15 Temmuz 2013 Pazartesi

GEZİ’DE İMKANSIZ OLAN NE KALDI?


Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmak isteyen birine aşk, imkansız gelebilirdi.
Özgür olamadığım, kendim olamadığım bir dünyada aşk ne mümkün, diyebilirdi.  Böyle insanlar için aşk, başka bir dünyanın fikridir çünkü..
Çok değil, bundan 15 gün önceki çelişkilerimi anlatıyorum. Reha Erdem’in Kosmos’u ya da 5. Mevsim filmi bu inançsızlık halinin başyapıtlarıdır benim için.
27 yaşındayım. Geçenlerde, efkarlı bir şekilde içime çektiğim dumanı verirken güldüm, senin bile bir hikayen var Bahar, diye düşündüğümü hatırlıyorum. O hikayeyi mümkün kılan; ama hikayede hiç olmayan – kısacası kimliğimin – etkenlerini düşündüm, sıkıldım.  19. yy hiççiliğine bile özenemeyen bir 80 sonrası yalnızlık hissiyle çok klişe bir laf ettim, sigaramı söndürdüm ve yine, o his yokmuş gibi yaptım. Hepimiz için devam edebilmenin ayrı yolları var. Sonra kendimi gündelik hayata kaptırmaca…
Tabii, aslında, kendimi kaptırdığım bütün gülüşler, aklımı açan sözler ve içime işleyen şarkılar, hatırlamayı tercih ettiğim anılar, hiç olmamış gibi davrandığım duygularım… hepsi, hepsi şu imkansızlığı bir kere daha sorgulama, “inşallah be gülüm”leri dudak kenarında kalan bir umutla yoklama halleri. Çünkü o klişe laf, “her şey yalnızlıktan” dı. Ve yalnızlık, gerçeği yaşamaya yetmiyor.
Yan komşunun hikayesine dalsan, yine aynı mevzu: arayış. Lezzetli bir hissiyat arayışı. Buna gücün olması için de inanmak… lazım… aşka…
İşte bence, memleketin tüten dumanlarından bu hikayeler birleşti birleşti ve bir gün tanışmaya karar verdiler. Kimlerin, nelerin onları ayrı dünyalarda çaresizliğe, inançsızlığa ittiğini henüz tek bir sözle ifade etmiş değiller. Dinliyorlar, dinleniyorlar.
Duygularının farkındalar. Yani, bir sabah aşkı yaşanabilir kılacak bir dünyada uyanmayacaklarının biliyorlar.
Bir insanın tek başına yapabileceği bir şey değil bu.
Şu hayatta beni umutsuzluğa sürükleyen şeylerden birini anlatmalı belki burada. Adamlara aşık oluyorum ben J Üzerinde yaşadığımız dünyanın hakikatini akıllı bir prizma gibi parlayarak anlatan, geri dönüşümlü yaşam enerjisi yayan adamların başka bir dünyanın mümkünlüğünde hissettikleri çaresizlik.  Yaşanamayan aşkların hikayesi…
Zaman geçiyor. Kuşlar uçuyor şairin de dediği gibi.
Bence duygu dediğimiz şey, bizden çıkıp bizim dışımızda birine yansıması. Hissettiğimiz şey de yaşadığımız  o yansımanın ta kendisi. Sadeleştirmeye çalışıyorum benden çıkanları, gerçeği hissetmek için. Şu arayışı sevebilmek için.
Bütün bu sadeleştirme çabaları da bir araya geldi tabii. İnsanlar kendiliğinden bir samimiyet kurdular. Birbirlerini tanımasalar da yaptıkları esprilerde aynı şeyin özlemi vardı. Bu da arayışı gerçek ve görünür kıldı. Açık adres verdi bize: Taksim, Gezi Parkı.

Bütün bir gece orada kaldım bir seferinde. Yıldızlara baktım. Hiç hayal kurmadım ya da başka bir dünyayla ilgilenmedim. Özgürlük, anda yaşayabilmektir demişti biri bana. Anladım. 

"Kişi nasıl kendisi olur" ve "Kutsama"

Dal – Bir Küçük Roman
Budak – Bir Kısa Güldürü
Dal ve Budak
Murat Belge, Dostoyevski okuduktan sonra roman yazmayı hiç düşünmediğini söyler. Ben de çok önemli bir Yaratıcı Yazarlık Atölyesi yapan çok önemli bir yazar olsaydım; gelenlere Dal’ı verirdim okuma olarak ve tekrar sorardım, “Bu işi bir daha düşünün ve vazgeçin”  
Ben de Orhan Pamuk’un Saf ve Düşünceli Romancı kitabını okuduğumdan beri iki çift laf edebiyat yapmayı bile düşünmüyorum. “Orhan Bey Siz Bunları Gerçekten Yaşadınız mı?” bölümünde Pamuk şöyle der, “Romanlar birbiriyle çelişen düşüncelere huzursuzluk duymadan aynı anda inanmamızı, herkesi aynı anda anlamamızı sağlayan özel yapılardır.” (Nasıl da zihin açıcı bir kitaptır, dönüp tekrar satırlarında düşünmeli; üzerine gevezelik yapmalı ve belki de yazmalı. Sen bunları gerçekten yaşadın mı Bahar?)
Bu bilgi ışığında Will Self gibi adamlar da, kendimi bilerek doğru bir karar verdiğimi gösteriyor. Pamuk’tan bir sonraki yıl Nobel ödülünü alan Doris Lessing (evet bu kadın da ayrı bir olay – İran asıllı İngiliz, feminist ve kesin daha bir sürü şeydir) şöyle demiş Self için, “Self, gerçek mizah yazarının şaşmaz alametlerini taşıyan çok komik ve çok iyi bir yazar: kitaplarında absürd bir anlatım var; ama bu yalnızca – keşke bunları yaşamasaydık deyip – yaşadıklarımızı anlatıyor. Tanrı bilir, mizah yazarlarına ihtiyacımız var; Self de onlardan biri.”
Taşınmak hiçbir şey için iyi değilse, kitaplıkta yıllardır duran kitapların içine atılan notları, arkasındaki yazıları okuttuğu için iyidir. Will Self Dal ve Budak’ı 1993’te yayınlamış, iletişim yayınları 2000 yılında bin adet basmış ve ablamla benim farklı evlerdeki farklı kitaplarımızdan bugüne kadar gelmeyi başarmış. Ablam birkaç cümlenin altını çizmiş, ben kahve dökmüşüm. Üzerinden yıllar geçmiş, ben taşınırken Dorris Lessing’in yorumunu tekrar okudum ve böylece Dal ve Budak sayfalar boyunca elimden düşmedi. Okuduğum kitaplar iyiyse, övmeye doyamıyorum görüldüğü gibi…  
Dal
Carol ve Dan ilk sevişmelerinde birbirlerinden çok hoşlanırlar ve evlenirler. Zamanla evlilik büyüyü bozar ve Carol kendini daha az kadın hissetmeye başlar. Daha az kadın hissetmesinin sonu olarak bir penisi vardır artık. Ve olaylar gelişir..
Budak
“İriyarı, genç bir adam olan Budak, bir sabah uyandığında bir de gördü ki, yeni bir cinsel özellik kazanmış, yani bir vajinası olmuştu.” Ve olaylar gelişir..


14 Temmuz 2013 Pazar

Son Oyun

Ahmet Altan her zaman merak ettiğim biri olmuştur.
Will Self hakkında ne düşünür, Gezi olayları hakkında neler yazdı, Taraf’tan neden ayrıldı ve tekrar bir gazete ya da dergide yazacak mı?
Başka yazarları, başka türlü de merak ettiğimi fark ettim. Mesela Paul Auster’ın karısını ya da Gael Garcia Marquez’in birlikte olduğu orospuları da en az Marquez kadar merak ederim. Bazı filazoflara hiç girmeyelim.  Literatürde bir şekilde buluştuğumuz bu adamlar ve kadınlar, bu düşüncelere kimlerle neler yaşayarak geldi ve neden böyle hikâyeleştirdi diye, belli bir okumadan sonra kendini biyografiye adayanlar az değil.
Ahmet Altan benim için çok görünür; bir o kadar da gizemli bir adam.
 “… kadınların herkesin ortasında, aydınlıkta, kalabalıkta, tek bir cümleyle, tek bir gülümsemeyle, tek bir bakışla her türlü zırhından soyunup teslim olduğu, iki insan arasında olabilecek en muhteşem yakınlığı yarattığı anlar bulunur ki işte o anlar ve o anlarda bir erkeğin yaşadığı mutluluk asla unutulmaz.”
dediği şu cümlede yazarın, hatta romandaki anlatıcının bile, anlattıklarının gerçekliğini sorgulamıyorum. Hani hepimiz bir hikaye anlatırken az çok bir bilinmeyen katarız ya kendimizden, burada ilgi çekici olan, o bilinmeyenler. Yazarın gerçekliğe hangi hikayeyi ya da hikayeye hangi gerçekliği kattığı önemli mi? “Gerçek dünyayla gerçek olmayan arasında bir seçim yapmamı isteseler, gerçek olmayanı seçerdim, orası daha gerçekti.”
Altan’ın görünürlüğüyse Düşünceye Özgürlük 2000 kitabının sonundaki “Atakürt” makalesiyle başlar benim için. (1995’te Milliyet’te yayınlandığında mahallede paten kayıyordum herhalde) Her seferinde içimde aynı endişeyle, belli zamanlarda tekrar okuyorum Atakürt’ü. İlk okuduğumdaki düşüncelerim çok evrildi zaman içinde; ama hissettiklerimi çok iyi hatırlıyorum. Dünya’nın herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda yaşanan bütün ayrımcılıklar için suçluluk duydum, acı çektim, bir yandan anlayabileceğimi de gördüm ve bir hissettim.  Bu yüzden o yazı ve bazı yazılar önemli. Günler, aylar, yıllar, katliamlar geçiyor üzerimizden ve kendi vicdanımın samimiyetiyle baş başa kalıyorum. Güç, denge, aktör, çıkar kelimelerinin nelerini kemirebileceğini gördüm ya içimde bir tedirginlikle başlıyorum okumaya.. Bu yüzden Ahmet Altan, sadece Atakürt’le değil, pek çok yazısıyla bana vicdanın samimiyetinin yalnız olmadığını anlatan biridir.
***
Bir yazarın rastlantı sonucunda yerleştiği bir kasabada başından geçenleri anlatıyor Son Oyun. Kitabın arkasında, “Güzel kadınların uyandırdığı şefkatten korkun” yazıyor. Böyle konuşmasına rağmen tam tersine, güzel, sakin, deli, çekici bütün kadınların o özel anlarını kaçırmadan yaşamak isteyen bir adam var kitapta. Güzel kadınların şefkatinden duyduğu korku buna engel olmuyor; çünkü bir çelişki değil bu onun için. Bu yüzden, günah kavramı üzerinden Tanrıyla konuşuyor.
Bu konuşmalar, “kitap yazmak” üzerine geçtiği zaman daha ilginçleşiyor… Mesela bir öykü için, en az o öykü kadar yazarının kendi hayatından nasıl esinlendiği uzun uzun konuşulur, sonu gelmez incelemeler yapılır. İçten olanlar roman sanatını; olmayanlar kendilerini över ve bir şekilde kitabın (cemaat gibi bile olabilen) bir kitlesi ve söylemi oluşur.- bütün metinleri düşünün ama; kutsal kitaplar da dahil, tarih de, roman da… -  İşte “Son Oyun”, bütün bunlardan kaçan ve kendini pek önemsemeyen bir adamın rastlantı sonucu yerleştiği bir yerde sanki kimse okumayacakmış gibi yazdığı bir hikâye sanki.
“Başkalarının bilmediği komik bir gerçeği biliyormuşsun gibi garip bir gülümseme beliriyor, bir olgunluk, hayatta kalacakları küçümseme hali oluşuyor.
Onları niye küçümsediğimi bilmiyorum.
Ben o ilk korkuyu, o dehşeti atlattım ve onlar bunlar sonrasını o dehşet dolu korkuyla sürdürecekler diye belki.
Bu büyük romanın benim payıma düşen kısmı bitiyor.
Bu romandan çıkmaya hazırlanıyorum.
Tanrı bunun farkında mı acaba?
Yoksa şu sırada kâinatın bambaşka yerlerinde, çok daha iyi yazdığı başka kitapların alkışlanmasını mı dinliyor, önemsemiyor mu bu kitabını?”

Herkes gibi, Ahmet Altan’ın görünürlüğü de daha kolay. Makalelerini oku, geliştir, eleştir, istersen paylaş, biraz yer ve rahatla…
Büyülü gerçekçiliğe beceriksizce gönderme yaptığım romanlarının gizemli adamıysa, ne diyebilirim, gerçekten büyülü! Çünkü ona inanmak önemli değil; inanmak istemek önemli.
Böyle bir gerçekliğe girmek tehlikeli gelir bana. Sen inanmak istersin; ama inanıp inanmamayı da o kadar, öylesine senin kendi tercihene bırakırlar ki, güçlü bir yalnız olmak gerekir, diye düşünürüm. O yalnızlığı asla unutmazsın, unutturmazlar. Aynı anda hem çok yakın hem çok uzak kalırsın ve işte bundan romanlar yazılır, bitmez.
Benim de biricik feminist ikilemim de bu, sen kendini sürekli böyle gerçekliklerin içinde bul; ama güçlü bir yalnız olama.
“ – Ben sadece kalpsiz erkeklerden hoşlanıyor olamam, değil mi? Bu kadar zavallı olamam.”

Mayıs, 2013

2 Şubat 2013 Cumartesi

karşılaşmalar: evet ama tesadüf de değil...


Yaşadığınız ülkenin Bilecik şehrine yakın; ama Sakarya ilçesine bağlı bir köy düşünün desem, şu yazıyı okuyacak herkes – yani birkaç kişi J - gerçeğine yakın bir şeyler düşünür bence. Memleketin şehirleşme süreci dediğimiz şey hepimize yakın, en azından dokunan bir tarih sonuçta. Sizi gerçeğine biraz daha yakınlaştıracağım ben yine de. Bizim köy, Doğantepe, Türkiye Cumhuriyetinin ilk planlı köyü. Babam bunu bana kaç zaman önce söyledi, hatırlamıyorum. Bu devlet yaşam alanı ile ilgili bir plan yapmıştı zamanında ve ilki de bizimkiydi. Ben de tabii, hiç unutmadım bu bilgiyi. 1923 Rum mübadelesinden sonra kurulan bir köy. Daha doğrusu bozulup tekrar yapılan. Bizimkiler, Topçu ailesi Selanik’ten gelmişler. Ben kendimi bildim bileli babaannem 80 yaşındadır ve 80 yaşında da ölmüştür. Doğantepe’ye 8 – 9 yaşlarında gelmiş. Biz ilkokulda, “orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür, girmesek de kalmasak da” şarkısını öğrendiğimiz sıralarda dini bayramlarda giderdik Doğantepe’ye, Dedemin elini öpmeye. O günlerde horozun öttüğü saatlerde, - sabah 7 olmadan – kalkabildiğim olmuştur ki başka hiçbir güç o saatte o şekilde kaldıramadı beni. Kalkardım çünkü babaannem katırın yemini o saatte hazırlardı. Ben de ona yardım etmeli, buzağıya da kendi ellerimle vermeliydim yemeğini. Benim yemek saatimin bile bu derece dakik olmaması koymuyor değildi ya; babaannemle konuşmak, tavuklar felan ilgimi çekiyordu herhalde. 80 yaşındaki bu küçük kadın memleketini anlatırdı ve oralar yemyeşildi. Etrafıma bakardım bu yeşillik yetmiyor mu diye. 8 yıl yaşadığı yeri neden anlatırdı ki torununa? 8 yıl nerde, 72 yıl nerede.  Şu babaannem de hala Doğantepeli olamamış mıydı? (Tabii sonradan anlıyorum, konuşmalarımızı düşündükçe, asıl konumuzun göç olduğunu…)
O zamanlar, çok iyi hatırlıyorum, kurban bayramı Mayıs & Haziran aylarına denk gelirdi. Kelle paçalara bakarken midem bulanırdı. Sonra da o etleri yer sofrasında ekmeğe bandıra bandıra yerdim. Utanarak itiraf etmeliyim ki öyle bir tat daha hatırlamıyorum. Sonra İzmit’e dönerdik. Bayramdan sonraki hafta sonunda da resital için Bale kursunda tütülerimizi denerdik ve Haziran sonunda da sahneye çıkardık.
Şimdi ben bunları neden anlattım. Bir dönem, bunları anlatmadığım insanların beni tanıdığını düşün(e)mez olmuştum. Biraz daha zaman geçti. Bütün bunları anlatmaya çok meraklı olmamı eleştirdim kendimde. Çevremdeki herkes aynı şeyleri yaşarmış meğersem. Türban tartışmalarında fark ettim. Zaman geçmeye devam ediyor. Bunları okuyorum, yazıyorum, yaşamaya devam ediyorum.

Geçtiğimiz Pazartesi “Karşılaşmalar” ı seyrettim mesela. Çok güzeldi. Yine de, birkaç gündür kafamda bir soru işareti vardı. Sanki tamamen kavramadı beni oyun. Bunun nedenini tam olarak anlamadan da bir şeyler söylemek istemedim. Öncelikle, belki hata ettim, oyunu “Güzel Şeylere Bizim Tarafta” ile karşılaştırdım. Krek’in geçen sezondaki bu oyununu da çok sevmiştim. Karşılaşmalar çok daha fazla şey söylüyor aslında neden bunu yapıyorum ki, dediğimde ampül yandı. (aman tanrım AKP’nin ampülü mü yoksa?) Evet Karşılaşmalar çok şey söylüyor. Söylediği her şeyin de yoğun alt metinleri var. Politik, sosyoekonomik alt metinler… Güzel Şeyler Bizim Tarafta ise sadece tek bir alt metni gösteriyordu sanki. Birebir insan ilişkilerinde bile bir sürü alt metinden çok yorulmuş bir insan olarak (evet evet hayat böyle, biliyorum. O hayatta böyle parantezler açık Oğuz Atay’ı anamıyorsun. Niye ki?) Karşılaşmaları izlediğimde kendini tekrarlayan bir düğümün içine girdim sanki. İşte bu tam olarak Türkiye’nin durumuyla da alakalı. Hep bu oyunu oynamaya tercih ediyoruz. Güzel Şeyler Bizim Tarafta, sessiz bir metin. Karşılaşmaların anlattıklarının bize ne yaptığını ve ne yaptıdığını gösteren…
İkisi de iyi oyunlar. Ben sadece, sessizliği özlemişim sanırım.

Söylemeyi unuttum, ilk yapıldığında, sadece bizim ev köyün planını bozan bir evmiş. Köy merkezinin tepesinde kalıyor, çamlığın hemen yanında. Ve ben bunu hep çok sevmişimdir. Gittiğimiz şeker bayramlarında yok çaya şeker koymak, yok misafire terlik getirmekten kaçmak için bir ağaca çıkar saatlerce inmezdim. Yağmurlarda kitap okuduğum, annemin yemeğimi ağaca getirdiği, tuvaletimi saatlerce tuttuğum olmuştur. Güneşin batmak üzere olduğu saatlerde misafirler giderdi artık. O zaman da birileri beni kızgın biraz da kırgın seslerle çağırırdı. İn artık şu ağacın tepesinden Bahar. Güzel Şeyler Bizim Tarafta o çağrıyı hatırlatmıştı bana.
Ve tabii, ağaçtan indiğimde, herkesin ne kadar çok sorunu vardı yokmuş gibi davrandığı. Kendisiyle ve diğer herkesle.

Ya o ağaç olmasaydı diyorum bir yandan. Diğer yandan da inip çözmem gereken o kadar çok sorunum(uz) var ki! yokmuş gibi davrandığımız.
Bütün o karşılaşmalar yokmuş gibi davrandıkça da kendimizden uzaklaşıyoruz. Evet bir karşılaşma var; ama tesadüf değiller kesinlikle.

Keşke önce Karşılaşmaları izleseniz. Ergenekon Davası, Türkiye’nin Kürt Sorunu, Eşcinsellik, Anadolu’da yükselen orta sınıf diye başlık koyduğumuz konuları tartışsanız. Sonra da, bütün bunlar bize ne yaptı diye sorup güzel şeyleri kendi tarafınıza çekseniz diyorum. Hepimiz için iyi şeyler diliyorum

Kurbanın gözlerinin içine bakabilmek gerekiyor.

8 Ocak 2013 Salı


PARÇALAR

Parça 1

“Bir savaş patladığında insanlar ‘uzun sürmez bu, çok aptalca’ derler.  Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi. Bu açıdan burada oturanlar da herkes gibiydi, kendilerini düşünüyorlardı; bir başka değişle hümanisttiler; felaketlere inanmıyorlardı. Felaket insane yakışmaz, onun için felaket gerçekdışıdır,geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider ve önlemlerini almadığından başta hümanistler gider.”
“Veba sözcüğü ilk kez ağza alınıyordu.”

Parça 2

Hepimiz, solgun ama ölemeyen çiçekleriz..
Hepimiz…

Böyle olmaması gerektiğini bilerek gidememek, ölememek nasıl anlatılır bilemiyorum. Tarih, her zaman insanın insanlığı arayışı olmuştur benim için.
Ilkokul ikinci sınıftaydım. Bir teyze gelmişti bize. Heyecanlıydı, telaşlı ve korku doluydu. Konuşurken ellerini kontrolsüzce sallıyor, gözlerini annemden ayırmıyor ve sanki sadece elindeki sigarayı içerken nefes alıyordu. En sonunda şöyle dedi, “Zaten ülkenin bütün falcıları 1993 yılının Türkiye için fevkalade kötü geçeceğini, siyasi felaketlerin, toplu cinayetlerin olacağını söylemiş hayatım.” Tehlikedeydik. Zaten babamı da iki gündür görmüyordum. Belki ben uyuduktan sonra da gelmiyordu. Hem neden gözlerini annemlerden ayırmıyordu bu teyze de. Bu da bir şey miymiş, daha neler neler görecekmişiz. Ne kadar çok şey biliyordu böyle. Korkmuştum işte. O gece babamın gelmesini bekledim.
Akşam haberlerine işte böyle başladım. Uğur Mumcu’ya yetişememiştim.
1990’ların sonunda orta okula başlarken, kızgındım. Uğur Mumcu’ya yetişememiştim. Ablam bile, Aziz Nesin’den imza almıştı en azından. Pamuk dedeye sarılmıştı. Akşam haberlerinde öğrendim, Pamuk dede gitmişti. Hayatımda ilk kez Nazım’dan şiir okudum. Onda da nasıl vatan haini ilan edildiğini öğrendim. Bir dakika karanlık eylemine katıldım; aydınlık için. O karanlıkta ilk yazımı yazdım. Bir kaç yıl sonra karşılaştım aynı satırlarla, “Karanlığı neden tercih ettiğimizi anlamıyorum” Rüyamda babamın öldüğünü gördüğüm gece gökyüzü üzerimize yıkıldı. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bu şehri seviyorum ve kalıyorum, dedik 1999’da ve bekledik, beklediler. Sevdikleri şehri beklediler. Hala bekliyorlar. Ben 15 yaşındaydım. Sivas yangınını o yıl okudum. Tekrar sallandım.

Solgun ama ölemeyen bir çiçeğim ben.

Elbiseleri hala o kokuyordu. Onu her gün kendi elleriyle giydiriyordu. Onunla uyuyor, ağlıyor, yaşıyor; o üzülüyor diye üzülüyordu çiçeklerin açmadığına. Güneş gelmiyor ki, nasıl açsın. O akşam da dışarı çıkmak konusunda kararsız kaldı, çiçeklerden yakındı, en sonunda uyuyakaldı. 11 Eylül’e uyumuştu. Ve Güneşle uyandı o sabah. Imkansız oysa ki, New York’un en ihtişamlı kulesinin arkasında kalması gereken güneşe gülüyordu, gözlerinin önünde bir anda açtı çiçekler. Hemen ona götürdü çiçekleri, “Bak, açtılar sevgilim, açtı çiçeklerimiz”
Görüntü pencerenin dışına çıkar. Koyu renkli binanın küçük penceresindeki renkli çiçeklerden apartmanın duvarına geçer dikkatimiz. Ikinci kulenin yıkılışının gölgesi… Dumanların bile gölgesi var. Ve güneş artık içeri giriyor.

Bir an durdu.Artık onun sadece bir elbise olduğunu görebiliyordu. Çiçeklerse solmuş ama ölememişlerdi.*

                 ***
Yaşadıkları şimdiki zamana karşı sabırsız, geçmişlerine düşman ve geleceği ellerinden alınmış olarak insan kaynaklı adaletin ya da nefretin parmaklıklar arasında yaşamaya mahkum ettiği kişilere benziyorduk biz de.”
           
                  ***

İnsanlığın gözyaşları..
Ve çiçekler…

Yine ana haber bülteni. Herkes demokratikleşmek istiyor maaşallah. Yalnız bereket versin bir tane demokrasi yok anladığım kadarıyla. Kimisi için demokrasiye gelene kadar önce devlet var, önce asker var, önce toprak bütünlüğü, irtica, kıbrıs, ermeni soykırımı, hatta Atatürk, hatta 301… “Sözde” demokrasiyi istiyoruz,    tartışıyoruz. Demokrasiyi öğrenmeye çalışıyoruz. Murat Belge, bu ülkede herkesin bir “milli görüşü” vardır, der. Işte o görüş demokrasiye de güzel bir kılıf uydurur. Ve biz onu da ezberleriz. Ancak bu ezber de benim Hrant Dink’ten, Yaşar Kemal’den okuduklarımla  bağdaşmıyor. Kürt konferansında çalıştım. Içerideydim. Ve medyanın nasıl günah çıkarttığını dinledim. Milliyetçiliklerin nasıl çakıştığını ve silahları bırakma çağrılarını… Hasan Cemal, “Ezberlerimizi bırakmalıyız artık.” dedi. Lise 1’de bütün orta asya türk boylarını nasıl da ezberlediğimi hatırladım. Şimdi hepsini unutmuş olmak teselli etmiyor.

“Kurulduğu 29 Ekim 1923  gününden başlayarak bugüne değin Türkiye Cumhuriyeti, dayanılmaz baskılar ve zulümlerle dolu bir sistem haline getirilmiştir(…) Türkiye Cumhuriyeti Anadolu halkı üzerinde öylesine ağır bir baskı kurmuştur ki halk Osmanlı otoritesini özler hale gelmiştir. (…) Hiç beklenmedik bir şey oldu sonra: Türk halkı on yılların baskısı altında ezik bir yaşam sürdürürken Kürt halkı dirinişe geçti.. Çünkü bütün baskılar altında en acımasızca ezilenler, etnik katliamlara kurban gidenler onlardı; onların lisanı yasaklanmıştı; ‘dağ Türkleri’ adı takılarak kimlikleri yadsınmıştı; her 10 – 15 yılda bir Anadolu’nun dört bir yanına sürgün edilenler onlardı (...) Bildiğim kadarıyla Türkiye’de bağımsız devlet isteyenlerin sayısı çok azdır. Bunu talep etmek üstelik onların hakkı değil midir?”  (Yaşar Kemal’in 1995’te Der Spiegel gazetesine verdiği demeçten… ). Ben bu cümlelerden etkileniyorum. Siz etkilenmiyorsunuz. Bu cümlelerde ben bütün öğrendiklerimi unutuyorum. Siz onları savunmalarınız yapıyorsunuz. Size benim etkilenmem garip geliyor. Ben İnce Memed’I okuduktan sonra kendi ülkemi bilmediğimi, kendi ülkemin beni kandırdığını ve daha da kandıracağını hissetmiştim. Gerçek, işaret edilenden bambaşkaydı. Işte bana garip gelen de bu. Ve eğer ben gerçeği merak eder, onun araştırır, bulur; sonra da gösterilenden farklı olarak eleştirirsem.. Tehlikedeydim.

Bugün Milan Kundera’dan şu satırları okudum: “Sakın, ülkenize ve vatanınıza aitsiniz safsatalarına inanmayın. ‘Yaşamı başka yerde’ arayın. Sizin kimliğinizi oluşturan isminiz, milletiniz, ırkınız ya da dininiz olamaz. Bunlar sadece özgür seçimlerinizin bir parçası olabilir. Herkesin kendini ve dünyayı keşfetmek için bir yöntemi vardır..”
Lütfen demokrasiyi karıştırmayalım. Kitaplarında hala ermenileri düşman millet olarak yazan, anayasasında hala cunta liderlerinin yargılanmasını önleyen maddeler bulunduran, kendi yazarını kendisini “asker Türk” ilan eden birilerine hedef gösteren bir ülkede demokrasi sadece kurban ediliyordur.

Ve yine Murat Belge, eğer bu ideolojiyle devam edilirse bu ülkede adam ödürmeyen Türk ‘normal’ vatandaş kalacak, dedi. Kapıda koruma bekliyordu onu. Rahat rahat konuşabilirdi. Geçen gün bir yazar, “Neyse ki Orhan Pamuk’a koruma verildi.” diye yazmış. Evet, aman Pamuk istediği gibi yazabilsin diye onu anca korumalarla yaşatabilen bir ülke olalım (yoksa yaşatamayan bir ülke olduk bile… mi?). Neyse ki 301’den yargılanan herkese Devlet, koruma verdi!

Çiçekler..

22 Ocak. Etüd odasında emperyalizmin tarihine çalışıyorum. Süveyş kanalı açıldıktan sonra İngiltere.. Fransızların kolonilerine uyguladığı asimilasyın politikası.. Tarih yanlış okunursa insan insanlığını kaybeder.. diye düşünmüyorum çalışırken. Yalnızca bilgilerimi tazelerken içeri iki kız girdi ve koşuşturmaya başladı. Tanıdıklarına bir şeyler fısıldıyorlardı. En sonunda bir tanesi sesini yükseltti ve yarınki sınavın cenaze nedeniyle ertelendiğini söyledi. Önce inanamadık. Hemen bilgisayar odasına gidip internetten baktık. Doğruydu, ertelenmişti.
Herkes çalışmayı bıraktı. Çiçeler, ben etüd odasına geri dönerken aklıma geldiler. Solgun ve ölemeyen… Ertesi gün sokaklara döküldüler..

Parça 1’in devamı…
                                                                                                                    19 Ocak 2007

Bugün, bırakıp gittin beni. Herkes yorum yaptı gidişine. Biri, sloganını hatırlamıştı. Biri görgü tanığı oldu. Şüpheli iki kişi vardı. Üç saat sorguya alındılar. Olayla ilgileri olmadığı anlaşıldı. Beni bırakıp gitmen.. Kınandı. Başbakan bile bizi kimsenin bölemeyeceğini söyledi, alçakça buldu. Alçakça… Yani, gitmemeliydin.
Bugün, bu şehre veba geldi. Polislerin izni kaldırıldı; salgını kontrol etmek ve saldırganı bulmak için. Bir din adamı yas ilan etti. Birileri ağladı. Birileri kaçtı. Birilerinin umursamadığından neredeyse eminim. Sen gittikten sonra bir kadın, “Onun gibi biri 50 yıl daha gelmez bu ülkeye.” dedi. Çok sevindim. Önce senin için, e tabii sonra da ülkem için. Bir şekilde bulunuyordu senin gibi, ya yere yıkılan biri, ya da ateşler içinde cayır cayır… Şanslı sayılırdık. Şimdi, yavru bir keçi bakıyor bana. Küçük bir çocuğun hayatını canını vererek kurtaran. Keçiler cennetime gitmiş, bana oraları anlatıyor. Uçabildiğinden ve hiç ölmeyecekmiş gibi davranabildiğinden bahsediyor. Insanlar kendilerini kurtarmak için yine kendilerinden kurban veriyorlar, diyor bana. Anlamıyorum. Bir bayramda daha kan götürdü ortalığı sokaklarda. Çocuklar oralarda oynadılar ve kimin hayatının kurtatıldığını sordular. Ve ben vebanın hiç gitmemiş olduğunu gördüm. Her şey vebalıydı. Yavaş yavaş ölmekmiş meğer her günbatımı. Ve ben çekildiğimi hissediyorum artık. Uğruna ölünecek bir şey de kalmayacak yakında. Güneşi de elimizden alamazlar değil mi? alamazlar. Ya alabilselerdi..
Gerçekten çok üznügüm.
Insanlar… onları anlamaya çalışma artık. Gittin. Küçük çırpınışlarla senden özür dilemeye çalışacaklar. Ne kadar anlamsız. Neyi geri getirecek? Anlayışlı ol bana karşı. Bu durum, hiçbir şekilde güç vermiyor bana. Yıpratıyor. Kabuğuma çekiliyorum. Uzaklaşıyorum. Yavaş yavaş..
Gerçekten çok üzgünüm…
Büyük dünyalar kurmuştum küçük bir dünyanın kıyısından. Çünkü hepsi bu kadar. Sonunda başbaşa kaldığımız… Umarım sen bu kadar şaşırmamışsımdır, yıpranmamışsındır. Böyle, hemen.
Sadece nefretin küllerinden yakmayı becebiliyorlar ateşlerini. Bu yüzden orda hırs, kızgınlık ve acı oluyor sadece. Isıtmıyor, acıtıyor ve yakıyor. Çok üzgünüm.
Rüzgarı unutmaman dileğiyle…
                                                                                                                       BAHAR
Parça 2’nin sonu..

Hepimiz solgun..

Bir ülke, vebalı da yaşıyabilir. Güneşin hiç girmeyeceği bilinir; ama herkes başına güneş geçmiş gibi davranır. Bu solgun döndü kendi çıkmazı , korkuları ve zavallığı içinde hep var olur ve biz geçmişi inkar ederek gelecekten vazgeçtiğimizi farketmeden bugüne sıkışmış olarak yaşarız. Vebayı gösteren yine bir felaket olur. Eski simgeler yıkılırken yeni korkuları ve olgularıyla pencereden süzülür faşizm, terör (ki devlet ortaya çıkarmıştır onu), yeni dünya düzeninde biçim değiştirmiş. Eskinin küllerini toparlarken okullarımız tatil olur, enkazın yerine kocaman bir bahçe yapılır; herkes demokrasiden, özgürlükten bahseder. Çiçekler açar. Sonra insanlık bir de bakar ki Hrant Dink’i kendisi öldürmiş. Hepimiz insanlığın gözyaşlarından beslenen çiçekleriz… Tarihte kayboluruz. Şimdi soruyorum sana, kendime, ona, herkese…
Yine solacak mıyız? Yine mi solacağız?

“…eğer aydınlatılmamışsa iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. Insanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir, şu erdem ya da kusur denilen şeyin; en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her türlü sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz.”

                                                                                      BİR ÇİÇEK….