31 Ağustos 2014 Pazar

Ben,nasıl ben olduğuma kafayı taktım. Peki nasıl solcu oldum?


Bilmiyorum.


Bir akşam geç saatler olmasına rağmen, evde misafirler vardı; ama yine babam geç gelecekti. Acaba ne zaman gelir, artık çocukların da yatması gerekiyor derken kapı anahtarının sesini duyduk. Babam özür diler gibi sessizce içeri girdi. Masadaki bir kaç kişi yemek yemeğe devam ediyordu sadece. Bir de televizyonun sesi vardı işte. Yarışma programı izliyorduk. Babam salona girdiği anda reklamlar başladı. Arkadaşlarıyla selamlaştı. Benim yanıma oturdu. Hikmet amca sazını yanına koydu. Babama bir şeyler anlatmaya başladı ki haberler başladı. Annem mutfaktan meyve getiriyordu. Beni yardıma çağırdı. Televizyonun tam önünden geçtiğim anda, “Önde gelen sosyalist bir grubun liderlerinden Seyfi Topçu bugün yakalandı.” Sanırım sadece ben hareket etmeye devam ettim. Ve sadece televizyonun sesine kaldığımızı da anlamamıştım tabii. Annemin elindeki meyveleri alıp masaya koydum. Diğer tabakları da almalıydım. Ben mutfağa giderken babam konuşmaya başlıyordu. Mutfaktan masaya dönerken biraz daha yavaş konuşuyordu. Sonra tekrar muhabbet hızlanıyordu. Birkaç defa böyle olduktan sonra annem beni yatırdı.
Bana anlatılan hikaye böyle. Yakalanan kişi – Süleyman Amca - babamın kimliğiyle yakalanmıştı.

Ben sadece babamın her seferinde gözlerini benim yanımda açtığını hatırlıyorum. Sık sık bayılan; buna karşılık pek sık göremediğim bir babam vardı işte benim de. Gözlerini açtığında sadece bana bakardı. O yüzden sanırım, ben de nerede olduğumuzu önemsemezdim. Kolidor, hastane, sokak, küvet, sınıf... bizim için fark etmezdi. Nasılsın, derdim. İyiyim, derdi. Bir şeyim yok. Nasıl geçti günün? Ben de anlatırdım hemen. Anlatmasam, sanki gözlerini yine kapatacak gibi hissederdim ve annem bunu istemiyordu. Bunu biliyordum. Ayık tut babanı derdi. Ben de, mesela, öğrenci tayfasındaki dedikoduları anlatırdım. Çok ilginçtir, anlatırken bunlar hep neden bizim başımıza geliyor, derdim. Haksızlık. Babam da, sistemlerden bahsederdi. Kapitalizm, sosyalizm, komünizm, anarşizm, feodalizm vardı bir de. Marx diye bir adam vardı, bütün bunların bize ne yaptığını ve yapacağını anlatırdı.

Anadolu Lisesine başladığım ilk yıllar olmalı. Ablam üniversiteye gitmişti. Her geldiğinde yeni bir şeyler getiriyordu yanında. Yeni bir kitap, yeni bir zevk, yeni bir korku, yeni bir pişmalık, yeni bir aşk. Her şey eksikti ve fazla zamanımız yoktu. Hayat sınavdan ibaret değildi. Mesela bunu oku, demişti. Aziz Nesin. Sonra yetmez bunu da okumak lazım: Sosyalizmin alfabesi. Tabii kitap kapitalizm anlatmaktan sosyalizme bir türlü gelemiyordu ve bizi uyuz ediyordu. Neydi bu sosyalizm? O hafta o kitapta kapitalizme dair ne yaşadıysam, gördüysem ya da duyduysam not alırdım. Belki kitabın sonuna gelirdik ve sosyalizmin bunlar için bir çaresi vardı. Ama ertesi hafta ablamın zaten başka bir konusu olurdu. Sosyalizme hiç gelemedik yani.



Lisede okuldan kaçar İstiklal Caddesindeki yürüyüşlerin bir adım arkasından yürürdük. Elini korkak alıştırma dedi bir gün sakallı, çok havalı bir çocuk bana. Söyledikleri sloganı şarkıya dönüştürmeye çalışıyordum. O an slogan değişti.

Devrimci tutsaklar onurumuzdur.”

Bana öğretilen bütün doğrulara göre orada olmam gerekiyordu; ama ben cümle içinde geçen Devrim – Tutsak – Onur kelimelerindeki anlatım bozukluğunu bulup, üniversiteyi kazandığında sisteme entegre olacak öğrenciydim. Kafamın içinden konuşur gibi hafif eğilerek, kendinden emin bir şekilde devam etti, “buradaki diğer herkes gibi.”

İzmit'e dönünce babama kızdım. Onu suçladım. Bizi küçük burjuva yetiştirdiğini söyledim. Söylediklerimiz neler, yaptıklarımız nelerdi. Sovyetler Birliği bale işini biraz hafifletiyordu ama olay bundan ibaret değildi tabii. Bir sürü şey. Arabanın içinde bir otoparktaydık. Tam çıkıyorduk. Ben bunları söyleyince babam vazgeçti. Kontağı kapadı ve benimle bir konuşma yaptı. Şimdi buraya yazmayacağım. Kelimeleri çok da hatırlamıyorum zaten. 10 – 15 dakika sürdü ya da sürmedi – ki babamla bu konuları saatlerce konuşuruz – hissettiklerimi unutmuyorum. Yaşama nedenimi ve en büyük korkumu gördüm o konuşmada. Sevmek ve sevdiklerimi kaybetmek.

Sonrasını yazamıyorum. Çünkü o konuşmaya kadar solcu olmaya çalışıyordum. O konuşmadan sonra başka bir şeye evrildi sanki olay. Daha çok koşmaya, daha çok okumaya, daha çok gezmeye, daha çok dans etmeye başladım sanki. Daha çok aramaya, daha çok sormaya, daha çok hayal kurmaya ve kırılmaya başladım.

Sonrasını yazacağım ama. Daha'ların ve Çok'ların anlamlarını, zorluklarını, saçmalıklarını... Bugün aynı cümleyi bir arkadaşım bana söyledi. İnandım. Bu hikayelerin binbir türlü hali ve başlangıçların farklı bir anlamı var:

Her şey çok güzel olacak”



31 Ağustos, İzmit



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder