış noktasındaki insana minik minik yaklaşıyorum. Dönüp dolaşıp kendimi sevdiğim insanların, şeylerin ve hikayelerin içinde, yanında, kokusunda, orasında burasında buluyorum. Sonra tekrar, macera dolu bir kendini ikna etme serüveniyle tekrar baş başa kalıyorum. Ve şu an, tam olarak o tokata ihtiyacım var. Adını hiç bilmediğim o hülyalı çingene bunun sırrıyla birlikte hayatımdan sonsuza kadar çıktı ve sanki ben asla bilemeyeceğim. Gerçekten arkadaş olabildik mi seninle güzelim?

Çingeneler, topraksızlar bir de bu yüzden önemli. Onları abartmıyorum; ama diğer konuyu bilemem.



Ama harbiden, çok mu yalnızız?





*Topraksızlara, işgalci demiyorum bu nedenle. Eğer olup bitenler tam da bana anlatılanlar gibiyse, diğer olayların yanında en anlamlısını onlar yapıyor olmalı.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Köydeki çocuklara anlatsam bana gülerler mi?





Annenize babanıza soramadığınız şeyleri bana sorabilirsiniz, söyleyebilirsiniz, biliyorsunuz değil mi?

    - Bahar'cım (yalnızken isimlerimizle hitap ediyoruz) bence tarlanın bahçenin sulanması matematikten daha önemli. Ama babam matematik de matematik diyo, başka da bişi demiyo. İllallah getirdi vallahi.

    - Çok terliyorum. Nefes alamıyorum bu beton binaların içinde.

    - Bi park yaptılar, bizi oraya tıktılar. Köy yerinde park mı olur?

    - Ben büyüyünce evlenmek istiyorum ama kendim gibi bi çocukla. (göz kırpmaya çalışıyor bir yandan, aynı anda ikisini de kapatıp açıyor. Sırıtıyoruz karşılıklı)

    - Anneme şu bilekliğe 5 lira verdiğimi söyledim ama aslında 15 lira. Çok seviyorum. Geceleri yastağımın altına koyup öyle dua ediyorum. Allahım beni affetsin. 

    - Havai fişeklerden korkuyorum. Babamın silahından da korkuyorum ama belli etmiyorum. Sonra ne derler...


    - Annem çok mutsuz. Büyüyünce onu mutlu edeceğim. Evler, dolaplar, arabalar...


                                                                                                                            1 Eylül, İstanbul



31 Ağustos 2014 Pazar

Ben,nasıl ben olduğuma kafayı taktım. Peki nasıl solcu oldum?


Bilmiyorum.


Bir akşam geç saatler olmasına rağmen, evde misafirler vardı; ama yine babam geç gelecekti. Acaba ne zaman gelir, artık çocukların da yatması gerekiyor derken kapı anahtarının sesini duyduk. Babam özür diler gibi sessizce içeri girdi. Masadaki bir kaç kişi yemek yemeğe devam ediyordu sadece. Bir de televizyonun sesi vardı işte. Yarışma programı izliyorduk. Babam salona girdiği anda reklamlar başladı. Arkadaşlarıyla selamlaştı. Benim yanıma oturdu. Hikmet amca sazını yanına koydu. Babama bir şeyler anlatmaya başladı ki haberler başladı. Annem mutfaktan meyve getiriyordu. Beni yardıma çağırdı. Televizyonun tam önünden geçtiğim anda, “Önde gelen sosyalist bir grubun liderlerinden Seyfi Topçu bugün yakalandı.” Sanırım sadece ben hareket etmeye devam ettim. Ve sadece televizyonun sesine kaldığımızı da anlamamıştım tabii. Annemin elindeki meyveleri alıp masaya koydum. Diğer tabakları da almalıydım. Ben mutfağa giderken babam konuşmaya başlıyordu. Mutfaktan masaya dönerken biraz daha yavaş konuşuyordu. Sonra tekrar muhabbet hızlanıyordu. Birkaç defa böyle olduktan sonra annem beni yatırdı.
Bana anlatılan hikaye böyle. Yakalanan kişi – Süleyman Amca - babamın kimliğiyle yakalanmıştı.

Ben sadece babamın her seferinde gözlerini benim yanımda açtığını hatırlıyorum. Sık sık bayılan; buna karşılık pek sık göremediğim bir babam vardı işte benim de. Gözlerini açtığında sadece bana bakardı. O yüzden sanırım, ben de nerede olduğumuzu önemsemezdim. Kolidor, hastane, sokak, küvet, sınıf... bizim için fark etmezdi. Nasılsın, derdim. İyiyim, derdi. Bir şeyim yok. Nasıl geçti günün? Ben de anlatırdım hemen. Anlatmasam, sanki gözlerini yine kapatacak gibi hissederdim ve annem bunu istemiyordu. Bunu biliyordum. Ayık tut babanı derdi. Ben de, mesela, öğrenci tayfasındaki dedikoduları anlatırdım. Çok ilginçtir, anlatırken bunlar hep neden bizim başımıza geliyor, derdim. Haksızlık. Babam da, sistemlerden bahsederdi. Kapitalizm, sosyalizm, komünizm, anarşizm, feodalizm vardı bir de. Marx diye bir adam vardı, bütün bunların bize ne yaptığını ve yapacağını anlatırdı.

Anadolu Lisesine başladığım ilk yıllar olmalı. Ablam üniversiteye gitmişti. Her geldiğinde yeni bir şeyler getiriyordu yanında. Yeni bir kitap, yeni bir zevk, yeni bir korku, yeni bir pişmalık, yeni bir aşk. Her şey eksikti ve fazla zamanımız yoktu. Hayat sınavdan ibaret değildi. Mesela bunu oku, demişti. Aziz Nesin. Sonra yetmez bunu da okumak lazım: Sosyalizmin alfabesi. Tabii kitap kapitalizm anlatmaktan sosyalizme bir türlü gelemiyordu ve bizi uyuz ediyordu. Neydi bu sosyalizm? O hafta o kitapta kapitalizme dair ne yaşadıysam, gördüysem ya da duyduysam not alırdım. Belki kitabın sonuna gelirdik ve sosyalizmin bunlar için bir çaresi vardı. Ama ertesi hafta ablamın zaten başka bir konusu olurdu. Sosyalizme hiç gelemedik yani.



Lisede okuldan kaçar İstiklal Caddesindeki yürüyüşlerin bir adım arkasından yürürdük. Elini korkak alıştırma dedi bir gün sakallı, çok havalı bir çocuk bana. Söyledikleri sloganı şarkıya dönüştürmeye çalışıyordum. O an slogan değişti.

Devrimci tutsaklar onurumuzdur.”

Bana öğretilen bütün doğrulara göre orada olmam gerekiyordu; ama ben cümle içinde geçen Devrim – Tutsak – Onur kelimelerindeki anlatım bozukluğunu bulup, üniversiteyi kazandığında sisteme entegre olacak öğrenciydim. Kafamın içinden konuşur gibi hafif eğilerek, kendinden emin bir şekilde devam etti, “buradaki diğer herkes gibi.”

İzmit'e dönünce babama kızdım. Onu suçladım. Bizi küçük burjuva yetiştirdiğini söyledim. Söylediklerimiz neler, yaptıklarımız nelerdi. Sovyetler Birliği bale işini biraz hafifletiyordu ama olay bundan ibaret değildi tabii. Bir sürü şey. Arabanın içinde bir otoparktaydık. Tam çıkıyorduk. Ben bunları söyleyince babam vazgeçti. Kontağı kapadı ve benimle bir konuşma yaptı. Şimdi buraya yazmayacağım. Kelimeleri çok da hatırlamıyorum zaten. 10 – 15 dakika sürdü ya da sürmedi – ki babamla bu konuları saatlerce konuşuruz – hissettiklerimi unutmuyorum. Yaşama nedenimi ve en büyük korkumu gördüm o konuşmada. Sevmek ve sevdiklerimi kaybetmek.

Sonrasını yazamıyorum. Çünkü o konuşmaya kadar solcu olmaya çalışıyordum. O konuşmadan sonra başka bir şeye evrildi sanki olay. Daha çok koşmaya, daha çok okumaya, daha çok gezmeye, daha çok dans etmeye başladım sanki. Daha çok aramaya, daha çok sormaya, daha çok hayal kurmaya ve kırılmaya başladım.

Sonrasını yazacağım ama. Daha'ların ve Çok'ların anlamlarını, zorluklarını, saçmalıklarını... Bugün aynı cümleyi bir arkadaşım bana söyledi. İnandım. Bu hikayelerin binbir türlü hali ve başlangıçların farklı bir anlamı var:

Her şey çok güzel olacak”



31 Ağustos, İzmit



29 Ağustos 2014 Cuma

SÜSLER VE GÖLGELER



Bu muhabbet kesin bir yerlerde çok yapılmış, bitmiştir bile. Benim de biraz kendi kendime konuşmaya ihtiyacım var demek ki.

Üç tercihimiz var her zamanki gibi, biz iki türlü flört ediyoruz. Birini diğerine tercih edebildiğimizi zannetmiyorum. Hepsinin üzerinden geçiliyordur şu hayatta.
Öncelikle ilk flörtümüzün adı kazan – kazan flörtü. Adını aldığı disiplindeki gibi – illa ki değil ama biraz politik bir flört olabiliyor.
Love is a Losing Game şarkısı ne güzeldir. Kazan – kazan flörtüne denk geldiğiniz orta sınıf bir Restoran & cafe'de kesin çalar. İkiniz de şarkıyı biliyorsunuzdur.



- Amy Winehouse'un öldüğü 23 Temmuz 2011 gecesinde Ankara'da bir salıncakta sallanıyordum.
- Üç yıl geçmiş üzerinden! Ne kadar da güzel bir kadındı.
- Sen de mi seviyorsun o şarkıyı. Bu akşam benim evime gidebiliriz ama reglyim.

Kazan – kazan flörtünde önemli olan kim olduğun, nerede olduğun, o an nasıl bir ruh halinde olduğun, Madonna'nın en son klibiyle ilgili ne düşündüğün, hangi şarabı nerede içtiğin, Love is a Losing Game parçasını bilip bilmediğin ve Amy Winehouse'un 27 yaşında ölümüyle ilgili en az 10 dakika konuşabilme kabiliyetinin olup olmadığı önemlidir. Bilgi önemlidir yani. Love is a Losing Game de bir bilgidir sonuçta. Bu bilgiyi amacın için araç olarak kullanırsın. Araç olarak kulladığın şey aslında kim olduğundur tabii. Bu yüzden zengin kız fakir oğlanlı yeşilçam filmlerinden hobi olarak konuşursun bu flörtü ederken. Ve reglisindir.

Şu anda uydurduğum “Yakan Topu” flörtü var bir de. “Love is a Loosing Game” şarkısını, kendi hayatının da bilgisi, yani gerçekliği yaparsan öncelikler değişir. Şimdiye kadar dinlemiş olduğun iki milyon şarkının on tanesini bile denk getiremediğin bir insanla flört edebilirsin. Önemli olan ne konuştuğun değildir zaten; nasıl konuştuğundur. Ayrıntılar farklıdır çünkü. Dikkatinizi çekerim, şarkının verdiği bilgiye göre zaten kaybediyorsunuz “Aşk bir kaybetme oyunudur.” Genel...
                Bu flörtün doğal akışında kim olduğun önemli değildir, herkesle edebilirsin ve arkanı döndüğün anda da unutabilirsin. Ama unutmaya dabilirsin; çünkü yakan topu oynayan çocuklarla her zaman ve her sokakta karşılaşılmıyor, değil mi?



       Beyin ve kalp nasıl çalışıyor bilmiyorum ama ikisini de yapıyoruz. Bir şarkı, nasıl olur da kendi hayatımızın gerçekliği oluverir? Yoksa zaten, hayatımızdan mı çıkmıştır bu şarkılar?

Yukarıda anlatılanların göstermeye çalıştığı şeylerden biri de şu; flört sınıfsal bir şey ve orta sınıfa dair halen umudumuz olacaksa Yakan Topu Flörtünü de etmeye cesareti olanlar sayesinde olacak. Neye yetiştiğimizi bir türlü öğrenemeyen yetişkin-çocukların ikincisini bırakmak istemediklerini duydum. Bu da başka türlü bir inat, zaten başlarına ne geldiyse, o inat ve o umut yüzünden geliyor sanki.

Biseksüellikten bahsederken bir keresinde, “sadece denemek için yapmayı anlamıyorum” demişti bir kadın. Soru şu oluyor o zaman, “Siz heteroseksüeller neden sevişiyorsunuz kuzum?” anladı mı acaba.



***



Üç tercihimiz var demiştim. Son olarak, flört etmiyoruz. Kelimelerin ve jestlerin öğretilmiş kurgular olduğunu düşünerek her ikisinde de, sonuçta bir oyun oynandığının farkında olalım.

Kendi dilini yarat!

Şimdi ben buraya, kendine ait bir dil böyle yaratılır diye yazabilir miyim? Bazen, öyle insanlarla denk geliyorsun ki kelimelerin ilk anlamlarını sanki ilk defa yaşayıp o anlamlardan başka yerlere de birlikte götürüyorlar ve sen zaten inanılmaz buluyorsun bunu. Çok romantik bulurdum. Sanırım bunu aşka bile tercih edebilirim. Aşk biraz daha kendini inandırdığın bir “ruh hali” oluverebiliyor. Burada emek var. Bir de, bakar mısınız ne kadar da işaret ediyoruz her şeye... Bu flört, o aşk değil, onlar insan derken ne yapıyoruz yani?


Zaman geçiyor, kuşlar uçuyor... 

28 Ağustos 2014 Perşembe

Ben şimdi feminizmle ilgili mi yazmış oldum?

Gelecekte kimse kendini feminist olarak tanımlama ihtiyacı duymayacak.

Çocukların bildiği gibi, biz de inanabileceğiz her şeyin olduğu gibi olduğuna. Olması gerekenle olan bir olacak yani. En azından feminizm..

Her şeyin çok uygun oysa ki, sen neden feminist değilsin, diye sormuştu bir adam bir gün bana. Üzerinden kaç yıl geçti bilmiyorum bu sorunun, dün makyaj yaparken iki muhabbeti birleştirdim ve bir cevap çıktı ortaya. İlk muhabbet geçen yıl Burgazada'da da yapıldı. “Ben hiç kadın olmadım ki” dedi Cansu. Hayrola, dedim. Güldü. “Yani toplumsal olarak kadının ikinci, üçüncü sınıf vatandaş olma hallerini hiç yaşamadım. Ne özel ilişkilerimde ne de iş hayatında.” Pek mümkün bulmasam da verdiği bir mesaj vardı. Sosyal sayılan bir insan olarak şu gözlemi yapmıştım: Bu eşit ilişki hali aslında herkesin kafasını karıştırıyordu. Otururken, kalkarken, yemek yerken, çocuk doğduğunda ne yapmalı, nasıl yapmalı? Kızlarını büyütürken feminist olmaya çalışan bir babanın kızıyım. Annemse kız meslek lisesi mezunu, öğrendiği her şey kadının toplumsal iş tanımları gibi. Kıyafetlerimizi bize annem dikerdi. Pazardan alış – verişini yapar, mufakta sağlıklı lezzetler yaratırdı. Her zaman çok temizdi; ama temizlik mazemelerinin sağlıksızlığından da çok şikayet ederdi. Bulaşık deterjanlarının kanserojen olup olmadığını sormak için Gazi Üniversitesi'ni arayan ilk vatandaş kendisi, yıl 1989. Aşık olduğu adamla evlendi ve bunu bir daha sorgulamadı. Biz orta sınıf bir aileydik ve yükselmemiz için kızların “bunlar zaten olur” işlerinin dışında daha önemli şeyler yapmaları gerekiyordu. Okumalıydılar. Yemek yendikten sonra bütün kız çocukları sofrayı toplamaya yardım ederken ben erkeklerle kalıp politika konuşurdum ya da kalkıp giderdim. Bale yapmaya, piyano çalmaya, kitap okumaya, yüzmeye, sinemaya, yazmaya belki.


Baleye bazen erkek arkadaşlarım bırakırdı beni. Bale yaptığımız yeşil çatılı pembe panjurlu eve uzaktan korkuyla ve hayranlıkla bakarlardı. Kadın Jedi'lar burada yetişiyormuş gibi bir efsane havası eserdi aramızda. Sanki benim gizli güçlerim vardı, bedenime sığamıyordum. Her seferinde içeri çağırırdım çocukları. Kaçar gibi geri çevirirlerdi teklifimi. Binanın önünde “Erkekler Giremez” yazmazdı. Böyledi işte. Kızlarını almaya gelen babaların kapının önünde beklemeleri dışında erkekler, “giremezdi.” Sanırım feminist olmaya hiç ihtiyacım olmadı. Benim yerime hayatım, o zamanların ve mekanların koşulları için zaten feministti. Şimdi geri dönüp baktığımda hepsini yanlış – daha hafif tabirle eksik - buluyorum. 28 yaşında, annemi bana dikiş dikmeyi öğretmeye ikna etmeye çalışan bir bale öğretmeni oldum. Kızlı erkekli sınıflarda ders vereceğim inşallah. Annem dikiş öğrenebileceğime hala tam ikna olmadı. Sökükleri onarıyorum anca.

İşte bana böylesi denk geldi. Aynı anda hem şanslı hem çok sorunluydu farkında olmadan yaşadığım feminist hallerim. Feminizme gerek duyularak yaşandığı her an da böyle olmak zorunda gibi geliyor şimdi. Şanslı ve çelişkili. Lisede, National Geography dergisine yıllık abone olurdum. Meksika'da yaşan orospuların hayatlarını anlatan bir yazı vardı. İşte, derdim böyle yazılara, asıl hikaye burada. Onların görünürlüğüne o kadar özenirdim ki... Benim varlığımın hiçbir şekilde çarpıcı ya da tutkulu bir özelliği yoktu. Bedenimin görünürlüğünden vazgeçtim, ben de aklımı oynattım. Herkes gibi yaşıyor ve kimseler gibi düşünmemeye çalışıyordum. Hayatlarımızda çelişki olması yaratmıyor asıl sorunları. Bence sorunları yaratan bizim o çelişkilerle olan ilişkimiz.


Dün True Blood'ın son bölümünü izledim. Sookie denen esas kızın en yakışıklı vampirleri ve kurt adamları sadece ne istediğimi bilmiyorum orospuluğuyla götürmesi çok uyuzdu. Dizinin Hristiyanlık ve Budizmle dalga geçtiği güzel sahneleri düşünüyordum ki o vampirler ve kurt adamlar kadar bir taş düştü sanki kafama. Ne istediğimi bilmiyorum halinin İstanbul şubesi olarak hakikat öylece gözlerimin önünde beni güzel güzel becermeye başladı. Ne istediğimi, kimi istediğimi, nasıl istediğimi biliyordum. Hala biliyorum. Benim ergenliğim kim olduğumu bilmememden kaynaklanıyordu. Kim olduğunu bilmediğinde, o isteklerin seni nasıl bulduğunu anlamıyorsun. İsteklerin, ihtiyaçların orda öyle duruyor; ama sen başka yerde başka bir zamanda başka birini yaşıyorsun. İyi de o istekler nasıl mümkün oldu o zaman? Yapmakta olduğun şeyler isteklerinden giderek uzaklaştıkça da tek çıkış yolun kim olduğunu önemsememek. İkiyüzlü bir durum. Her şeyin olması gerektiği gibi olması, senin üzerinde bir yerlerde ve bazen bu gereklilik insanı kendinden uzaklaştırıyor. Belki de sen zaten böyle, kendinden kaçan birisindir. Bunun bu kadar benimle ilgili olmasından çok utanıyorum; bir yandan da benden çıkıp gitmesini istiyorum ki benden ibaret kalmasın. Artık kaçmaktan ya da kaçıyormuş gibi yapmaktan başka yollarımız olsun. 

Aşık da oldum.

Öyle olmuyor işte. Aşktan kaçılmıyor. Farklı zamanlara ve makanlara gidebilirsin. Kalmak diye bir şey olabildiği için gidebilmek de var biz insanlar için; ama aşk öyle olmuyor. Bir yere gitmiyor ya da zaman gibi geçmiyor. Var ya da yok. Olduğu gibi.

Yeniden sevebilmek için her şeyi yıkarak saf bir göz yaratıyorsun. Pürüzsüz, kendini olduğun gibi görebildiğin, üstelik – belki de sevebildiğin, yeniden başlayabildiğin bir dünya..

Öyle işte. Yolculuk nereye?


                                                                                               28 Ağustos, Beşiktaş