Ahmet Altan her zaman merak
ettiğim biri olmuştur.
Will Self hakkında ne düşünür,
Gezi olayları hakkında neler yazdı, Taraf’tan neden ayrıldı ve tekrar bir
gazete ya da dergide yazacak mı?
Başka yazarları, başka türlü de
merak ettiğimi fark ettim. Mesela Paul Auster’ın karısını ya da Gael Garcia
Marquez’in birlikte olduğu orospuları da en az Marquez kadar merak ederim. Bazı
filazoflara hiç girmeyelim. Literatürde
bir şekilde buluştuğumuz bu adamlar ve kadınlar, bu düşüncelere kimlerle neler
yaşayarak geldi ve neden böyle hikâyeleştirdi diye, belli bir okumadan sonra
kendini biyografiye adayanlar az değil.
Ahmet Altan benim için çok
görünür; bir o kadar da gizemli bir adam.
“… kadınların herkesin ortasında, aydınlıkta,
kalabalıkta, tek bir cümleyle, tek bir gülümsemeyle, tek bir bakışla her türlü
zırhından soyunup teslim olduğu, iki insan arasında olabilecek en muhteşem
yakınlığı yarattığı anlar bulunur ki işte o anlar ve o anlarda bir erkeğin
yaşadığı mutluluk asla unutulmaz.”
dediği şu cümlede yazarın, hatta
romandaki anlatıcının bile, anlattıklarının gerçekliğini sorgulamıyorum. Hani
hepimiz bir hikaye anlatırken az çok bir bilinmeyen katarız ya kendimizden,
burada ilgi çekici olan, o bilinmeyenler. Yazarın gerçekliğe hangi hikayeyi ya
da hikayeye hangi gerçekliği kattığı önemli mi? “Gerçek dünyayla gerçek olmayan
arasında bir seçim yapmamı isteseler, gerçek olmayanı seçerdim, orası daha gerçekti.”
Altan’ın görünürlüğüyse Düşünceye
Özgürlük 2000 kitabının sonundaki “Atakürt” makalesiyle başlar benim için. (1995’te
Milliyet’te yayınlandığında mahallede paten kayıyordum herhalde) Her seferinde
içimde aynı endişeyle, belli zamanlarda tekrar okuyorum Atakürt’ü. İlk
okuduğumdaki düşüncelerim çok evrildi zaman içinde; ama hissettiklerimi çok iyi
hatırlıyorum. Dünya’nın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda yaşanan
bütün ayrımcılıklar için suçluluk duydum, acı çektim, bir yandan anlayabileceğimi de gördüm ve bir hissettim. Bu yüzden o yazı ve bazı yazılar önemli. Günler, aylar, yıllar, katliamlar geçiyor üzerimizden ve
kendi vicdanımın samimiyetiyle baş başa kalıyorum. Güç, denge, aktör, çıkar
kelimelerinin nelerini kemirebileceğini gördüm ya içimde bir tedirginlikle
başlıyorum okumaya.. Bu yüzden Ahmet Altan, sadece Atakürt’le
değil, pek çok yazısıyla bana vicdanın samimiyetinin yalnız olmadığını anlatan
biridir.
***
Bir yazarın rastlantı sonucunda
yerleştiği bir kasabada başından geçenleri anlatıyor Son Oyun. Kitabın arkasında,
“Güzel kadınların uyandırdığı şefkatten korkun” yazıyor. Böyle konuşmasına
rağmen tam tersine, güzel, sakin, deli, çekici bütün kadınların o özel anlarını
kaçırmadan yaşamak isteyen bir adam var kitapta. Güzel kadınların şefkatinden
duyduğu korku buna engel olmuyor; çünkü bir çelişki değil bu onun için. Bu
yüzden, günah kavramı üzerinden Tanrıyla konuşuyor.
Bu konuşmalar, “kitap yazmak”
üzerine geçtiği zaman daha ilginçleşiyor… Mesela bir öykü için, en az o öykü
kadar yazarının kendi hayatından nasıl esinlendiği uzun uzun konuşulur, sonu
gelmez incelemeler yapılır. İçten olanlar roman sanatını; olmayanlar kendilerini
över ve bir şekilde kitabın (cemaat gibi bile olabilen) bir kitlesi ve söylemi
oluşur.- bütün metinleri düşünün ama; kutsal kitaplar da dahil, tarih de, roman
da… - İşte “Son Oyun”, bütün bunlardan
kaçan ve kendini pek önemsemeyen bir adamın rastlantı sonucu yerleştiği bir
yerde sanki kimse okumayacakmış gibi yazdığı bir hikâye sanki.
“Başkalarının bilmediği komik bir
gerçeği biliyormuşsun gibi garip bir gülümseme beliriyor, bir olgunluk, hayatta
kalacakları küçümseme hali oluşuyor.
Onları niye küçümsediğimi
bilmiyorum.
Ben o ilk korkuyu, o dehşeti
atlattım ve onlar bunlar sonrasını o dehşet dolu korkuyla sürdürecekler diye
belki.
Bu büyük romanın benim payıma
düşen kısmı bitiyor.
Bu romandan çıkmaya
hazırlanıyorum.
Tanrı bunun farkında mı acaba?
Yoksa şu sırada kâinatın bambaşka
yerlerinde, çok daha iyi yazdığı başka kitapların alkışlanmasını mı dinliyor,
önemsemiyor mu bu kitabını?”
Herkes gibi, Ahmet Altan’ın
görünürlüğü de daha kolay. Makalelerini oku, geliştir, eleştir, istersen paylaş,
biraz yer ve rahatla…
Büyülü gerçekçiliğe beceriksizce
gönderme yaptığım romanlarının gizemli adamıysa, ne diyebilirim, gerçekten
büyülü! Çünkü ona inanmak önemli değil; inanmak istemek önemli.
Böyle bir gerçekliğe girmek
tehlikeli gelir bana. Sen inanmak istersin; ama inanıp inanmamayı da o kadar,
öylesine senin kendi tercihene bırakırlar ki, güçlü bir yalnız olmak gerekir, diye
düşünürüm. O yalnızlığı asla unutmazsın, unutturmazlar. Aynı anda hem çok yakın hem
çok uzak kalırsın ve işte bundan romanlar yazılır, bitmez.
Benim de biricik feminist
ikilemim de bu, sen kendini sürekli böyle gerçekliklerin içinde bul; ama güçlü
bir yalnız olama.
“ – Ben sadece kalpsiz
erkeklerden hoşlanıyor olamam, değil mi? Bu kadar zavallı olamam.”
Mayıs,
2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder