Gelecekte kimse kendini feminist
olarak tanımlama ihtiyacı duymayacak.
Çocukların bildiği gibi, biz de
inanabileceğiz her şeyin olduğu gibi olduğuna. Olması gerekenle
olan bir olacak yani. En azından feminizm..
Her şeyin çok uygun oysa ki, sen
neden feminist değilsin, diye sormuştu bir adam bir gün bana.
Üzerinden kaç yıl geçti bilmiyorum bu sorunun, dün makyaj
yaparken iki muhabbeti birleştirdim ve bir cevap çıktı ortaya.
İlk muhabbet geçen yıl Burgazada'da da yapıldı. “Ben hiç
kadın olmadım ki” dedi Cansu. Hayrola, dedim. Güldü. “Yani
toplumsal olarak kadının ikinci, üçüncü sınıf vatandaş olma
hallerini hiç yaşamadım. Ne özel ilişkilerimde ne de iş
hayatında.” Pek mümkün bulmasam da verdiği bir mesaj vardı.
Sosyal sayılan bir insan olarak şu gözlemi yapmıştım: Bu eşit
ilişki hali aslında herkesin kafasını karıştırıyordu.
Otururken, kalkarken, yemek yerken, çocuk doğduğunda ne yapmalı,
nasıl yapmalı? Kızlarını büyütürken feminist olmaya çalışan
bir babanın kızıyım. Annemse kız meslek lisesi mezunu, öğrendiği
her şey kadının toplumsal iş tanımları gibi. Kıyafetlerimizi
bize annem dikerdi. Pazardan alış – verişini yapar, mufakta
sağlıklı lezzetler yaratırdı. Her zaman çok temizdi; ama
temizlik mazemelerinin sağlıksızlığından da çok şikayet
ederdi. Bulaşık deterjanlarının kanserojen olup olmadığını
sormak için Gazi Üniversitesi'ni arayan ilk vatandaş kendisi, yıl
1989. Aşık olduğu adamla evlendi ve bunu bir daha sorgulamadı.
Biz orta sınıf bir aileydik ve yükselmemiz için kızların
“bunlar zaten olur” işlerinin dışında daha önemli şeyler
yapmaları gerekiyordu. Okumalıydılar. Yemek yendikten sonra bütün
kız çocukları sofrayı toplamaya yardım ederken ben erkeklerle
kalıp politika konuşurdum ya da kalkıp giderdim. Bale yapmaya,
piyano çalmaya, kitap okumaya, yüzmeye, sinemaya, yazmaya belki.
Baleye bazen erkek arkadaşlarım bırakırdı beni. Bale yaptığımız yeşil çatılı pembe panjurlu eve uzaktan korkuyla ve hayranlıkla bakarlardı. Kadın Jedi'lar burada yetişiyormuş gibi bir efsane havası eserdi aramızda. Sanki benim gizli güçlerim vardı, bedenime sığamıyordum. Her seferinde içeri çağırırdım çocukları. Kaçar gibi geri çevirirlerdi teklifimi. Binanın önünde “Erkekler Giremez” yazmazdı. Böyledi işte. Kızlarını almaya gelen babaların kapının önünde beklemeleri dışında erkekler, “giremezdi.” Sanırım feminist olmaya hiç ihtiyacım olmadı. Benim yerime hayatım, o zamanların ve mekanların koşulları için zaten feministti. Şimdi geri dönüp baktığımda hepsini yanlış – daha hafif tabirle eksik - buluyorum. 28 yaşında, annemi bana dikiş dikmeyi öğretmeye ikna etmeye çalışan bir bale öğretmeni oldum. Kızlı erkekli sınıflarda ders vereceğim inşallah. Annem dikiş öğrenebileceğime hala tam ikna olmadı. Sökükleri onarıyorum anca.
İşte bana böylesi denk geldi.
Aynı anda hem şanslı hem çok sorunluydu farkında olmadan
yaşadığım feminist hallerim. Feminizme gerek duyularak yaşandığı
her an da böyle olmak zorunda gibi geliyor şimdi. Şanslı ve
çelişkili. Lisede, National Geography dergisine yıllık abone
olurdum. Meksika'da yaşan orospuların hayatlarını anlatan bir
yazı vardı. İşte, derdim böyle yazılara, asıl hikaye burada.
Onların görünürlüğüne o kadar özenirdim ki... Benim
varlığımın hiçbir şekilde çarpıcı ya da tutkulu bir özelliği
yoktu. Bedenimin görünürlüğünden vazgeçtim, ben de aklımı
oynattım. Herkes gibi yaşıyor ve kimseler gibi düşünmemeye
çalışıyordum. Hayatlarımızda çelişki olması yaratmıyor asıl
sorunları. Bence sorunları yaratan bizim o çelişkilerle olan
ilişkimiz.
Dün True Blood'ın son bölümünü
izledim. Sookie denen esas kızın en yakışıklı vampirleri ve
kurt adamları sadece ne istediğimi bilmiyorum orospuluğuyla
götürmesi çok uyuzdu. Dizinin Hristiyanlık ve Budizmle dalga
geçtiği güzel sahneleri düşünüyordum ki o vampirler ve kurt
adamlar kadar bir taş düştü sanki kafama. Ne istediğimi
bilmiyorum halinin İstanbul şubesi olarak hakikat öylece
gözlerimin önünde beni güzel güzel becermeye başladı. Ne
istediğimi, kimi istediğimi, nasıl istediğimi biliyordum. Hala
biliyorum. Benim ergenliğim kim olduğumu bilmememden
kaynaklanıyordu. Kim olduğunu bilmediğinde, o isteklerin seni
nasıl bulduğunu anlamıyorsun. İsteklerin, ihtiyaçların orda
öyle duruyor; ama sen başka yerde başka bir zamanda başka birini
yaşıyorsun. İyi de o istekler nasıl mümkün oldu o zaman?
Yapmakta olduğun şeyler isteklerinden giderek uzaklaştıkça da
tek çıkış yolun kim olduğunu önemsememek. İkiyüzlü bir
durum. Her şeyin olması gerektiği gibi olması, senin üzerinde
bir yerlerde ve bazen bu gereklilik insanı kendinden uzaklaştırıyor.
Belki de sen zaten böyle, kendinden kaçan birisindir. Bunun bu kadar benimle ilgili olmasından çok utanıyorum; bir yandan da benden çıkıp gitmesini istiyorum ki benden ibaret kalmasın. Artık kaçmaktan ya da kaçıyormuş gibi yapmaktan başka yollarımız olsun.
Aşık da oldum.
Öyle olmuyor işte. Aşktan
kaçılmıyor. Farklı zamanlara ve makanlara gidebilirsin. Kalmak
diye bir şey olabildiği için gidebilmek de var biz insanlar için;
ama aşk öyle olmuyor. Bir yere gitmiyor ya da zaman gibi geçmiyor.
Var ya da yok. Olduğu gibi.
Yeniden sevebilmek için her şeyi
yıkarak saf bir göz yaratıyorsun. Pürüzsüz, kendini olduğun
gibi görebildiğin, üstelik – belki de sevebildiğin, yeniden
başlayabildiğin bir dünya..
Öyle işte. Yolculuk nereye?
28 Ağustos, Beşiktaş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder