4 Eylül 2014 Perşembe

Çok mu yalnızız? Ya da ben yine konuyu abartıyor muyum?

Başlıyorum!


Ben İlkokul 3'teyken çingene mahallesine taşındık.
Kızlı oğlanlı, gençlisi yaşlısı, seslisi sessizsi her yerdeydiler. Benim de kendi yaşlarımda bir arkadaşım olmuştu. Bir gün yolda yürüyorduk 3 kız, karşımızdan gelen roman kızlardan biri bir anda gelip saçımı tuttu, “Ne güzel olmuşsun sen” dedi yüksek sesiyle. Ben de, “Sen zaten çok güzelsin” dedim. Hatun yanağıma çat bir tane tokat yapıştırdı. Ama nasıl şaşırdım, anlatamam.
Ertesi gün ip atlıyorduk. Gelip bizimle oynadılar. Oyuna sormadan katıldıkları için biraz gergindik. Bütün akşam çıt çıkartmadan ip atladık. Hatun giderken, “Ben sizi çok sevdim. Yarın görüşürüz” dedi de, ben de adını sorabildim. “Ne yapıcan kız adımı, güzel atlıyom zıplıyom işte” diyip eliyle öpücük gönderdi, bana doğru üfledi. Gittiler.
Apartman, çingenelerin evlerine giderken kullandıkları merdivenin hemen yanındaydı. Sesleri o kadar yüksekti ki, kendi aralarındaki sıradan konuşmaları bile altıncı kattan duyabiliyorduk. Düğünleri de sokakta olurdu. Apartman sakinleri de arka camdan çingenelerin eğlencesini seyrederdi. 1 dakika karanlık eylemini hatırlıyorum. Mahalle insanını eyleme davul zurnayla çağırmışlardı. Sarıgül'ü de ilk bizim çingenelerden duymuştum.

Yıllar geçtikçe çingeneler kendi içlerine çekildi. Sesleri, düğünleri, evleri, kıyafetleri bize benzedi. Artık çingeneler bizim mahallede yaşıyordu.

Devam ediyorum!

Üniversiteyi de çingene mahallesinde okudum. Kuştepe. Çingene Mahallesinin ortasında bir Bilgi Üniversitesi. O zamanlar Bilgi'nin en sevdiğim kampüsüydü Kuştepe. Her gün o okula giderek güzel bir şey yaptığımı düşünürdüm.

İstanbul'da ilk işgal evi, Don Kişot'a gittiğimde aklıma o günler geldi. Her yer özel mülkiyetken, kimsenin olmayan bir ev mümkün olduğunda“işgal evi!” diyorsun ve bir çeşit bağımsızlık ilan ediyorsun. Bir de işgalin tam ters bir anlamı var – asıl anlamı: 1453'ten beri İstanbul'u işgal ediyoruz hani. Sadece inşa ettiğimiz ya da dönüştürdüğümüz binalarla değil; yaşamlarımızla da. İş hayatının ilk yıllarında fark etmiştim, vay be, demiştim, İstanbul'un sahiplerinin arasına girdim. Nerdeyim ben? Don Kişot'ta kendimi bir işgalci gibi hissediyorum; ama üzgünüm, resimler ne kadar güzel, koltuklar ne kadar seksi olsa da iyi anlamda değil. Bildiğiniz dümdüz ataerkil, yıkıcı ve tektipleştirici bir şekilde. Huzurunuzda, Çingenelerden özür diliyorum.


***


Şimdi Brezilya'da “topraksızlar” kimselerin olmayan topraklara gidiyorlar. O da bir çeşit işgal olarak algılanıyor. Kelimenin anlamı mıdır, hali midir, harflerin sıralanışı, çıkardığı ses midir, bilmiyorum. “Occupy” ya da “işgal” dedikçe, asıl işgalin her bir mülkiyetin kendisi olduğunu düşünüyorum ben de. Herhangi bir işgal ya da direniş halini de bu anlamda sorgulamaya başladım... (üç nokta) Tarihten geliyor heralde, Osmanlı'nın işgal savaşları, sömürgeciliğin işgallerini hatırlatıyor bana bu kelime. Neden buradaydık biz şimdi?
Doğanın bir parçası olan insana yeniden bakmak ve kimdir, nasıl bir insandır bu kendiyle ve dünyayla barışık insan sorusunu gittiğimiz her yere ve herkese taşımak lazım sanki. Çok şey öğretiyor. Gezegen sömürüsüne dönüşen hayatlarımızda farklı bir dengenin bir parçası olabilmek için, aynı eylemi dönüştürerek, işgal içinde farklı işgal alanları yaratarak sanki farklı bir düzene, topluma ait olmaya çalışıyoruz. *

Başıma bir şey gelmeyecekse, bir şey söyleyebilir miyim?

Hiçbirine ait olmak istemiyorum ben. Bütün bu hareketleri destekliyorum. Ama çıkış noktasının “hali hazırda tarihi, değerleri, kaynakları işgal eden, gezegeni sömüren sisteme karşı direniş” olmasının ötesinde doğanın kendisi olması gerektiğini düşünüyorum. (bu derin ekoloji halleri bana kadar nasıl ulaştı, bunları da yaziyim m? :)) En basitinden kapsayıcı, bütüncül, eşit, özgür ve barış içinde olabilmek için bu böyle – ve tam tersi.

O zaman salak bir soru sorabilir miyim?

Çok mu yalnızız? O çıkış noktası gereğince mi bu kadar yalnız hissediyorum, yoksa konuyu biraz abartıyor muyum? Ne yapsam, ne etsem, ne desem anca küçük, zor; ama güçlü adımlarla o çıkış noktasındaki insana minik minik yaklaşıyorum. Dönüp dolaşıp kendimi sevdiğim insanların, şeylerin ve hikayelerin içinde, yanında, kokusunda, orasında burasında buluyorum. Sonra tekrar, macera dolu bir kendini ikna etme serüveniyle tekrar baş başa kalıyorum. Ve şu an, tam olarak o tokata ihtiyacım var. Adını hiç bilmediğim o hülyalı çingene bunun sırrıyla birlikte hayatımdan sonsuza kadar çıktı ve sanki ben asla bilemeyeceğim. Gerçekten arkadaş olabildik mi seninle güzelim?

Çingeneler, topraksızlar bir de bu yüzden önemli. Onları abartmıyorum; ama diğer konuyu bilemem.



Ama harbiden, çok mu yalnızız?





*Topraksızlara, işgalci demiyorum bu nedenle. Eğer olup bitenler tam da bana anlatılanlar gibiyse, diğer olayların yanında en anlamlısını onlar yapıyor olmalı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder