Bilmiyorum.
Bir akşam geç saatler olmasına
rağmen, evde misafirler vardı; ama yine babam geç gelecekti. Acaba
ne zaman gelir, artık çocukların da yatması gerekiyor derken kapı
anahtarının sesini duyduk. Babam özür diler gibi sessizce içeri
girdi. Masadaki bir kaç kişi yemek yemeğe devam ediyordu sadece.
Bir de televizyonun sesi vardı işte. Yarışma programı
izliyorduk. Babam salona girdiği anda reklamlar başladı.
Arkadaşlarıyla selamlaştı. Benim yanıma oturdu. Hikmet amca
sazını yanına koydu. Babama bir şeyler anlatmaya başladı ki
haberler başladı. Annem mutfaktan meyve getiriyordu. Beni yardıma
çağırdı. Televizyonun tam önünden geçtiğim anda, “Önde
gelen sosyalist bir grubun liderlerinden Seyfi Topçu bugün
yakalandı.” Sanırım sadece ben hareket etmeye devam ettim. Ve
sadece televizyonun sesine kaldığımızı da anlamamıştım tabii.
Annemin elindeki meyveleri alıp masaya koydum. Diğer tabakları da
almalıydım. Ben mutfağa giderken babam konuşmaya başlıyordu.
Mutfaktan masaya dönerken biraz daha yavaş konuşuyordu. Sonra
tekrar muhabbet hızlanıyordu. Birkaç defa böyle olduktan sonra
annem beni yatırdı.
Bana anlatılan hikaye böyle.
Yakalanan kişi – Süleyman Amca - babamın kimliğiyle
yakalanmıştı.
Ben sadece babamın her seferinde
gözlerini benim yanımda açtığını hatırlıyorum. Sık sık
bayılan; buna karşılık pek sık göremediğim bir babam vardı
işte benim de. Gözlerini açtığında sadece bana bakardı. O
yüzden sanırım, ben de nerede olduğumuzu önemsemezdim. Kolidor,
hastane, sokak, küvet, sınıf... bizim için fark etmezdi.
Nasılsın, derdim. İyiyim, derdi. Bir şeyim yok. Nasıl geçti
günün? Ben de anlatırdım hemen. Anlatmasam, sanki gözlerini yine
kapatacak gibi hissederdim ve annem bunu istemiyordu. Bunu
biliyordum. Ayık tut babanı derdi. Ben de, mesela, öğrenci
tayfasındaki dedikoduları anlatırdım. Çok ilginçtir, anlatırken
bunlar hep neden bizim başımıza geliyor, derdim. Haksızlık.
Babam da, sistemlerden bahsederdi. Kapitalizm, sosyalizm, komünizm,
anarşizm, feodalizm vardı bir de. Marx diye bir adam vardı, bütün
bunların bize ne yaptığını ve yapacağını anlatırdı.
Anadolu Lisesine başladığım ilk
yıllar olmalı. Ablam üniversiteye gitmişti. Her geldiğinde yeni
bir şeyler getiriyordu yanında. Yeni bir kitap, yeni bir zevk, yeni
bir korku, yeni bir pişmalık, yeni bir aşk. Her şey eksikti ve
fazla zamanımız yoktu. Hayat sınavdan ibaret değildi. Mesela bunu
oku, demişti. Aziz Nesin. Sonra yetmez bunu da okumak lazım:
Sosyalizmin alfabesi. Tabii kitap kapitalizm anlatmaktan sosyalizme
bir türlü gelemiyordu ve bizi uyuz ediyordu. Neydi bu sosyalizm? O
hafta o kitapta kapitalizme dair ne yaşadıysam, gördüysem ya da
duyduysam not alırdım. Belki kitabın sonuna gelirdik ve
sosyalizmin bunlar için bir çaresi vardı. Ama ertesi hafta ablamın
zaten başka bir konusu olurdu. Sosyalizme hiç gelemedik yani.
Lisede okuldan kaçar İstiklal
Caddesindeki yürüyüşlerin bir adım arkasından yürürdük.
Elini korkak alıştırma dedi bir gün sakallı, çok havalı bir
çocuk bana. Söyledikleri sloganı şarkıya dönüştürmeye
çalışıyordum. O an slogan değişti.
“Devrimci tutsaklar onurumuzdur.”
Bana öğretilen bütün doğrulara
göre orada olmam gerekiyordu; ama ben cümle içinde geçen Devrim –
Tutsak – Onur kelimelerindeki anlatım bozukluğunu bulup,
üniversiteyi kazandığında sisteme entegre olacak öğrenciydim.
Kafamın içinden konuşur gibi hafif eğilerek, kendinden emin bir
şekilde devam etti, “buradaki diğer herkes gibi.”
İzmit'e dönünce babama kızdım.
Onu suçladım. Bizi küçük burjuva yetiştirdiğini söyledim.
Söylediklerimiz neler, yaptıklarımız nelerdi. Sovyetler Birliği
bale işini biraz hafifletiyordu ama olay bundan ibaret değildi
tabii. Bir sürü şey. Arabanın içinde bir otoparktaydık. Tam
çıkıyorduk. Ben bunları söyleyince babam vazgeçti. Kontağı
kapadı ve benimle bir konuşma yaptı. Şimdi buraya yazmayacağım.
Kelimeleri çok da hatırlamıyorum zaten. 10 – 15 dakika sürdü
ya da sürmedi – ki babamla bu konuları saatlerce konuşuruz –
hissettiklerimi unutmuyorum. Yaşama nedenimi ve en büyük korkumu
gördüm o konuşmada. Sevmek ve sevdiklerimi kaybetmek.
Sonrasını yazamıyorum. Çünkü o
konuşmaya kadar solcu olmaya çalışıyordum. O konuşmadan sonra
başka bir şeye evrildi sanki olay. Daha çok koşmaya, daha çok
okumaya, daha çok gezmeye, daha çok dans etmeye başladım sanki.
Daha çok aramaya, daha çok sormaya, daha çok hayal kurmaya ve
kırılmaya başladım.
Sonrasını yazacağım ama.
Daha'ların ve Çok'ların anlamlarını, zorluklarını,
saçmalıklarını... Bugün aynı cümleyi bir arkadaşım bana
söyledi. İnandım. Bu hikayelerin binbir türlü hali ve
başlangıçların farklı bir anlamı var:
“Her şey çok güzel olacak”
31 Ağustos, İzmit
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder