Yaşadığınız ülkenin Bilecik şehrine yakın; ama Sakarya
ilçesine bağlı bir köy düşünün desem, şu yazıyı okuyacak herkes – yani birkaç kişi
J - gerçeğine yakın bir
şeyler düşünür bence. Memleketin şehirleşme süreci dediğimiz şey hepimize
yakın, en azından dokunan bir tarih sonuçta. Sizi gerçeğine biraz daha
yakınlaştıracağım ben yine de. Bizim köy, Doğantepe, Türkiye Cumhuriyetinin ilk
planlı köyü. Babam bunu bana kaç zaman önce söyledi, hatırlamıyorum. Bu devlet
yaşam alanı ile ilgili bir plan yapmıştı zamanında ve ilki de bizimkiydi. Ben
de tabii, hiç unutmadım bu bilgiyi. 1923 Rum mübadelesinden sonra kurulan bir
köy. Daha doğrusu bozulup tekrar yapılan. Bizimkiler, Topçu ailesi Selanik’ten
gelmişler. Ben kendimi bildim bileli babaannem 80 yaşındadır ve 80 yaşında da
ölmüştür. Doğantepe’ye 8 – 9 yaşlarında gelmiş. Biz ilkokulda, “orda bir köy
var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, girmesek de kalmasak da” şarkısını
öğrendiğimiz sıralarda dini bayramlarda giderdik Doğantepe’ye, Dedemin elini
öpmeye. O günlerde horozun öttüğü saatlerde, - sabah 7 olmadan – kalkabildiğim olmuştur
ki başka hiçbir güç o saatte o şekilde kaldıramadı beni. Kalkardım çünkü
babaannem katırın yemini o saatte hazırlardı. Ben de ona yardım etmeli,
buzağıya da kendi ellerimle vermeliydim yemeğini. Benim yemek saatimin bile bu derece
dakik olmaması koymuyor değildi ya; babaannemle konuşmak, tavuklar felan ilgimi
çekiyordu herhalde. 80 yaşındaki bu küçük kadın memleketini anlatırdı ve oralar
yemyeşildi. Etrafıma bakardım bu yeşillik yetmiyor mu diye. 8 yıl yaşadığı yeri
neden anlatırdı ki torununa? 8 yıl nerde, 72 yıl nerede. Şu babaannem de hala Doğantepeli olamamış
mıydı? (Tabii sonradan anlıyorum, konuşmalarımızı düşündükçe, asıl konumuzun
göç olduğunu…)
O zamanlar, çok iyi hatırlıyorum, kurban bayramı Mayıs &
Haziran aylarına denk gelirdi. Kelle paçalara bakarken midem bulanırdı. Sonra
da o etleri yer sofrasında ekmeğe bandıra bandıra yerdim. Utanarak itiraf
etmeliyim ki öyle bir tat daha hatırlamıyorum. Sonra İzmit’e dönerdik.
Bayramdan sonraki hafta sonunda da resital için Bale kursunda tütülerimizi
denerdik ve Haziran sonunda da sahneye çıkardık.
Şimdi ben bunları neden anlattım. Bir dönem, bunları
anlatmadığım insanların beni tanıdığını düşün(e)mez olmuştum. Biraz daha zaman
geçti. Bütün bunları anlatmaya çok meraklı olmamı eleştirdim kendimde.
Çevremdeki herkes aynı şeyleri yaşarmış meğersem. Türban tartışmalarında fark
ettim. Zaman geçmeye devam ediyor. Bunları okuyorum, yazıyorum, yaşamaya devam
ediyorum.
Geçtiğimiz Pazartesi “Karşılaşmalar” ı seyrettim mesela. Çok
güzeldi. Yine de, birkaç gündür kafamda bir soru işareti vardı. Sanki tamamen
kavramadı beni oyun. Bunun nedenini tam olarak anlamadan da bir şeyler söylemek
istemedim. Öncelikle, belki hata ettim, oyunu “Güzel Şeylere Bizim Tarafta” ile
karşılaştırdım. Krek’in geçen sezondaki bu oyununu da çok sevmiştim.
Karşılaşmalar çok daha fazla şey söylüyor aslında neden bunu yapıyorum ki,
dediğimde ampül yandı. (aman tanrım AKP’nin ampülü mü yoksa?) Evet Karşılaşmalar
çok şey söylüyor. Söylediği her şeyin de yoğun alt metinleri var. Politik,
sosyoekonomik alt metinler… Güzel Şeyler Bizim Tarafta ise sadece tek bir alt
metni gösteriyordu sanki. Birebir insan ilişkilerinde bile bir sürü alt
metinden çok yorulmuş bir insan olarak (evet evet hayat böyle, biliyorum. O hayatta
böyle parantezler açık Oğuz Atay’ı anamıyorsun. Niye ki?) Karşılaşmaları
izlediğimde kendini tekrarlayan bir düğümün içine girdim sanki. İşte bu tam
olarak Türkiye’nin durumuyla da alakalı. Hep bu oyunu oynamaya tercih ediyoruz.
Güzel Şeyler Bizim Tarafta, sessiz bir metin. Karşılaşmaların anlattıklarının
bize ne yaptığını ve ne yaptıdığını gösteren…
İkisi de iyi oyunlar. Ben sadece, sessizliği özlemişim
sanırım.
Söylemeyi unuttum,
ilk yapıldığında, sadece bizim ev köyün planını bozan bir evmiş. Köy merkezinin
tepesinde kalıyor, çamlığın hemen yanında. Ve ben bunu hep çok sevmişimdir. Gittiğimiz
şeker bayramlarında yok çaya şeker koymak, yok misafire terlik getirmekten
kaçmak için bir ağaca çıkar saatlerce inmezdim. Yağmurlarda kitap okuduğum,
annemin yemeğimi ağaca getirdiği, tuvaletimi saatlerce tuttuğum olmuştur.
Güneşin batmak üzere olduğu saatlerde misafirler giderdi artık. O zaman da
birileri beni kızgın biraz da kırgın seslerle çağırırdı. İn artık şu ağacın
tepesinden Bahar. Güzel Şeyler Bizim Tarafta o çağrıyı hatırlatmıştı bana.
Ve tabii, ağaçtan indiğimde, herkesin ne kadar çok sorunu
vardı yokmuş gibi davrandığı. Kendisiyle ve diğer herkesle.
Ya o ağaç olmasaydı diyorum bir yandan. Diğer yandan da inip
çözmem gereken o kadar çok sorunum(uz) var ki! yokmuş gibi davrandığımız.
Bütün o karşılaşmalar yokmuş gibi davrandıkça da kendimizden uzaklaşıyoruz. Evet bir karşılaşma var; ama tesadüf değiller kesinlikle.
Bütün o karşılaşmalar yokmuş gibi davrandıkça da kendimizden uzaklaşıyoruz. Evet bir karşılaşma var; ama tesadüf değiller kesinlikle.
Keşke önce Karşılaşmaları izleseniz. Ergenekon Davası,
Türkiye’nin Kürt Sorunu, Eşcinsellik, Anadolu’da yükselen orta sınıf diye
başlık koyduğumuz konuları tartışsanız. Sonra da, bütün bunlar bize ne yaptı
diye sorup güzel şeyleri kendi tarafınıza çekseniz diyorum. Hepimiz için iyi
şeyler diliyorum
Kurbanın gözlerinin içine bakabilmek gerekiyor.
Kurbanın gözlerinin içine bakabilmek gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder