28 Ağustos 2014 Perşembe

Ben şimdi feminizmle ilgili mi yazmış oldum?

Gelecekte kimse kendini feminist olarak tanımlama ihtiyacı duymayacak.

Çocukların bildiği gibi, biz de inanabileceğiz her şeyin olduğu gibi olduğuna. Olması gerekenle olan bir olacak yani. En azından feminizm..

Her şeyin çok uygun oysa ki, sen neden feminist değilsin, diye sormuştu bir adam bir gün bana. Üzerinden kaç yıl geçti bilmiyorum bu sorunun, dün makyaj yaparken iki muhabbeti birleştirdim ve bir cevap çıktı ortaya. İlk muhabbet geçen yıl Burgazada'da da yapıldı. “Ben hiç kadın olmadım ki” dedi Cansu. Hayrola, dedim. Güldü. “Yani toplumsal olarak kadının ikinci, üçüncü sınıf vatandaş olma hallerini hiç yaşamadım. Ne özel ilişkilerimde ne de iş hayatında.” Pek mümkün bulmasam da verdiği bir mesaj vardı. Sosyal sayılan bir insan olarak şu gözlemi yapmıştım: Bu eşit ilişki hali aslında herkesin kafasını karıştırıyordu. Otururken, kalkarken, yemek yerken, çocuk doğduğunda ne yapmalı, nasıl yapmalı? Kızlarını büyütürken feminist olmaya çalışan bir babanın kızıyım. Annemse kız meslek lisesi mezunu, öğrendiği her şey kadının toplumsal iş tanımları gibi. Kıyafetlerimizi bize annem dikerdi. Pazardan alış – verişini yapar, mufakta sağlıklı lezzetler yaratırdı. Her zaman çok temizdi; ama temizlik mazemelerinin sağlıksızlığından da çok şikayet ederdi. Bulaşık deterjanlarının kanserojen olup olmadığını sormak için Gazi Üniversitesi'ni arayan ilk vatandaş kendisi, yıl 1989. Aşık olduğu adamla evlendi ve bunu bir daha sorgulamadı. Biz orta sınıf bir aileydik ve yükselmemiz için kızların “bunlar zaten olur” işlerinin dışında daha önemli şeyler yapmaları gerekiyordu. Okumalıydılar. Yemek yendikten sonra bütün kız çocukları sofrayı toplamaya yardım ederken ben erkeklerle kalıp politika konuşurdum ya da kalkıp giderdim. Bale yapmaya, piyano çalmaya, kitap okumaya, yüzmeye, sinemaya, yazmaya belki.


Baleye bazen erkek arkadaşlarım bırakırdı beni. Bale yaptığımız yeşil çatılı pembe panjurlu eve uzaktan korkuyla ve hayranlıkla bakarlardı. Kadın Jedi'lar burada yetişiyormuş gibi bir efsane havası eserdi aramızda. Sanki benim gizli güçlerim vardı, bedenime sığamıyordum. Her seferinde içeri çağırırdım çocukları. Kaçar gibi geri çevirirlerdi teklifimi. Binanın önünde “Erkekler Giremez” yazmazdı. Böyledi işte. Kızlarını almaya gelen babaların kapının önünde beklemeleri dışında erkekler, “giremezdi.” Sanırım feminist olmaya hiç ihtiyacım olmadı. Benim yerime hayatım, o zamanların ve mekanların koşulları için zaten feministti. Şimdi geri dönüp baktığımda hepsini yanlış – daha hafif tabirle eksik - buluyorum. 28 yaşında, annemi bana dikiş dikmeyi öğretmeye ikna etmeye çalışan bir bale öğretmeni oldum. Kızlı erkekli sınıflarda ders vereceğim inşallah. Annem dikiş öğrenebileceğime hala tam ikna olmadı. Sökükleri onarıyorum anca.

İşte bana böylesi denk geldi. Aynı anda hem şanslı hem çok sorunluydu farkında olmadan yaşadığım feminist hallerim. Feminizme gerek duyularak yaşandığı her an da böyle olmak zorunda gibi geliyor şimdi. Şanslı ve çelişkili. Lisede, National Geography dergisine yıllık abone olurdum. Meksika'da yaşan orospuların hayatlarını anlatan bir yazı vardı. İşte, derdim böyle yazılara, asıl hikaye burada. Onların görünürlüğüne o kadar özenirdim ki... Benim varlığımın hiçbir şekilde çarpıcı ya da tutkulu bir özelliği yoktu. Bedenimin görünürlüğünden vazgeçtim, ben de aklımı oynattım. Herkes gibi yaşıyor ve kimseler gibi düşünmemeye çalışıyordum. Hayatlarımızda çelişki olması yaratmıyor asıl sorunları. Bence sorunları yaratan bizim o çelişkilerle olan ilişkimiz.


Dün True Blood'ın son bölümünü izledim. Sookie denen esas kızın en yakışıklı vampirleri ve kurt adamları sadece ne istediğimi bilmiyorum orospuluğuyla götürmesi çok uyuzdu. Dizinin Hristiyanlık ve Budizmle dalga geçtiği güzel sahneleri düşünüyordum ki o vampirler ve kurt adamlar kadar bir taş düştü sanki kafama. Ne istediğimi bilmiyorum halinin İstanbul şubesi olarak hakikat öylece gözlerimin önünde beni güzel güzel becermeye başladı. Ne istediğimi, kimi istediğimi, nasıl istediğimi biliyordum. Hala biliyorum. Benim ergenliğim kim olduğumu bilmememden kaynaklanıyordu. Kim olduğunu bilmediğinde, o isteklerin seni nasıl bulduğunu anlamıyorsun. İsteklerin, ihtiyaçların orda öyle duruyor; ama sen başka yerde başka bir zamanda başka birini yaşıyorsun. İyi de o istekler nasıl mümkün oldu o zaman? Yapmakta olduğun şeyler isteklerinden giderek uzaklaştıkça da tek çıkış yolun kim olduğunu önemsememek. İkiyüzlü bir durum. Her şeyin olması gerektiği gibi olması, senin üzerinde bir yerlerde ve bazen bu gereklilik insanı kendinden uzaklaştırıyor. Belki de sen zaten böyle, kendinden kaçan birisindir. Bunun bu kadar benimle ilgili olmasından çok utanıyorum; bir yandan da benden çıkıp gitmesini istiyorum ki benden ibaret kalmasın. Artık kaçmaktan ya da kaçıyormuş gibi yapmaktan başka yollarımız olsun. 

Aşık da oldum.

Öyle olmuyor işte. Aşktan kaçılmıyor. Farklı zamanlara ve makanlara gidebilirsin. Kalmak diye bir şey olabildiği için gidebilmek de var biz insanlar için; ama aşk öyle olmuyor. Bir yere gitmiyor ya da zaman gibi geçmiyor. Var ya da yok. Olduğu gibi.

Yeniden sevebilmek için her şeyi yıkarak saf bir göz yaratıyorsun. Pürüzsüz, kendini olduğun gibi görebildiğin, üstelik – belki de sevebildiğin, yeniden başlayabildiğin bir dünya..

Öyle işte. Yolculuk nereye?


                                                                                               28 Ağustos, Beşiktaş






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder