14 Temmuz 2013 Pazar

Son Oyun

Ahmet Altan her zaman merak ettiğim biri olmuştur.
Will Self hakkında ne düşünür, Gezi olayları hakkında neler yazdı, Taraf’tan neden ayrıldı ve tekrar bir gazete ya da dergide yazacak mı?
Başka yazarları, başka türlü de merak ettiğimi fark ettim. Mesela Paul Auster’ın karısını ya da Gael Garcia Marquez’in birlikte olduğu orospuları da en az Marquez kadar merak ederim. Bazı filazoflara hiç girmeyelim.  Literatürde bir şekilde buluştuğumuz bu adamlar ve kadınlar, bu düşüncelere kimlerle neler yaşayarak geldi ve neden böyle hikâyeleştirdi diye, belli bir okumadan sonra kendini biyografiye adayanlar az değil.
Ahmet Altan benim için çok görünür; bir o kadar da gizemli bir adam.
 “… kadınların herkesin ortasında, aydınlıkta, kalabalıkta, tek bir cümleyle, tek bir gülümsemeyle, tek bir bakışla her türlü zırhından soyunup teslim olduğu, iki insan arasında olabilecek en muhteşem yakınlığı yarattığı anlar bulunur ki işte o anlar ve o anlarda bir erkeğin yaşadığı mutluluk asla unutulmaz.”
dediği şu cümlede yazarın, hatta romandaki anlatıcının bile, anlattıklarının gerçekliğini sorgulamıyorum. Hani hepimiz bir hikaye anlatırken az çok bir bilinmeyen katarız ya kendimizden, burada ilgi çekici olan, o bilinmeyenler. Yazarın gerçekliğe hangi hikayeyi ya da hikayeye hangi gerçekliği kattığı önemli mi? “Gerçek dünyayla gerçek olmayan arasında bir seçim yapmamı isteseler, gerçek olmayanı seçerdim, orası daha gerçekti.”
Altan’ın görünürlüğüyse Düşünceye Özgürlük 2000 kitabının sonundaki “Atakürt” makalesiyle başlar benim için. (1995’te Milliyet’te yayınlandığında mahallede paten kayıyordum herhalde) Her seferinde içimde aynı endişeyle, belli zamanlarda tekrar okuyorum Atakürt’ü. İlk okuduğumdaki düşüncelerim çok evrildi zaman içinde; ama hissettiklerimi çok iyi hatırlıyorum. Dünya’nın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda yaşanan bütün ayrımcılıklar için suçluluk duydum, acı çektim, bir yandan anlayabileceğimi de gördüm ve bir hissettim.  Bu yüzden o yazı ve bazı yazılar önemli. Günler, aylar, yıllar, katliamlar geçiyor üzerimizden ve kendi vicdanımın samimiyetiyle baş başa kalıyorum. Güç, denge, aktör, çıkar kelimelerinin nelerini kemirebileceğini gördüm ya içimde bir tedirginlikle başlıyorum okumaya.. Bu yüzden Ahmet Altan, sadece Atakürt’le değil, pek çok yazısıyla bana vicdanın samimiyetinin yalnız olmadığını anlatan biridir.
***
Bir yazarın rastlantı sonucunda yerleştiği bir kasabada başından geçenleri anlatıyor Son Oyun. Kitabın arkasında, “Güzel kadınların uyandırdığı şefkatten korkun” yazıyor. Böyle konuşmasına rağmen tam tersine, güzel, sakin, deli, çekici bütün kadınların o özel anlarını kaçırmadan yaşamak isteyen bir adam var kitapta. Güzel kadınların şefkatinden duyduğu korku buna engel olmuyor; çünkü bir çelişki değil bu onun için. Bu yüzden, günah kavramı üzerinden Tanrıyla konuşuyor.
Bu konuşmalar, “kitap yazmak” üzerine geçtiği zaman daha ilginçleşiyor… Mesela bir öykü için, en az o öykü kadar yazarının kendi hayatından nasıl esinlendiği uzun uzun konuşulur, sonu gelmez incelemeler yapılır. İçten olanlar roman sanatını; olmayanlar kendilerini över ve bir şekilde kitabın (cemaat gibi bile olabilen) bir kitlesi ve söylemi oluşur.- bütün metinleri düşünün ama; kutsal kitaplar da dahil, tarih de, roman da… -  İşte “Son Oyun”, bütün bunlardan kaçan ve kendini pek önemsemeyen bir adamın rastlantı sonucu yerleştiği bir yerde sanki kimse okumayacakmış gibi yazdığı bir hikâye sanki.
“Başkalarının bilmediği komik bir gerçeği biliyormuşsun gibi garip bir gülümseme beliriyor, bir olgunluk, hayatta kalacakları küçümseme hali oluşuyor.
Onları niye küçümsediğimi bilmiyorum.
Ben o ilk korkuyu, o dehşeti atlattım ve onlar bunlar sonrasını o dehşet dolu korkuyla sürdürecekler diye belki.
Bu büyük romanın benim payıma düşen kısmı bitiyor.
Bu romandan çıkmaya hazırlanıyorum.
Tanrı bunun farkında mı acaba?
Yoksa şu sırada kâinatın bambaşka yerlerinde, çok daha iyi yazdığı başka kitapların alkışlanmasını mı dinliyor, önemsemiyor mu bu kitabını?”

Herkes gibi, Ahmet Altan’ın görünürlüğü de daha kolay. Makalelerini oku, geliştir, eleştir, istersen paylaş, biraz yer ve rahatla…
Büyülü gerçekçiliğe beceriksizce gönderme yaptığım romanlarının gizemli adamıysa, ne diyebilirim, gerçekten büyülü! Çünkü ona inanmak önemli değil; inanmak istemek önemli.
Böyle bir gerçekliğe girmek tehlikeli gelir bana. Sen inanmak istersin; ama inanıp inanmamayı da o kadar, öylesine senin kendi tercihene bırakırlar ki, güçlü bir yalnız olmak gerekir, diye düşünürüm. O yalnızlığı asla unutmazsın, unutturmazlar. Aynı anda hem çok yakın hem çok uzak kalırsın ve işte bundan romanlar yazılır, bitmez.
Benim de biricik feminist ikilemim de bu, sen kendini sürekli böyle gerçekliklerin içinde bul; ama güçlü bir yalnız olama.
“ – Ben sadece kalpsiz erkeklerden hoşlanıyor olamam, değil mi? Bu kadar zavallı olamam.”

Mayıs, 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder