Başlıyorum!
Ben İlkokul 3'teyken
çingene mahallesine taşındık.
Kızlı oğlanlı,
gençlisi yaşlısı, seslisi sessizsi her yerdeydiler. Benim de
kendi yaşlarımda bir arkadaşım olmuştu. Bir gün yolda
yürüyorduk 3 kız, karşımızdan gelen roman kızlardan biri bir
anda gelip saçımı tuttu, “Ne güzel olmuşsun sen” dedi yüksek
sesiyle. Ben de, “Sen zaten çok güzelsin” dedim. Hatun yanağıma
çat bir tane tokat yapıştırdı. Ama nasıl şaşırdım,
anlatamam.
Ertesi gün ip
atlıyorduk. Gelip bizimle oynadılar. Oyuna sormadan katıldıkları
için biraz gergindik. Bütün akşam çıt çıkartmadan ip atladık.
Hatun giderken, “Ben sizi çok sevdim. Yarın görüşürüz”
dedi de, ben de adını sorabildim. “Ne yapıcan kız adımı,
güzel atlıyom zıplıyom işte” diyip eliyle öpücük gönderdi,
bana doğru üfledi. Gittiler.
Apartman, çingenelerin
evlerine giderken kullandıkları merdivenin hemen yanındaydı.
Sesleri o kadar yüksekti ki, kendi aralarındaki sıradan
konuşmaları bile altıncı kattan duyabiliyorduk. Düğünleri de
sokakta olurdu. Apartman sakinleri de arka camdan çingenelerin
eğlencesini seyrederdi. 1 dakika karanlık eylemini hatırlıyorum.
Mahalle insanını eyleme davul zurnayla çağırmışlardı.
Sarıgül'ü de ilk bizim çingenelerden duymuştum.
Yıllar geçtikçe
çingeneler kendi içlerine çekildi. Sesleri, düğünleri, evleri,
kıyafetleri bize benzedi. Artık çingeneler bizim mahallede
yaşıyordu.
Devam ediyorum!
Üniversiteyi de
çingene mahallesinde okudum. Kuştepe. Çingene Mahallesinin
ortasında bir Bilgi Üniversitesi. O zamanlar Bilgi'nin en sevdiğim
kampüsüydü Kuştepe. Her gün o okula giderek güzel bir şey
yaptığımı düşünürdüm.
İstanbul'da ilk işgal
evi, Don Kişot'a gittiğimde aklıma o günler geldi. Her yer özel
mülkiyetken, kimsenin olmayan bir ev mümkün olduğunda“işgal
evi!” diyorsun ve bir çeşit bağımsızlık ilan ediyorsun. Bir
de işgalin tam ters bir anlamı var – asıl anlamı: 1453'ten beri
İstanbul'u işgal ediyoruz hani. Sadece inşa ettiğimiz ya da
dönüştürdüğümüz binalarla değil; yaşamlarımızla da. İş
hayatının ilk yıllarında fark etmiştim, vay be, demiştim,
İstanbul'un sahiplerinin arasına girdim. Nerdeyim ben? Don Kişot'ta
kendimi bir işgalci gibi hissediyorum; ama üzgünüm, resimler ne
kadar güzel, koltuklar ne kadar seksi olsa da iyi anlamda değil.
Bildiğiniz dümdüz ataerkil, yıkıcı ve tektipleştirici bir
şekilde. Huzurunuzda, Çingenelerden özür diliyorum.
***
Şimdi Brezilya'da
“topraksızlar” kimselerin olmayan topraklara gidiyorlar. O da
bir çeşit işgal olarak algılanıyor. Kelimenin anlamı mıdır,
hali midir, harflerin sıralanışı, çıkardığı ses midir,
bilmiyorum. “Occupy” ya da “işgal” dedikçe, asıl işgalin
her bir mülkiyetin kendisi olduğunu düşünüyorum ben de.
Herhangi bir işgal ya da direniş halini de bu anlamda sorgulamaya
başladım... (üç nokta) Tarihten geliyor heralde, Osmanlı'nın
işgal savaşları, sömürgeciliğin işgallerini hatırlatıyor
bana bu kelime. Neden buradaydık biz şimdi?
Doğanın bir parçası
olan insana yeniden bakmak ve kimdir, nasıl bir insandır bu
kendiyle ve dünyayla barışık insan sorusunu gittiğimiz her yere
ve herkese taşımak lazım sanki. Çok şey öğretiyor. Gezegen
sömürüsüne dönüşen hayatlarımızda farklı bir dengenin bir
parçası olabilmek için, aynı eylemi dönüştürerek, işgal
içinde farklı işgal alanları yaratarak sanki farklı bir düzene,
topluma ait olmaya çalışıyoruz. *
Başıma bir şey
gelmeyecekse, bir şey söyleyebilir miyim?
Hiçbirine ait olmak
istemiyorum ben. Bütün bu hareketleri destekliyorum. Ama çıkış
noktasının “hali hazırda tarihi, değerleri, kaynakları işgal
eden, gezegeni sömüren sisteme karşı direniş” olmasının
ötesinde doğanın kendisi olması gerektiğini
düşünüyorum. (bu derin ekoloji halleri bana kadar nasıl ulaştı,
bunları da yaziyim m? :)) En basitinden kapsayıcı, bütüncül,
eşit, özgür ve barış içinde olabilmek için bu böyle – ve
tam tersi.
O zaman salak bir soru sorabilir miyim?
Çok mu yalnızız? O çıkış noktası gereğince mi bu kadar yalnız hissediyorum, yoksa
konuyu biraz abartıyor muyum? Ne yapsam, ne etsem, ne desem anca
küçük, zor; ama güçlü adımlarla o çıkış noktasındaki
insana minik minik yaklaşıyorum. Dönüp dolaşıp kendimi sevdiğim
insanların, şeylerin ve hikayelerin içinde, yanında, kokusunda,
orasında burasında buluyorum. Sonra tekrar, macera dolu bir kendini
ikna etme serüveniyle tekrar baş başa kalıyorum. Ve şu an, tam
olarak o tokata ihtiyacım var. Adını hiç bilmediğim o hülyalı
çingene bunun sırrıyla birlikte hayatımdan sonsuza kadar çıktı
ve sanki ben asla bilemeyeceğim. Gerçekten arkadaş olabildik mi
seninle güzelim?
Çingeneler,
topraksızlar bir de bu yüzden önemli. Onları abartmıyorum; ama
diğer konuyu bilemem.
Ama harbiden, çok mu
yalnızız?
*Topraksızlara,
işgalci demiyorum bu nedenle. Eğer olup bitenler tam da bana
anlatılanlar gibiyse, diğer olayların yanında en anlamlısını
onlar yapıyor olmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder