2 Eylül 2012 Pazar

Ertuğrul Kürkçü Röportajı



Emre'ye birlikte Bianet'e gittiğimizde Ertuğrul Kürkçü için biraz beklememizi rica ettiler. Hani beklerken insanın gözü televizyona kayar ya biz de öyle yapınca bir baktık Kürkçü CNNtürk'te konuşuyor. Taksim stüdyosundaymış ve soruları yanıtlıyor. Oradan çıkıp bizimle röportaja gelmişti ve kendisini akşam 19.30'da kadar tutmuştuk. 
Soruların yarısı benden, yarısı da Emre'den.. Kimin neyi sorduğunu tam olarak hatırlamıyorum; ama "homofobik devrim istemiyoruz" sorusu benim aklıma gelmezdi. 
Bianet'ten çıktıktan sonra yaptığımız muhabbeti de saklayabilsem keşke..


Biz biraz önce CNN Türk muhabirinin sorduğuna benzer bir soruyla giriş tasarlamıştık ama, bunu şuraya doğru çekerek, daha şahsi ve samimi bir yerden soralım: Siz Mahir Çayan geleneğinden gelen birisiniz ve bunu özellikle belirtiyorsunuz. Acaba bunu bir tür vefa duygusuyla mı, yoksa o geleneğin tonlarını hâlâ taşıdığınız için mi söylüyorsunuz? Ve tabii, aynı gelenekten gelenler de bugün sizinle aynı yerde mi?

Birincisi, gelenek dediğiniz zaman tam olarak gözünüzün önüne ne geldiğini bilmiyorum ama, silahlı mücadeleden ibaret gibi algılanıyorsa, bu çok doğru değil, çünkü silahlı mücadele bizim geleneğin görünenlerinden bir tanesi ve bir dönemi… Yoksa bugün mesela aynı geleneği izleyenler, başka yollar da kullanıyorlar. İkincisi, bu sadece siyasi mücadeleden de ibaret değil. Kültürel bir bağlamı var, toplumsal bir bağlamı var, yerel bir bağlamı var. bütün bunlar açısından baktığımızda, bizim açımızdan en önemli olan şey, silahlı mücadeleden çok, silahlı mücadeleyi de içeren, kendi sağından kopma iradesi. Çünkü, bu gelenek ortaya çıkıp biraz bir fizyonomi edininceye kadar, Türkiye’de sol siyasetin denklemi şöyle bir şeydi: Sermayeye itiraz edersin, fakat, devletin soluna yaslanırsın! Türkiye İşçi Partisi için de bu, Ecevit’in Cumhuriyet Halk Partisi için de bu, belirip sönüvermiş kimi irili ufaklı partiler için de bu. Hatta bizim içinden çıktığımız Milli Demokratik Devrim geleneği için de bu. Lenin’in ve Marx’ın “Burjuva hakimiyeti, onun devletinin zor aygıtının parçalanmasını gerektirir. Ancak bunun yerine bir işçi iktidarı kurulabilir” varsayımını sürekli ikinci üçüncü planda tutan, hatta yok kabul etmeye dayalı bir yaklaşım sürdürüyordu. Bence bizim geleneğin en önemli damarı bu. İkincisi, Türkiye sosyalist hareketinde çok yaygın olan Türkiye kapitalizminin gelişme düzeyini nispeten çok geri bir düzey olarak görüp, Türkiye’deki devrimci meseleyi, “yabancı hakimiyetine son vermek, ama milli sermayeyle ittifak etmek” olarak kurdukları devrim denklemini de biz karşımıza aldık. Çünkü “milli” ya da “yabancı” diye iki ayrı sermaye düsturu olmadığı, bunların bir küresel bir birlik oluşturduğu, dolayısıyla kapitalizmle mücadelenin emperyalizmle mücadeleden ayrılamayacağı ya da emperyalizmin (bizim tabirimizle) bir içsel dinamik olduğu meselesi, dönemin analizine bağlı bir meseleydi. Bugün de aslında bu analiz, daha da kuvvet kazanarak sürüyor. O nedenle ben yaşayan bir şeyden söz ettiğimi düşünüyorum. Şimdi, bunu herkes takip ediyor mu? Bu bata çıka giden bir durum. Mesela, 80 öncesine bakacak olursanız çok takipçisi vardı Mahir Çayan’ın, işte Devrimci Yol geleneğinin, Sol Kurtuluş, Halkın Devrimci Öncüleri, Eylem Birliği, daha da sayabilirsiniz, hepsi projenin ya da teorinin bir yanını ötekine göre öne çıkartan yaklaşımlardı. Bugün bunların bir bölümü yenildi, bir bölümü tasfiye oldu. Türkiye çok değişti. Toplumsal durum, demografik durum, ekonomik durum, bölgesel durum, Kürt özgürlük hareketinin açtığı kanallar… bunların hepsi bize yeni bir iklim çıkartıyor, önemli olan bence bu prensibi ve bunu nasıl sürdüreceğimiz meselesi. İşin aslını isterseniz, bu anlamda rakibimiz de çoktur. Çünkü Abdullah Öcalan’a sorarsanız, o da cephe geleneğinin takipçisi olduğunu söyler. Dolayısıyla, böyle baktığınızda bir kaleydoskop gibi, bin bir görünüm içerisinde durmaksızın giden bir damar var. ama kabul etmek gerekir ki bu hem tek damar değil, hem de tek devrimci damar değil; başka devrimci damarlar da var. o nedenle ben, hani “Bunu takip ediyoruz” derken, bu iki ekseni çok önemsiyorum. Bunları sürdürdüğümü düşünüyorum. Ben herhangi bir görünümüne indirgemiyorum. Daha doğrusu, bunlara can veren, fikri arka planı önemsiyorum. Bunların ne biçime bürüneceği konusunda bir rezerv olamaz ve bunlardan hiçbiri bugün, geçersiz kabul edilemez. Ama neyin gerektiğine dair analizi hem konjonktürel durum, hem program tartışması içerisinden, her gün yeniden çıkartmak gerekiyor.

“Yumurta her zaman işe yarıyor!”

Mesela bugün CNN Türk’e çağırdılar sizi, Ankara Üniversitesi’nde atılan yumurtadan dolayı. Siz bu anlattıklarınızı, ’68 kuşağıyla birlikte sizin yaptıklarınızın bir kazanımı olarak görüyor musunuz?

Ben programda söylemeye de çalıştım: Ben bunun mesela 68’in bir replikası olduğunu düşünmüyorum. İki sebeple düşünmüyorum. İki sebeple düşünmüyorum: Birincisi, üniversite-toplum ilişkileri bugün tamamen farklılaşmış durumda. İkincisi, öğrencilerin beslenme kaynakları tamamen yerel ve tarihsel değil. Aslında internet, televizyon, 3G teknolojisi içerisinden akıp giden enformasyon ve başka her şey… Baktıkları zaman, onlar kendilerini besleyen pek çok kaynak buluyorlar. Bunların içerisinden bazıları her zaman ve her yerden işe yarıyor: Mesela yumurta! Şimdi bu Türkiye’nin geçmişinde o kadar yok ama, aslında var. Ben hatırlıyorum mesela, biz Robert Commer’in Odtü’yü ziyareti sırasında ya da havaalanına gittiğimizde, yumurta atmıştık; sonra arabasını da yaktık. Henüz mesela kimse elçi arabası yakmıyor ama, günün birinde yakılmaz diye bir şey de yok. Yakılırsa da, yakışmış oluyor işte netice olarak… O yüzden, ben böyle izdüşümler aramanın doğru olmadığını düşünüyorum. Hani Marx’ın bir sözü var, der ki: “Eski kuşakların gölgesi bir kâbus gibi bugünün üzerine düşer ve ölüler yaşayanları kovalar her zaman.” Ben bu kâbusu kimseye yaşatmaya hakkımız olmadığını; sabahtan akşama kadar kafalarına kakıp, “Biz sizden daha devrimciydik!” diye, 60 yaşında, artık bir ayağı çukurda insanların bu kadar çok konuşmalarını doğru bulmadığımı söylemeliyim. Çünkü, aslında evet, 1960’larda bu insanlar hakikaten dedikleri gibi yaşamışlardı. Ama Türkiye’nin bugününü de onlar meydana getirdiler, yaptıkları ve yapamadıklarıyla. Şimdi dolayısıyla dönüp, kendi çocuklarını devrimden, yangından mal kaçırır gibi kaçırdıktan sonra, “Aaa, ya bu kuşak nasıl böyle?” diye konuşmaları bana çok şizofrenik geliyor. Ben o yüzden bugün gençlerin iki tane işi birden çözdüklerini düşünüyorum. Yani hem düzenin baskıları, bütün zihinçelen etkilerle başa çıkmak, hem de anne babalarını kırmadan, yani onları da kırıp dökmeden; aslında onların bilmediği gibi bir devrimciliğin mümkün olduğunu onlara anlatmaya çalışmak… Çünkü bu, Türkiye’deki ulusalcı cereyan dediğimiz şey, esas olarak ’68 kuşağının bugününden besleniyor. 60 yaşındaki insanların seçimlerine bakın, hepsi Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy veriyorlar. Bizim gibi sosyalist hareketlere emek veren, orada gençlerle buluşan insanlar değiller. Çünkü yaşlılarla zaten buluşamıyoruz, ama zaten buluşsak da huzurevi gibi; bu kadar çok ihtiyarla devrimci bir hareket olmaz yani. O nedenle, ben bu kuşak kıyaslamaları, bu “Bizim kuşak sizin kuşağa basar!” palavralarını ben hiç akla yakın bulmam, cesaret verici de bulmam. Çünkü ben daha gençken buna, Mihri Belliler’in kuşağının “Öyle olmaz, böyle olur”larına isyan etmiş ve aslında onların dediği gibi olmadığını görmüş birisi olarak; bugün bana, “Senin dediğin gibi olmaz” diyenleri dinlemek istiyorum ve onlara ‘apolitik’ diyerek işi bitirmek, bana, kolayıma gelen bir şey olarak görünüyor. Ve dinleyince aslında kimi itirazların, bazı şeylerin niye yapılmayacağının anlamı olduğunu düşünüyorsun. Mesela bizim kuşak bile car car car konuşuyor, işte “Öyle kahramandık, şöyle kahramandık” diye; iyi ama, bizim içimizden 10-15 tanesi hayatını kaybetti, geri kalanı hayatına devam etti. Mühendis oldu, o oldu, bu oldu falan… Şimdi çocuklardan niye hayatlarını feda etmediklerini soranlar, kendileri de etmemişlerdi veya edememişlerdi. Onları gelip bulmamıştı kurşunlar. Şimdi bu çok kötü bir açıklama, kötü bir ilişki. Ben böyle bir ilişki kurulamaz diye düşünüyorum. O nedenle, şöyle diyebilirim: Sadece evrensel olan ve her dönem kendisini ima edebilecek olan dinamiklere işaret etmekle yetinebilirim. Onun dışında ne yapılacağı hakkında sadece politik bağlamda, bir program tartışma içerisinde; bir politik hareketin bağlamı içerisinde konuşabilirim. Onun dışındaki hariçten gazel okumalar bana manasız geliyor. Bunları ne dinliyorum, ne kimsenin dinlemesini beklerim.

Gençlerin kullandığı araçların değiştiğini söylerken interneti örnek verdiniz, biz de internette yazıyoruz ve siz de yazdıklarınızda belirttiğiniz üzere WikiLeaks gelişmelerine büyük önem veriyorsunuz. Biz buraya gelmeden önce kendi aramızda da konuşuyorduk, özellikle WikiLeaks belgelerinin küresel ekonomik kriz, Avrupa’daki işçi ve öğrenci hareketlerine denk gelmesi ve Türkiye’deki siyasi liderlerin de bunlara karşı açıklamalarından sonra, aslında siz de WikiLeaks’le Bianet arasında bağ görüyor musunuz? Aynı şeyi yapıyor muyuz onlarla?

Şimdi şöyle bir bağ var tabii: Bu çünkü yaptırılmayanı, yapılamayacağı söyleneni yapma iddiası. Bu aslında genel olarak sermaye ve devletin hakimiyet alanı dışında iş yapmaya çalışanların, hepsinin bir ortak tarafı. Ama birbirlerinden tamamen ayrı istikametlere gidebilirler. Benim bu konuda da, yani WikiLeaks’in yayıncılarında da gördüğüm en önemli özellik, hakimiyetin üzerine bina edildiği yalanları açığa çıkartmak ve insanların bu hakikati görmelerine yardımcı olmak. Onları kurtarmak falan filan değil. İnsanların doğru bir fikir edinebilmeleri için onlara kaynak sunmak. Ve Assange’ın ve diğerlerinin bunun için de çok büyük, mesela dağa çıkan bir insan kadar büyük bir risk aldıklarını görebileceğimizi düşünüyorum. Çünkü bu, ABD’nin bütün askeri gücünü, devletin bütün aygıtını, çırılçıplak halkların önüne koyuyor. Koyabildiği kadar; hani diyelim ki önündeki incir yaprağını düşürdü, daha geri kalan taraflarını görmedik ama, hani görünen kadarıyla insanlar ne düşünüyorlar: Devlet, başkasının arkasından dolap çeviren ve söylediğine asla inanılmayacak olan bir yalan fabrikasıdır. Yani bu belgelere baktığımız zaman gördüğümüz şey bu.

Bizim de yapmaya çalıştığımız bu yalan fabrikasının karşısında, bir tür gerçek fabrikası gibi çalışmak. Başka gerçekler olduğunu gösterebilmek. İnsanların kendilerini ifadesi için kanallar açmak. WikiLeaks biraz daha, bu manada pasif bir şey yapıyor. Yani sadece gösteriyor, başka bir şeyle uğraşmıyor. Yani dünyayı değiştirmek isteyenlerin çabalarının yansıdığı bir ayna değil. Ama bizzat kendisi, bu değişim için bir odak. O nedenle, hem aramızda ortaklık var, hem de bizim işlevlerimiz farklı. Biz daha yereliz, onlar daha dünya ölçeğindeler. Yaptıkları iş o açıdan bence çok uyarıcı.

Ben, mesela Türkiye solundaki kimi odakların bunun “Amerika’nın komplosu”, bir tür makinasyon diye anlatılmasını da, aslında emperyalizmin yenilebileceğine ve açığının bulunabileceğine dair bir derin inançsızlığın ürünü olduğunu düşünüyorum. Hem de aslında anlamamakla da ilgili. Bu, tıpkı kapitalizmin çelişkisini anlamamak gibi. Kapitalizm, kapitalizm olduğu için yıkılmak zorundadır, çünkü o bir iç çelişkiyle malûldür. Emperyalizm dediğimiz ya da Amerikan İmparatorluğu dediğimiz şey de, o kadar çok insanın rızasını alması gerekir ki ayakta durabilmek için, rıza eksildiği an, derhal açık vermeye başlar. Nitekim işte, bugün de iki tane er, girebildikleri yerden her şeyi toplayıp çıktılar; eğer bu ‘ateşi çalmak’ efsanesinin bir hakikati varsa, onlar da bir miktar ateşi çalıp getirdiler, bu kadar yani. O yüzden ben var bir ortaklık diye düşünüyorum ama, yine de şöyle diyeyim, ben internetin kendisinin bir politik örgütün maddi faaliyetinin yerine geçemeyeceğini düşünüyorum. Yani bir bilgi ve iletişim kaynağı olarak önemli ama, bu sıradan bir cep telefonu eline alan herkesin küçük bir medya patronu olmasına imkân verdiği için çok önemli. Mesela ben bu telefonla, bu siteyi her yerden yönetebilirim ve bunu barındırmak için bana çok fazla bir şey gerekmez. Üç gün çalışsam, bunun bir yıllık kirasını çıkartabilirim. Şimdi bu tabii her bir bireye, kendini sonsuzca ifade ve öteki bireylerle doğrudan ve açık bir temas imkânı sağlıyor, ki bu benim gençliğimde olmayan bir şey. Yani mesela internet olmasa, WikiLeaks olmazdı. Ama o zaman da dosyalar açıklanırdı hep…

Ben çok gençken, Haydar Tunçkanat diye bir tabi senatör, Amerikan belgelerini, devletin kasasından kendisine göründüğü kadarını alıp faş etti, ortaya çıkarttı. Ama bunu sadece biz bildik ve bir dönem bildik. Şimdi o belgelerin nerede olduğunu bulmak için sahafları dolaşmanız lazım, o kitaptan var mı, yok mu? Ama burada sonsuza kadar, yani eğer internet bir gün buhar olmazsa, sonsuza kadar duracak bu belgeler. Herkes, her yerden erişecek! Bu çok önemli… Çünkü o zaman benim dostlarımı sadece Türkiye’den bulmam gerekmiyor, Arap da olabilir, Meksikalı da olabilir, Eskimo da olabilir, böyle, başka bir dünya topluluğu pekala kurabilirim; bu çok önemli tabii, yepyeni bir şey.

Ben bizim kuşaktan, bunlara bazılarının aklının erdiğini, bazılarının da bu yönlü hiç düşünmediklerini, yani bu imkânları çok iyi idrak etmediklerini düşünüyorum. O yüzden onların gençleri anlamaları biraz da bununla ilgili. İşte, “Hani niye devrimcilik yapmıyorsun?”, belki de o aslında internet başında bir eylem haberleşmesini yapıyor o arada, onu bilmiyor yani…

Biraz evvel internetin politik örgütlenmenin yerine geçemeyeceğini söylediniz…

Geçemez!

…daha önceki soruya isnaden de, aynı zamanda kendi politik söyleminizi de yine bir parti içinde sürdüreceğinizi söyleyebilir miyiz?

Burada ben şimdi demode olabilirim. Ben hâlâ politik partinin bizim için gerektiğini; sıradan insanların parti görmedikçe siyaset algılamadıklarını görüyorum, anlıyorum. O yüzden bana vazgeçilmez ve anlamlı geliyor. Ama parti demek tabii, benim açımdan, köken anlamına dönersem, ‘kendini ötekilerden ayırmak’ demek. Zaten Arapçası da bunun ‘hizip’, ‘parça’ demek…

“Sosyalizm bir tek sözcüğe indirgenmiş olsaydı,
bu sözcük‘özgürlük’ olabilirdi…”

Biraz önce ‘devlet sadece yalan üreten bir kurum’ dediniz ama, partinin politik örgütlenmesini bu ‘yalan fabrikasının’ alanına girmeden nasıl yaşayabilir?

Biz zaten devletin istesek de içine almayacağı kesimleri olduğumuz için toplumun, zaten ondan uzağız. Ama eğer ‘davayı kazandıktan sonra, her şey değiştikten sonra ne olacak’sa soru, ben bu açıdan bizim 20. yüzyıl sosyalizmine sert bir eleştiri göndermemiz gerektiğini düşünüyorum. Çünkü, aslında bunu Lenin, ilk deney olduğu için Rusya’da, zaman zaman ifade etmeye çalışmıştı. Yani, işçilerin sendikaları ve partileri, onları kendi devletlerine karşı korumalıdır. Çünkü devlet bütün toplumun üstündedir, oysa parti sınıfa aittir, dolayısıyla sınıf kendini koruyacak araçlardan yoksun kalmamalıdır diyerek; “İşçi devletinde sendikaya ne gerek var?” diyenlere “Var” demişti. Hakikaten var, çünkü yöneten-yönetilen ilişkisi var. ikincisi işçi sınıfının birçok partisi olabilir ve olmalıdır da. Çünkü eğilim farklılıkları, fikir farklılıkları, sosyal, varlık farklılıkları var ve bunların kendilerini ifade etmeleri, olduğu gibi ortaya koymaları ve toplumu yönetmeye talip olmaları beklenir. Olmalıdır. Bu olmadığı zaman ne oluyor, işte eski sosyalizm yıkılırken gördük. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin içerisinden, beş tane burjuva partisi çıktı! Matruşka gibi, onun içinden o, onun içinden o çıktı. Çünkü hayat farklılıklar içermeksizin olamayacağı için, “Farklılık yok” dediğiniz zaman, hayat gene hükmünü icra eder, fakat bu kez kendini gizleyerek icra eder. O nedenle partinin hayatla bağı, her geçen gün azalır. Ben o yüzden, biz eğer yapacaksak, bir tane değil, birçok partimiz olmalı. Fikir ve ifade özgürlüğü, siyasi hakların hem sonsuzca gelişmesini istemeliyiz; hem de sadece siyasi örgütlerin değil, sosyal örgütlerin, mahalle komitelerinin, halk meclislerinin ya da sokak komitelerinin iktidarın paylaşması, onun bir parçası olması; aşağıdan yukarıya doğru her şeyi yeni baştan ve her gün kurması gerektiğini savunmalıyız. Bana bu mantıklı geliyor.

Çünkü sosyalizm bence aslında bir tek sözcüğe indirgenmiş olsaydı, bu sözcük ‘özgürlük’ olabilirdi. Niçin böyle olurdu? Çünkü aslında özgürlük dediğimiz şey, sadece katında bazı haklar elde etmek değil, çalışma mecburiyetinden de özgür olmak demek, eğer Marx’ı doğru anlıyorsak. Çünkü bizim eninde sonunda elde etmek istediğimiz şey, hayvanca ihtiyaçlarımızı gidermek uğruna zamanımızı geçirmek değil, kendimizi gerçekleştirmek. Bunun için de mümkün olduğu nispette maddi üretimi makinelere devredip, kendi öz varlığımızı geliştirebilmek için bütün faaliyetleri boş zamana aktarabilmek. Şimdi bu paradoksal ve kavraması nispeten zor bir şeydir ama, aslında bütün, çok eski özgürlük teorilerinde bile bunu görürsünüz. Yani, mühim olan üç kuruş için çalışmak değil, kendini tabiata adamak. Dönün bakın, Ortadoğu’da olsun, Avrupa’da olsun bütün özgürlük ütopyaları hep bunun üzerine kurulu. İnsanlığın ta en başından beri aklında olan bir şey. Mesala Farsça’da, Azerice’de ‘işçilik’ için, onlar ‘zahmetkeşlik’ diyor. Zahmet çekmekten kurtulmak aslında insanlığın bütün arzusu. O yüzden, boş zamanların boşa çıkması, ama çalışmanın bir ahlâki ilke haline gelmesi… Dolayısıyla, özgürlük en önemli şey. Bunun etrafına kurmadıkça, bunu birinci kalkış noktası olarak almadıkça, sağlıklı bir sonucu varılmaz. Ama tabii bu eski sosyalizmin başarısızlığı yanlış fikirlere sahip olmak, bir şeyi öne almak, ötekini arkaya almak değildi. Eşitsiz gelişmenin sonucuydu. Avrupa ve Amerika’dan devrimlerin eşlik etmemesiydi. Devrimi gerçekleştiren güçlerin, ‘önce memleketi kalkındırmak’ gibi, aslında çok daha önce kapitalizm tarafından yapılması gereken işleri yapmaya mecbur kalmış olmaları ve bunun hiçbir sonucundan da kaçınamamış olmalarıyla ilgiliydi.

Hani Engels bir yerde demişti ki (sanıyorum, “Fransa’da Köylü Savaşımları”nın önsözünde): “Devrimci bir parti için en trajik şey, aslında çıkarlarının savunucusu olmadığı kesimlerin başına geçmesidir.” Yani işçilerin, köylülerin başına geçmesi… Şimdi tabii buradan başlayınca trajedi, burada bitti! Ama bir şeyi de yaptı: Bütün dünyayı ürbanize etti. Şu an bir işçi sınıfı devriminden bahsedeceksek, dünyada sermayedar olmayan herkes işçi artık. Yani o yüzden, çok daha mümbit, verimli bir toprak var.

(Aslında ‘mahreme girer’ ama, bu notu düşmeliyiz, çünkü herhalde bizim için konuşmadaki en güzel yerlerden biriydi. Söyleşinin burasında Ertuğrul Kürkçü’nün telefonu çalıyor ve ‘demeç verdiğini’ söyledikten sonra, ondan şöyle bir şey duyuyoruz: “Ben artık kendimi gençliğe adadım!”)

Sosyalistlerin birden çok siyasi partisi olması gerektiğini söylediniz…

Olabilir. Olursa olsun!

“Bizim sosyalizm algımız, Stalin Dönemi
Sovyetler Birliği’nin kanalından besleniyor”

Türkiye’de sizce işçi sınıfının partisi olduğu iddiasını taşıyan partilerin birbirinden fazlaca ayrılması, sadece ‘politik’ sebeplerle mi oluyor? Yoksa partilerde bir rant ya da parti içi yönetim rekabeti mi oluşmaya başlıyor?

Şimdi tabii bizim sosyalist harekette bir rant olduğunu sanmıyorum. Bizim için sadece zahmet oluşuyor. Öte yandan, aslında çok sosyalist parti her yerde var. Kıyaslamamız gerekirse, Venezüella’da, Bolivya’da, öyle ya da böyle sol başarılar kazanmış yerlere baktığımız zaman koalisyonlara, içleri, Türkiye’den çok daha zengin meyvelerle dolu. Manav dükkanları gibi zengin, yeşilli, kırmızılı, sarılı tablolar görüyoruz. Avrupa’da da. Yunanistan’da bana sorarsanız, Türkiye’den çok daha fazla sol örgüt var. Rusya’da da öyle. Etrafımıza baktığımız zaman bunu görebilirsiniz. Suriye’de bile böyle olduğunu görmek mümkün.

O nedenle ben, bizdeki problemin ya da problem gibi görünen şeyin, politik örgüt çokluğu değil, bunların anlamlı bir ortaklık kurmadaki başarısızlık ya da beceriksizliğinde yattığını düşünüyorum. Çünkü Yunanistan’da anlamlı birlikler, ortaklıklar kurulabiliyor. Şimdi bu farklar… şimdi ben burada biraz şairane takılacağım, hani Aşık Veysel der ya, “Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa” diye. Ne kadar fikir, o kadar yapı olabilir. Bazen bu fikir çokluğunun sonuç alacağı hale gelmesi için, bir şemsiye altında toplanmak gerekebilir. Ama bunlar olacak, ben bunları problematik görmüyorum. Problematik olan, bu farklılıkların bir faaliyet haline getirilemeyişi. Burada tabii şey olabilir, sosyal köklerin zayıflığıyla ilgisi olabilir.

Mesela Türk-İş ve DİSK, başka bir alana geçelim. Bunlar iki tane sendika. İki tane sendika olduğu için bunlar, Türk-İş için yüz binlerce, DİSK için on binlerce işçinin çıkarlarıyla alakalı olduklarından, attıkları her adımda, o işçilere dönüp bakmaları, ona göre adım atmaları, onların çıkarlarıyla kendi sözleri arasında bir aidiyet kurmaları gerekiyor ve kitleleri öyle olduğu için, sözleri de kitlelerine şöyle ya da böyle benziyor. Mesela bu sendikaların genelde ulusalcı bir söylemle konuşması, aslında onların kitlelerin, önemli ölçüde ulusalcı eğilimler göstermesiyle ilgili. Eğer sendikacılık yapabilmeleri için ultra solcu olmaları gerekseydi, öyle olurlardı. Şimdi o yüzden onlarla temsil ettikleri kitle arasında, çok birebir bir bağ var. Öbür taraftan da baktığınız, Türkiye’de 8-9 milyon ücretli emekçi var, sendikalarda örgütlü olanların hepsi 500-600 bin tane ediyor; demek ki onların da büyük kitle ile arasında bir mesafe var. O yüzden, benim üzerinde durmak istediğim, asıl kafamızı yormamız gereken şey, bu çokluk ve çeşitlilikten ziyade, bu çokluk ve çeşitlilikten anlamlı bir faaliyet ortaklığı çıkartamayışımız. Çokluk oldu diye mutlaka anlamlı bir şey çıkmaz diye bir şey yok. Mesela Sovyetler Birliği’nde de devrim olduğunda üç parti, hatta dört parti koalisyondu ilk devrim hükümeti. İşte Bolşevikler, Enternasyonalist Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ve bazı küçük anarşist çevreler. Bunların ittifakından oluştu. Dünyanın en akılda kalan devrimi bir koalisyondu. Paris Komünü, Blanquistler’le Proudhoncular’ın koalisyonuna dayanıyordu; Birinci Enternasyonal taraftarları da küçük azınlık olarak varlardı, Masonlar ortaktı hükümete. Hep çokluk yasa benim gördüğüm kadarıyla, teklik değil.

Bizim sosyalizm algımız kısmen, Stalin Dönemi Sovyetler Birliği’nin kanalından besleniyor; yani kurallaştırmalarından besleniyor. Her ne kadar hepimiz desek de, “Biz öyle değiliz, biz Guevara’cıyız, şuyuz, buyuz”, bu tek parti fikri genel olarak çok yaygındı ve çoğulculuk anlayışımız zayıftı. Bunu besleyen bir gelenek de yok, mesela Avrupa’da bu hiç böyle anlatılamıyor. Avrupa’da hiçbir zaman tekçilik başarılı olamadı, çünkü Avrupa’nın siyasi geleneği hep çoğulcu olageldi. Biz biraz daha Asyalıyız, o yüzden biraz daha çabuk uyuyor; Ruslara, Çinlilere hızlı uyuyor. Fakat Türkiye çok karmaşıklaştı, eskisi gibi gitmez. Ben şöyle derim özetle:

Ne devrim yapmak için iyiyse,
ilke odur!

İlkeden devrim çıkmaz, devrimden ilke çıkar. Tabii bu ilkesizlik anlamına gelmez, elbette buna yaklaşırken bir metodumuz var. Ben mesela mensup olduğum hareketler içerisinde görüş ayrılığı çıktığında, hemen o görüş ayrılığını bir işe dönüştürmeye çalışıyorum. Buna uygun bir iş bulalım, işe yarasın yani fikir farkı; nitekim yaradığı da oluyor. Ama diyeceksiniz ki: “Çok mu başarılısın?” Değilim tabii ki, yani o kadar da gerçekten kopmuş bir halimiz yok. Ama şimdi bak konuşuyoruz işte, aynı yerde durup, ısrarla aynı şeyi yapmak istersen, bunun ne manaya geldiğini sormak isteyenlerin sayısı da artabilir. Bizim ömrü hayatımızda mutlaka görebileceğimiz bir şey olmayabilir ama, daha çok tarihle bir diyalog kurmamız gerekir…

Bize sorulan bir sorudan hareketle, 68’den bu yana toplumun ve gençliğin hareketine yakından bakmış biri olarak size bir soru sormak isteriz: “Yeni Toplumsal Genç Hareketler” başlıklı bir tez için, ‘interneti bir örgütlenme aracı olarak kullanan gençler’in hareket araçları inceleniyor. Siz kendi kuşağınızla bugüne baktığınız zaman, interneti söyledik, başka hangi yönteme sahip olmak isterdiniz, bugünkü gençlerin kullandığı yöntem ve araçlar içinde. Ve bağlantılı olarak, ne olsa, “Daha farklı olabilirdi” diyebilirsiniz?

İmkânlar ya da… Şimdi gene de her şey dönüp dolaşıyor aslında iletişime bağlanıyor, internet daha önemli. Şimdi ulaşımı düşünüyorum, o zaman da Türkiye’nin her yerine gidebiliyordunuz, daha uzun zamanda ama… Ben belki şöyle diyebilirim: O dönemin kitle hareketini bugüne tercüme etmek isterdim, bugünden oraya transfer etmek istediğim şey sınırlı. Belki şunu ekleyebilirim: Mesela şimdi toplum bilimlerinde, sosyolojide, politika bilimlerinde, tarihte, edebiyatta çok fazla yol kat edildi, çok bilgi var. Ben bugünün gençlerinin bizim çağımıza göre çok daha bilgili olduklarını; bilgi edinme açısından daha fazla imkâna sahip olduklarını ve daha çok bilgi üretildiğini görüyorum. Bugün Türkiyeli gençlerin yanında bizim dönemimiz cahil kalır açıkçası. Onlar daha çok Klâsikler’e yükleniyorlardı ama, özellikle ’68 sonrası dünyada çok fazla yenilik, dönüşüm oldu, yeni bilgi alanları ortaya çıktı ve bunlar dünyayı kavramak açısından çok fazla imkân sağladılar. Hani bunları geçmişe doğru aktarabilsek, ben bu bilgi yığınını aktarmayı isterdim doğrusu. Onun dışında çok fazla imrendiğim bir şey yok açıkçası.

“Eşcinselleri dışlayarak işçi sınıfının kendisini
var edebileceğini düşünmesi,
olsa olsa bir burjuva illüzyon olabilir”

Eşcinseller, oldukça haklı bir biçimde cinsel kimliklerini dillendirerek mücadeleye katılmak istiyor, politik partiler ise işçi sınıfı vurgusunun arkada kalmasından rahatsızlık duyuyorlar. Birlikte, bu öncelik yarıştırmasına düşmeden örgütlenebilmeleri nasıl bir yöntemle mümkün olabilir sizce?

Eşcinseller, işçi sınıfının bir parçası zaten. Ve işçi sınıfı partisi, bütün ezilenlerin sözcüsü olacak. Öyle olursa işçilerin de sözcüsü olunacak. Yoksa öbür türlü bugünkü dünya içinde kalacak, onun kıyıcığında bir mücadele sürdürecek… Yani hakikaten devrimci bir işçi partisinin bunu yapması gerekir, ki öte yandan, eşcinsel ya da transseksüel ya da lezbiyen, bu çeşitli kimliklerin hepsi, aslında çalışan insanlar. Bunlar toplumun en altındalar ve eğer çalışmıyorlarsa iş arıyorlar. İş bulamayanlarsa, seks işçiliği yapıyorlar. Hepsi aslında sonuçta, ezilen, sömürülen insanlar ve ben onları dışlayarak, işçi sınıfının kendisini var edebileceğini düşünmesi, olsa olsa bir burjuva illüzyon olabilir. Yani genel geçer, muhafazakâr ‘ahlâkın’ işçi sınıfı saflarında yeniden üremesidir bu, tabii ki işçiler bununla malûl olacaklardır. İslâmiyet’in egemen olduğu bir ülkede, homofobinin din emri sayıldığı bir yerde yaşadığımız için de bir sürü önyargı var ama, bence bu konuda eşcinseller daha kendi durumlarının yarattığı farkı, daha iyi bildikleri için bu ittifakları kurmanın yolları üzerine daha çok düşünüyorlar. Ben onlara fırsat vermemiz gerektiğini düşünüyorum.

“Devrimin olduğu her yerde homofobi son bulmuştur”

“Homofobik devrim istemiyoruz”, bu anlamda en güzel slogan, hatta taleplerden biri herhalde…

Olmaz zaten… Hem homofobik, hem devrim olmaz ki! Devrimin olduğu her yerde homofobi son bulmuştur. Devrim ne zaman yerine oturmaya, kendine göre bir düzen kurmaya, bunun için de eski toplumdan bazı şeyleri devralmaya başladı, o zaman homofobi de hortladı! İşte Rus Devrimi olduğunda çarlık yasalarıyla birlikte, homofobik yasalar da çöpe gitmişti. Ama işte kırın, taşranın, işçi sınıfının en geri kesimlerinin tasvibini aramaya başlayınca hükümet, tabii ki işte onları memnun edecek milli marşlar, homofobi yasakları, hepsi beraber yeniden çıktı ortaya. Ben, herkesin eğitildiğini düşünüyorum. Bakın bundan 40 sene önce, homofobiden ya da homoseksüellerin haklarından biz böyle konuşmazdık. Aramızda kimseyle böyle bir konuşma geçmezdi. Eski tabirle söylersek, ‘ibnelik olmazdı’ yani, ‘bizim aramızda’! ben mesela bunun devrimci hareketin de aslında bir parçası olduğunu 12 Eylül’de fark ettim. Milyonlarca insan birden hapishaneye girdi ve devrimci hareketin homoseksüelleri de halkın arasından geldi, hapishaneye girdi. Onlara eziyet edilsin mi, edilmesin mi? Gardiyanlar onlar eziyet ediyor, “Onlar bizim ya” dedik, biz onlara sahip çıktı, bitti! Yeni bir durum doğdu. Çünkü halk dediğin bin bir çeşit insandan oluşuyor, eğer homoseksüellik bir sosyal gerçeklikse, halkın ezilen tabakalarına doğru ulaştıkça onlarla temas etmek kaçınılmaz ve geldiler işte hepsi cezaevlerine. Biz orada gördük onları. İdareye kafa tutma konusunda kimseden de aşağı kalır yanları yoktu, daha çabuk tırsan sıkı devrimciler vardı. O yüzden bunlar, bilmediğimiz şeyler değil. Daha doğrusu bilmediğimiz, öğrendiğimiz ve unutmamamız gereken şeyler. Birazcık unutmaya eğilimli oluyor insanlar, ama ben şimdi bakıyorum mesela, sol içinde hemen hemen bütün politik hareketler bu konuda bazı tutumlara sahipler: Cins ayrımcılığı, homofobi, nefret söylemi vs. konusunda daha uyanık davranıyor herkes. 40 yılda Türkiye bu bakımdan da az yol kat etmedi. Düşünün mesela, Aile ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanı, homofobik ve seksist şeyler söylediğinde derhal laf işitiyor. Eskiden kimsenin aklına gelmezdi bile, bunda bir yanlışlık olacağı! Hatta, “Niye buna kaldı, keşke biz yapsaydık, sözü niye buna kaptırdık?” diye hayıflanabilirdik yani…

Şimdi benim tabii şunu söylemem lazım: Ben görmedim hiç, 18 yaşındayken. Bizim aramızda, bu dışlanan kesimlere karşı bir özel baskı falan… Fakat, aramızda bir duvar vardı. Zaten onlar da duvarın bu tarafına geçmiyorlardı, biz de öbür tarafına bakmıyorduk. Şimdi daha geçirgen siyasi hareket. Bir de tabii, onlar da kendilerini ortaya koymada eskiye göre daha atılganlar. Yani sonuçta, etkili ve güçlü bir zihni donanıma sahip bir işçi partisi, onları içermenin yolunu bulur. ÖDP mesela, güçlü olduğu zamanda bunu içermeyi başarmıştı, çok da iç gerilimler yaşanmadan kabullenildi gitti. Fakat tabii şey oluyordu: Nispeten daha tutucu, muhafazakâr, “Aman bunları kimse duymasın” falan diye gidiyorlardı geldikleri yerlere ama, hayat yürüyordu.

Bazen Kürtlerin içinde de aynı durum ufak-tefek söz konusu olabiliyordu, ama onlar da artık tamamen içselleştirmeye başlıyorlar…

Başlayacaklar… Ayrıca, ben bakıyorum onların Türkiye ve Avrupa’da çıkan yayınlarında, bu konuda açık bir düşünce alışverişi var yani. İyi bir şey.

Bir de, yine ’68 kuşağıyla bugün arasında belki de en net ayrımlardan biri daha… Biri eşcinsellerdi, onların harekete katılımı çok önemliydi, geçmişte yoktu bu; bir de herhalde 68’de kimsenin aklına “Dur ben askere gitmeyeyim” diye bir şey gelmiyordu herhalde değil mi? Vicdani Ret hareketinin bugünkü sosyalizme katkısı nedir sizce?

Askerden kaçmayı seçiyordu insanlar. ‘Vicdani Ret’, o gün konuşulan bir şey değildi, doğru. Fakat askere gitmemek, askerden kaçmak; asker kaçağına sempati duymak yaygındı. Ne diyeyim, ‘pasif vicdani ret’ diyeyim. Ama solda askerden kaçmak, aşağılanan bir tavır değildi.

“Türkiye’deki homofobik bütün eğilimlerin içerisinde,
dinin de zaten bunu yasakladığı,
dine de aykırı olduğu vurgusu var”

Sovyetler Birliği’nde devrimden bir süre sonra homofobinin yeniden hortladığını ve eski alışkanlıkların yeniden yaygınlık kazanmaya başladığını kazandığını söylediniz, bu anlamda acaba, dinle de bunun bir alakası var mı?

Var tabii… Ama bence, Sovyetler Birliği’nde dinin bir etkisi olmamıştır; çünkü genel olarak Müslümanlık olsun, Hıristiyanlık olsun; muhalif iktidar odakları olarak devre dışı bırakıldı. Fakat, buralardan kitlelerin zihnine yerleşmiş olan muhafazakâr zihniyete bence prim verildi. Geri bilince prim verildi. Bunun içinde, bu tür dinden edilmiş önyargılar da olabilir ama, hiçbir zaman bu Hıristiyanlığa aykırıdır diye yapılmadı. “Eşcinsellik hastalıktır, insanı ruhsal olarak bozan, eksilten bir şeydir; biz yeni bir insan yaratmak istiyoruz, yeni insanın içinde homoseksüellik olamaz.” İnsanlık hakkında böyle bir kendinden menkul bir fikirden kaynaklanıyordu. Şimdi, Türkiye’de düşünelim: Türkiye’deki homofobik bütün eğilimlerin içerisinde, dinin de zaten bunu yasakladığı, dine de aykırı olduğu vurgusu var. Hatırlarsınız, bir barmen cinayeti olmuştu. Gay bir barmen sırtına ‘Allah’ yazdırmış dövmeyle, bu mesela onun öldürülmesi için bir gerekçe. Nasıl olabilir yani bir gay sırtına ‘Allah’ yazdırıyor, ne demek falan filan…

Şimdi tabii bu Türkiye’deki İslamiyet’in, İslam inancında içkin olan homofobinin payı çok. Fakat öte yandan, Şark’ta özellikle erkek eşcinselliği çok yaygın olan bir şey; dolayısıyla bu şizofrenik, ikili, riyakâr bir hayata da yol açıyor. Aktif homoseksüellik erkekler arasında o kadar utanç kaynağı değil, diğeri… Ama zaten onun olabilmesi için, ötekinin de olması lazım ve bunun ne zaman, ne halde olduğunu da hiçbir zaman öngöremeyeceğimiz için, bunlar arkasına sığınılan perdeler… Ama kültürde bu da var, o da var, yani çok paradoksal…

Devlet için genelde daha büyük bir sorun olan da, erkek eşcinselliğidir zaten…

E tabii, tabii. Çünkü erkek değerleri üzerine kurulduğu zaten her şey, kadın zaten söz konusu olmadığı için, dolayısıyla olsa da olur, olmasa da olur diye bakılıyor. Gerçi bu benim en iyi bildiğim konu değil ama, aşağı-yukarı sezdiğim, görebildiğim bunlar… Bu bahisler aslında daha derin çalışmayı gerektiren konular. Eşcinsellerin ya da farklı cinsel yönelimlerin politikaya dahil oldukları yerde tabii bu konuda daha fazla aydınlanma oluyor. Onun olmadığı yerde işte yukarıdan, dışarıdan konuşuyoruz…

Hrant Dink Davası bağlamında şöyle bir manzara var: Devlet eskiden bazı şeyleri reddederdi, ama şimdi Başbakanlık raporlarından Emniyet Müdürlüğü’ne, Cumhurbaşkanlığı’na dek cinayetin ihmallerini kabul eden açıklamalar, itiraf niteliğinde belgeler yayınlanıyor. Sonuç almada değişen bir şey yok, ama bir dolu bilgiyle daha çaresizce adalet uman insanlar var. Geçmişteki reddeden devletten farklı olarak, bütün bu bilgileri bizzat dolaşıma sokan tarafta durmak da devletin bir yöntemi olabilir mi?

Şimdi, ifade özgürlüğünün sınırları ne kadar genişse, o kadar çok bilginin ortada gezmesi kaçınılmaz.  Tabii bütün bunların ayıklanması, organize edilmesi ve bunlardan bileşik bir bilgiye varılması uzun iş, bunu herkesin yapması söz konusu olmayabilir. O yüzden bu bilgi çokluğu, bilgi bolluğu, sınırsız bilgi akışı, bunları proses etmek için donatılmış olmayan insanların kafasını karıştırabilir; ama bence bunun çokluğundan yakınmamamız, bunları değerlendirecek şekilde davranmamız, bu bilgilerden bir sonuca, bir fikre varmak için çaba göstermemiz daha yerinde olur.

Ama eskiden reddeden bugün kabul ediyor ve sonuç yine değişmiyor…

Şimdi tabii bu biraz daha iktidar ilişkileriyle ilgili. Cumhurbaşkanı, Başbakan bunu kabul ederken; onlar Hrant Dink cinayetinde payı bulunan Ergenekoncu hasımlarının bir yumuşak karnı olduğunu bildikleri için bu konuda, yüksek perdeden konuşuyorlar. Fakat, hiçbir zaman Ergenekon cephesiyle göğüs göğse bir muhabereyi de göze almadıkları için, sonuç alıcı davranışlarda bulunmuyorlar. Çünkü Emniyet Teşkilâtı’nı baştan sonra yıkıp, yeniden kurmadan Hrant Dink cinayetinin bir semptomu olduğu, muazzam kural dışı işleyen bir mekanizmayla başa çıkmak imkânsız. O yüzden bu vahşi gücü kendi yedeğine alarak, onu götürmeye çalışıyor. Çünkü bu çok devrimci bir şeyler gerektirir, yani onların öyle bir sorunu yok. O kadar çok altüstlükle uğraşamazlar. Bir noktada oraya değil, buraya hizmet etmesi için teşkilatın, yeniden örgütleniyorlar. Benim gördüğüm bu. Makine de yürümeye devam ediyor.

İkincisi, tabii Avrupa Birliği üyeliği dolayısıyla uymaya zorunlu oldukları ve başkaları tarafından denetlenen kriterlerin basıncı var. Bu basınçlar dolayısıyla da, bazı şeyleri hiç olmazsa yapar görünmeleri gerekiyor, bazı şeyleri de yapıyorlar. Gereksiz baş ağrısı niçin olsun! Çünkü Ermeni cemaatiyle Türkiye’de uzlaşmak onlar için, Kafkasya’da ya da ABD’de anlamlı, olumlu sonuçlar doğuruyor. O yüzden 50 bin Ermeni tehdit değil Türkiye’de diye düşünüyorlar. Bazı fedakârlıklar yapabiliriz; bazı anti-Hıristiyan, anti-Ermeni söylemlere göğüs gerebiliriz, ama sonuçta biz orta vadede kazanırız. Ermenistan’la ticaret yaparız, Amerika’daki Ermeni lobisiyle aramızı düzeltiriz vesaire… Böyle yaklaştıkları için de, bazı sözleri etmekte fayda görüyorlar. Yani bu sözler sadece ve daima bize söylenmiyor, bu sözün arşive girmesi istendiği için de söyleniyor. Ondan sonra bir uluslararası toplantıya gidince de, “Bakın biz böyle bir tavır aldık, Heybeliada’daki yetimhanenin tapusunu verdik” diyor. Tabii bundan aslında yetimhanenin asıl sahipleri de kazanıyor, iyi işte yani onlar da kazanmış olsunlar tabii ama, çok küçük kazançlar bunlar…

Biraz önce, “Farklılıkların nasıl faaliyete dönüştüğünüzü önemsiyorum” dediniz… Ayrıca, Ömer Laçiner’in, ‘Sosyalizmin yeniden tanımlanması’na dair yazdığı yazıdan sonra NTV’de katıldığınız Oğuz Haksever’in programında, “Ömer, ‘Evet’ cephesiyle gideceğini söylemesine rağmen, biz burada bir araya geldik, bundan bir şek çıkarmaya bakmalıyız” demiştiniz. Bundan şunu anlayabilir miyiz: ‘Sosyalizmin yeniden tanımlanmasını’ önemsiyorsunuz…

Tabii ki, tabii ki… Yani bunu yapmazsak, niçin yıkıldığını asla açıklayamayız. Ve bize bu soruyu bize halk soruyor zaten. İnsanlar idraksiz ya da şuursuz değiller ki. “Peki senin sosyalizminin yıkılmayacağını nereden bilelim?” Şimdi, buna bir cevabınızın olması lazım. Ya da demelisiniz ki: “Ya biz yaparız, o yıkılır, yine yaparız.” Şimdi bu kimseyi kesmez! Ya da demelisiniz ki: “Yıkıldı fakat, şundan…” Ve akla yakın bir perspektifinizin olması lazım. Dolayısıyla, bu tanıma tabii ki ihtiyaç var bence. Fakat şunu da söyleyeyim, ilk söylediğime dönerek: Şimdi bu çok paradoksal bir şey, tıpkı bu İndeterminizm ilkesi gibi… Hani, maddenin ne kadar küçük parçasını gözlemeye yaklaşırsanız, o kadar gözleyemez olursunuz, çünkü gözlem de onu değiştiriyor. Bu nedenle devrimi bilmek için, onu yakmanız lazım. Ama yakmaya başladıkça, aslında bilmediğiniz bir şeyi yakıyorsunuz; oradan yeni bilgi çıkartmanızla hatta… Ama zaten tarih böyle ilerliyor. Mesela Kübalılar, Meksika’dan bir bota binip Küba sahillerine çıktıkları zaman, onların aklındaki şey değildi. Onların bilgisi, onları yeniden Moncada Kışlası’na götürüyordu; gene gidip kışlayı basacaklardı, gene silahları alacaklardı. Tuzağa düştüler, dağa çıktılar! Çoğu öldü, 12 kişi kaldı. O 12 kişi orada, zaten kendilerinden önce dağa çıkmış köylüleri görünce, bir köylü ordusu kurma fikrini orada edindiler. Çünkü onların aklındaki orijinal hedefleri oydu. Şimdi bir devrimin bilgisi, bizzat devrim yapan halkın içinde yaşarken, onunla birlikte mücadele ederken edinildi. Onların bence bütün kabiliyeti, bütün parlaklığı, “Ya madem devrim başlamış, ne iddia edeceğiz, işte buna katılalım!” demelerinden bence geliyor. Mesela Ekim Devrimi’ne de baktığınız zaman, soyutladığınız zaman gördüğümüz şey ne: Bolşevik Partisi işçilerin önüne düşecek, devrim yapacak! Ama işçiler Sovyetleri kurup, Bolşevik Partisi’nin önüne düşünce, Lenin mesela ikiletmedi, “Tamam öyle yapılsın diyorlarsa, öyle yapalım” dedi. Doktrinlerle ısrar ettiler, “Olmaz” dediler, “Sovyet ne”, bilmem ne… ama oldu! Öyle oldu. O nedenle, bütün bu bilgilerin hepsi, devrimden çıktı. Devrimden önce kimse bilmiyordu, Sovyet diye bir şey kurulur, işçi meclisi kurulur, burada karar alınır, devrim yapılır diye… İnsanların bildiği sadece bir devrimi yapmanın mümkün olduğuydu. Bence bu bilgi yeterli!  
                                                                                   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder