2 Şubat 2013 Cumartesi

karşılaşmalar: evet ama tesadüf de değil...


Yaşadığınız ülkenin Bilecik şehrine yakın; ama Sakarya ilçesine bağlı bir köy düşünün desem, şu yazıyı okuyacak herkes – yani birkaç kişi J - gerçeğine yakın bir şeyler düşünür bence. Memleketin şehirleşme süreci dediğimiz şey hepimize yakın, en azından dokunan bir tarih sonuçta. Sizi gerçeğine biraz daha yakınlaştıracağım ben yine de. Bizim köy, Doğantepe, Türkiye Cumhuriyetinin ilk planlı köyü. Babam bunu bana kaç zaman önce söyledi, hatırlamıyorum. Bu devlet yaşam alanı ile ilgili bir plan yapmıştı zamanında ve ilki de bizimkiydi. Ben de tabii, hiç unutmadım bu bilgiyi. 1923 Rum mübadelesinden sonra kurulan bir köy. Daha doğrusu bozulup tekrar yapılan. Bizimkiler, Topçu ailesi Selanik’ten gelmişler. Ben kendimi bildim bileli babaannem 80 yaşındadır ve 80 yaşında da ölmüştür. Doğantepe’ye 8 – 9 yaşlarında gelmiş. Biz ilkokulda, “orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, girmesek de kalmasak da” şarkısını öğrendiğimiz sıralarda dini bayramlarda giderdik Doğantepe’ye, Dedemin elini öpmeye. O günlerde horozun öttüğü saatlerde, - sabah 7 olmadan – kalkabildiğim olmuştur ki başka hiçbir güç o saatte o şekilde kaldıramadı beni. Kalkardım çünkü babaannem katırın yemini o saatte hazırlardı. Ben de ona yardım etmeli, buzağıya da kendi ellerimle vermeliydim yemeğini. Benim yemek saatimin bile bu derece dakik olmaması koymuyor değildi ya; babaannemle konuşmak, tavuklar felan ilgimi çekiyordu herhalde. 80 yaşındaki bu küçük kadın memleketini anlatırdı ve oralar yemyeşildi. Etrafıma bakardım bu yeşillik yetmiyor mu diye. 8 yıl yaşadığı yeri neden anlatırdı ki torununa? 8 yıl nerde, 72 yıl nerede.  Şu babaannem de hala Doğantepeli olamamış mıydı? (Tabii sonradan anlıyorum, konuşmalarımızı düşündükçe, asıl konumuzun göç olduğunu…)
O zamanlar, çok iyi hatırlıyorum, kurban bayramı Mayıs & Haziran aylarına denk gelirdi. Kelle paçalara bakarken midem bulanırdı. Sonra da o etleri yer sofrasında ekmeğe bandıra bandıra yerdim. Utanarak itiraf etmeliyim ki öyle bir tat daha hatırlamıyorum. Sonra İzmit’e dönerdik. Bayramdan sonraki hafta sonunda da resital için Bale kursunda tütülerimizi denerdik ve Haziran sonunda da sahneye çıkardık.
Şimdi ben bunları neden anlattım. Bir dönem, bunları anlatmadığım insanların beni tanıdığını düşün(e)mez olmuştum. Biraz daha zaman geçti. Bütün bunları anlatmaya çok meraklı olmamı eleştirdim kendimde. Çevremdeki herkes aynı şeyleri yaşarmış meğersem. Türban tartışmalarında fark ettim. Zaman geçmeye devam ediyor. Bunları okuyorum, yazıyorum, yaşamaya devam ediyorum.

Geçtiğimiz Pazartesi “Karşılaşmalar” ı seyrettim mesela. Çok güzeldi. Yine de, birkaç gündür kafamda bir soru işareti vardı. Sanki tamamen kavramadı beni oyun. Bunun nedenini tam olarak anlamadan da bir şeyler söylemek istemedim. Öncelikle, belki hata ettim, oyunu “Güzel Şeylere Bizim Tarafta” ile karşılaştırdım. Krek’in geçen sezondaki bu oyununu da çok sevmiştim. Karşılaşmalar çok daha fazla şey söylüyor aslında neden bunu yapıyorum ki, dediğimde ampül yandı. (aman tanrım AKP’nin ampülü mü yoksa?) Evet Karşılaşmalar çok şey söylüyor. Söylediği her şeyin de yoğun alt metinleri var. Politik, sosyoekonomik alt metinler… Güzel Şeyler Bizim Tarafta ise sadece tek bir alt metni gösteriyordu sanki. Birebir insan ilişkilerinde bile bir sürü alt metinden çok yorulmuş bir insan olarak (evet evet hayat böyle, biliyorum. O hayatta böyle parantezler açık Oğuz Atay’ı anamıyorsun. Niye ki?) Karşılaşmaları izlediğimde kendini tekrarlayan bir düğümün içine girdim sanki. İşte bu tam olarak Türkiye’nin durumuyla da alakalı. Hep bu oyunu oynamaya tercih ediyoruz. Güzel Şeyler Bizim Tarafta, sessiz bir metin. Karşılaşmaların anlattıklarının bize ne yaptığını ve ne yaptıdığını gösteren…
İkisi de iyi oyunlar. Ben sadece, sessizliği özlemişim sanırım.

Söylemeyi unuttum, ilk yapıldığında, sadece bizim ev köyün planını bozan bir evmiş. Köy merkezinin tepesinde kalıyor, çamlığın hemen yanında. Ve ben bunu hep çok sevmişimdir. Gittiğimiz şeker bayramlarında yok çaya şeker koymak, yok misafire terlik getirmekten kaçmak için bir ağaca çıkar saatlerce inmezdim. Yağmurlarda kitap okuduğum, annemin yemeğimi ağaca getirdiği, tuvaletimi saatlerce tuttuğum olmuştur. Güneşin batmak üzere olduğu saatlerde misafirler giderdi artık. O zaman da birileri beni kızgın biraz da kırgın seslerle çağırırdı. İn artık şu ağacın tepesinden Bahar. Güzel Şeyler Bizim Tarafta o çağrıyı hatırlatmıştı bana.
Ve tabii, ağaçtan indiğimde, herkesin ne kadar çok sorunu vardı yokmuş gibi davrandığı. Kendisiyle ve diğer herkesle.

Ya o ağaç olmasaydı diyorum bir yandan. Diğer yandan da inip çözmem gereken o kadar çok sorunum(uz) var ki! yokmuş gibi davrandığımız.
Bütün o karşılaşmalar yokmuş gibi davrandıkça da kendimizden uzaklaşıyoruz. Evet bir karşılaşma var; ama tesadüf değiller kesinlikle.

Keşke önce Karşılaşmaları izleseniz. Ergenekon Davası, Türkiye’nin Kürt Sorunu, Eşcinsellik, Anadolu’da yükselen orta sınıf diye başlık koyduğumuz konuları tartışsanız. Sonra da, bütün bunlar bize ne yaptı diye sorup güzel şeyleri kendi tarafınıza çekseniz diyorum. Hepimiz için iyi şeyler diliyorum

Kurbanın gözlerinin içine bakabilmek gerekiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder