Emre'ye birlikte Bianet'e gittiğimizde Ertuğrul Kürkçü için biraz beklememizi rica ettiler. Hani beklerken insanın gözü televizyona kayar ya biz de öyle yapınca bir baktık Kürkçü CNNtürk'te konuşuyor. Taksim stüdyosundaymış ve soruları yanıtlıyor. Oradan çıkıp bizimle röportaja gelmişti ve kendisini akşam 19.30'da kadar tutmuştuk.
Soruların yarısı benden, yarısı da Emre'den.. Kimin neyi sorduğunu tam olarak hatırlamıyorum; ama "homofobik devrim istemiyoruz" sorusu benim aklıma gelmezdi.
Bianet'ten çıktıktan sonra yaptığımız muhabbeti de saklayabilsem keşke..
Biz biraz önce CNN Türk muhabirinin sorduğuna
benzer bir soruyla giriş tasarlamıştık ama, bunu şuraya doğru çekerek, daha
şahsi ve samimi bir yerden soralım: Siz Mahir Çayan geleneğinden gelen
birisiniz ve bunu özellikle belirtiyorsunuz. Acaba bunu bir tür vefa duygusuyla
mı, yoksa o geleneğin tonlarını hâlâ taşıdığınız için mi söylüyorsunuz? Ve
tabii, aynı gelenekten gelenler de bugün sizinle aynı yerde mi?
Birincisi, gelenek dediğiniz zaman tam olarak
gözünüzün önüne ne geldiğini bilmiyorum ama, silahlı mücadeleden ibaret gibi
algılanıyorsa, bu çok doğru değil, çünkü silahlı mücadele bizim geleneğin
görünenlerinden bir tanesi ve bir dönemi… Yoksa bugün mesela aynı geleneği
izleyenler, başka yollar da kullanıyorlar. İkincisi, bu sadece siyasi
mücadeleden de ibaret değil. Kültürel bir bağlamı var, toplumsal bir bağlamı
var, yerel bir bağlamı var. bütün bunlar açısından baktığımızda, bizim
açımızdan en önemli olan şey, silahlı mücadeleden çok, silahlı mücadeleyi de
içeren, kendi sağından kopma iradesi. Çünkü, bu gelenek ortaya çıkıp biraz bir
fizyonomi edininceye kadar, Türkiye’de sol siyasetin denklemi şöyle bir şeydi:
Sermayeye itiraz edersin, fakat, devletin soluna yaslanırsın! Türkiye İşçi
Partisi için de bu, Ecevit’in Cumhuriyet Halk Partisi için de bu, belirip
sönüvermiş kimi irili ufaklı partiler için de bu. Hatta bizim içinden çıktığımız
Milli Demokratik Devrim geleneği için de bu. Lenin’in ve Marx’ın “Burjuva
hakimiyeti, onun devletinin zor aygıtının parçalanmasını gerektirir. Ancak
bunun yerine bir işçi iktidarı kurulabilir” varsayımını sürekli ikinci üçüncü
planda tutan, hatta yok kabul etmeye dayalı bir yaklaşım sürdürüyordu. Bence
bizim geleneğin en önemli damarı bu. İkincisi, Türkiye sosyalist hareketinde
çok yaygın olan Türkiye kapitalizminin gelişme düzeyini nispeten çok geri bir
düzey olarak görüp, Türkiye’deki devrimci meseleyi, “yabancı hakimiyetine son
vermek, ama milli sermayeyle ittifak etmek” olarak kurdukları devrim denklemini
de biz karşımıza aldık. Çünkü “milli” ya da “yabancı” diye iki ayrı sermaye
düsturu olmadığı, bunların bir küresel bir birlik oluşturduğu, dolayısıyla kapitalizmle
mücadelenin emperyalizmle mücadeleden ayrılamayacağı ya da emperyalizmin (bizim
tabirimizle) bir içsel dinamik olduğu meselesi, dönemin analizine bağlı bir
meseleydi. Bugün de aslında bu analiz, daha da kuvvet kazanarak sürüyor. O
nedenle ben yaşayan bir şeyden söz ettiğimi düşünüyorum. Şimdi, bunu herkes
takip ediyor mu? Bu bata çıka giden bir durum. Mesela, 80 öncesine bakacak
olursanız çok takipçisi vardı Mahir Çayan’ın, işte Devrimci Yol geleneğinin,
Sol Kurtuluş, Halkın Devrimci Öncüleri, Eylem Birliği, daha da sayabilirsiniz,
hepsi projenin ya da teorinin bir yanını ötekine göre öne çıkartan
yaklaşımlardı. Bugün bunların bir bölümü yenildi, bir bölümü tasfiye oldu.
Türkiye çok değişti. Toplumsal durum, demografik durum, ekonomik durum, bölgesel
durum, Kürt özgürlük hareketinin açtığı kanallar… bunların hepsi bize yeni bir
iklim çıkartıyor, önemli olan bence bu prensibi ve bunu nasıl sürdüreceğimiz
meselesi. İşin aslını isterseniz, bu anlamda rakibimiz de çoktur. Çünkü
Abdullah Öcalan’a sorarsanız, o da cephe geleneğinin takipçisi olduğunu söyler.
Dolayısıyla, böyle baktığınızda bir kaleydoskop gibi, bin bir görünüm
içerisinde durmaksızın giden bir damar var. ama kabul etmek gerekir ki bu hem
tek damar değil, hem de tek devrimci damar değil; başka devrimci damarlar da
var. o nedenle ben, hani “Bunu takip ediyoruz” derken, bu iki ekseni çok
önemsiyorum. Bunları sürdürdüğümü düşünüyorum. Ben herhangi bir görünümüne
indirgemiyorum. Daha doğrusu, bunlara can veren, fikri arka planı önemsiyorum. Bunların
ne biçime bürüneceği konusunda bir rezerv olamaz ve bunlardan hiçbiri bugün,
geçersiz kabul edilemez. Ama neyin gerektiğine dair analizi hem konjonktürel
durum, hem program tartışması içerisinden, her gün yeniden çıkartmak gerekiyor.
“Yumurta her zaman işe yarıyor!”
Mesela bugün CNN Türk’e çağırdılar sizi, Ankara
Üniversitesi’nde atılan yumurtadan dolayı. Siz bu anlattıklarınızı, ’68
kuşağıyla birlikte sizin yaptıklarınızın bir kazanımı olarak görüyor musunuz?
Ben programda söylemeye de çalıştım: Ben bunun mesela
68’in bir replikası olduğunu düşünmüyorum. İki sebeple düşünmüyorum. İki
sebeple düşünmüyorum: Birincisi, üniversite-toplum ilişkileri bugün tamamen
farklılaşmış durumda. İkincisi, öğrencilerin beslenme kaynakları tamamen yerel
ve tarihsel değil. Aslında internet, televizyon, 3G teknolojisi içerisinden
akıp giden enformasyon ve başka her şey… Baktıkları zaman, onlar kendilerini
besleyen pek çok kaynak buluyorlar. Bunların içerisinden bazıları her zaman ve
her yerden işe yarıyor: Mesela yumurta! Şimdi bu Türkiye’nin geçmişinde o kadar
yok ama, aslında var. Ben hatırlıyorum mesela, biz Robert Commer’in Odtü’yü
ziyareti sırasında ya da havaalanına gittiğimizde, yumurta atmıştık; sonra
arabasını da yaktık. Henüz mesela kimse elçi arabası yakmıyor ama, günün
birinde yakılmaz diye bir şey de yok. Yakılırsa da, yakışmış oluyor işte netice
olarak… O yüzden, ben böyle izdüşümler aramanın doğru olmadığını düşünüyorum.
Hani Marx’ın bir sözü var, der ki: “Eski kuşakların gölgesi bir kâbus gibi
bugünün üzerine düşer ve ölüler yaşayanları kovalar her zaman.” Ben bu kâbusu
kimseye yaşatmaya hakkımız olmadığını; sabahtan akşama kadar kafalarına kakıp,
“Biz sizden daha devrimciydik!” diye, 60 yaşında, artık bir ayağı çukurda
insanların bu kadar çok konuşmalarını doğru bulmadığımı söylemeliyim. Çünkü,
aslında evet, 1960’larda bu insanlar hakikaten dedikleri gibi yaşamışlardı. Ama
Türkiye’nin bugününü de onlar meydana getirdiler, yaptıkları ve
yapamadıklarıyla. Şimdi dolayısıyla dönüp, kendi çocuklarını devrimden,
yangından mal kaçırır gibi kaçırdıktan sonra, “Aaa, ya bu kuşak nasıl böyle?”
diye konuşmaları bana çok şizofrenik geliyor. Ben o yüzden bugün gençlerin iki
tane işi birden çözdüklerini düşünüyorum. Yani hem düzenin baskıları, bütün
zihinçelen etkilerle başa çıkmak, hem de anne babalarını kırmadan, yani onları
da kırıp dökmeden; aslında onların bilmediği gibi bir devrimciliğin mümkün
olduğunu onlara anlatmaya çalışmak… Çünkü bu, Türkiye’deki ulusalcı cereyan
dediğimiz şey, esas olarak ’68 kuşağının bugününden besleniyor. 60 yaşındaki
insanların seçimlerine bakın, hepsi Cumhuriyet Halk Partisi’ne oy veriyorlar.
Bizim gibi sosyalist hareketlere emek veren, orada gençlerle buluşan insanlar
değiller. Çünkü yaşlılarla zaten buluşamıyoruz, ama zaten buluşsak da huzurevi
gibi; bu kadar çok ihtiyarla devrimci bir hareket olmaz yani. O nedenle, ben bu
kuşak kıyaslamaları, bu “Bizim kuşak sizin kuşağa basar!” palavralarını ben hiç
akla yakın bulmam, cesaret verici de bulmam. Çünkü ben daha gençken buna, Mihri
Belliler’in kuşağının “Öyle olmaz, böyle olur”larına isyan etmiş ve aslında
onların dediği gibi olmadığını görmüş birisi olarak; bugün bana, “Senin dediğin
gibi olmaz” diyenleri dinlemek istiyorum ve onlara ‘apolitik’ diyerek işi
bitirmek, bana, kolayıma gelen bir şey olarak görünüyor. Ve dinleyince aslında
kimi itirazların, bazı şeylerin niye yapılmayacağının anlamı olduğunu
düşünüyorsun. Mesela bizim kuşak bile car car car konuşuyor, işte “Öyle
kahramandık, şöyle kahramandık” diye; iyi ama, bizim içimizden 10-15 tanesi
hayatını kaybetti, geri kalanı hayatına devam etti. Mühendis oldu, o oldu, bu
oldu falan… Şimdi çocuklardan niye hayatlarını feda etmediklerini soranlar,
kendileri de etmemişlerdi veya edememişlerdi. Onları gelip bulmamıştı
kurşunlar. Şimdi bu çok kötü bir açıklama, kötü bir ilişki. Ben böyle bir
ilişki kurulamaz diye düşünüyorum. O nedenle, şöyle diyebilirim: Sadece
evrensel olan ve her dönem kendisini ima edebilecek olan dinamiklere işaret
etmekle yetinebilirim. Onun dışında ne yapılacağı hakkında sadece politik
bağlamda, bir program tartışma içerisinde; bir politik hareketin bağlamı
içerisinde konuşabilirim. Onun dışındaki hariçten gazel okumalar bana manasız
geliyor. Bunları ne dinliyorum, ne kimsenin dinlemesini beklerim.
Gençlerin kullandığı araçların değiştiğini söylerken
interneti örnek verdiniz, biz de internette yazıyoruz ve siz de yazdıklarınızda
belirttiğiniz üzere WikiLeaks gelişmelerine büyük önem veriyorsunuz. Biz buraya
gelmeden önce kendi aramızda da konuşuyorduk, özellikle WikiLeaks belgelerinin
küresel ekonomik kriz, Avrupa’daki işçi ve öğrenci hareketlerine denk gelmesi
ve Türkiye’deki siyasi liderlerin de bunlara karşı açıklamalarından sonra,
aslında siz de WikiLeaks’le Bianet arasında bağ görüyor musunuz? Aynı şeyi
yapıyor muyuz onlarla?
Şimdi şöyle bir bağ var tabii: Bu çünkü
yaptırılmayanı, yapılamayacağı söyleneni yapma iddiası. Bu aslında genel olarak
sermaye ve devletin hakimiyet alanı dışında iş yapmaya çalışanların, hepsinin
bir ortak tarafı. Ama birbirlerinden tamamen ayrı istikametlere gidebilirler.
Benim bu konuda da, yani WikiLeaks’in yayıncılarında da gördüğüm en önemli
özellik, hakimiyetin üzerine bina edildiği yalanları açığa çıkartmak ve
insanların bu hakikati görmelerine yardımcı olmak. Onları kurtarmak falan filan
değil. İnsanların doğru bir fikir edinebilmeleri için onlara kaynak sunmak. Ve
Assange’ın ve diğerlerinin bunun için de çok büyük, mesela dağa çıkan bir insan
kadar büyük bir risk aldıklarını görebileceğimizi düşünüyorum. Çünkü bu,
ABD’nin bütün askeri gücünü, devletin bütün aygıtını, çırılçıplak halkların
önüne koyuyor. Koyabildiği kadar; hani diyelim ki önündeki incir yaprağını
düşürdü, daha geri kalan taraflarını görmedik ama, hani görünen kadarıyla
insanlar ne düşünüyorlar: Devlet, başkasının arkasından dolap çeviren ve
söylediğine asla inanılmayacak olan bir yalan fabrikasıdır. Yani bu belgelere
baktığımız zaman gördüğümüz şey bu.
Bizim de yapmaya çalıştığımız bu yalan fabrikasının
karşısında, bir tür gerçek fabrikası gibi çalışmak. Başka gerçekler olduğunu
gösterebilmek. İnsanların kendilerini ifadesi için kanallar açmak. WikiLeaks
biraz daha, bu manada pasif bir şey yapıyor. Yani sadece gösteriyor, başka bir
şeyle uğraşmıyor. Yani dünyayı değiştirmek isteyenlerin çabalarının yansıdığı
bir ayna değil. Ama bizzat kendisi, bu değişim için bir odak. O nedenle, hem
aramızda ortaklık var, hem de bizim işlevlerimiz farklı. Biz daha yereliz,
onlar daha dünya ölçeğindeler. Yaptıkları iş o açıdan bence çok uyarıcı.
Ben, mesela Türkiye solundaki kimi odakların bunun
“Amerika’nın komplosu”, bir tür makinasyon diye anlatılmasını da, aslında
emperyalizmin yenilebileceğine ve açığının bulunabileceğine dair bir derin
inançsızlığın ürünü olduğunu düşünüyorum. Hem de aslında anlamamakla da ilgili.
Bu, tıpkı kapitalizmin çelişkisini anlamamak gibi. Kapitalizm, kapitalizm
olduğu için yıkılmak zorundadır, çünkü o bir iç çelişkiyle malûldür.
Emperyalizm dediğimiz ya da Amerikan İmparatorluğu dediğimiz şey de, o kadar
çok insanın rızasını alması gerekir ki ayakta durabilmek için, rıza eksildiği
an, derhal açık vermeye başlar. Nitekim işte, bugün de iki tane er,
girebildikleri yerden her şeyi toplayıp çıktılar; eğer bu ‘ateşi çalmak’
efsanesinin bir hakikati varsa, onlar da bir miktar ateşi çalıp getirdiler, bu
kadar yani. O yüzden ben var bir ortaklık diye düşünüyorum ama, yine de şöyle
diyeyim, ben internetin kendisinin bir politik örgütün maddi faaliyetinin
yerine geçemeyeceğini düşünüyorum. Yani bir bilgi ve iletişim kaynağı olarak
önemli ama, bu sıradan bir cep telefonu eline alan herkesin küçük bir medya
patronu olmasına imkân verdiği için çok önemli. Mesela ben bu telefonla, bu
siteyi her yerden yönetebilirim ve bunu barındırmak için bana çok fazla bir şey
gerekmez. Üç gün çalışsam, bunun bir yıllık kirasını çıkartabilirim. Şimdi bu
tabii her bir bireye, kendini sonsuzca ifade ve öteki bireylerle doğrudan ve
açık bir temas imkânı sağlıyor, ki bu benim gençliğimde olmayan bir şey. Yani
mesela internet olmasa, WikiLeaks olmazdı. Ama o zaman da dosyalar açıklanırdı
hep…
Ben çok gençken, Haydar Tunçkanat diye bir tabi
senatör, Amerikan belgelerini, devletin kasasından kendisine göründüğü kadarını
alıp faş etti, ortaya çıkarttı. Ama bunu sadece biz bildik ve bir dönem bildik.
Şimdi o belgelerin nerede olduğunu bulmak için sahafları dolaşmanız lazım, o
kitaptan var mı, yok mu? Ama burada sonsuza kadar, yani eğer internet bir gün
buhar olmazsa, sonsuza kadar duracak bu belgeler. Herkes, her yerden erişecek!
Bu çok önemli… Çünkü o zaman benim dostlarımı sadece Türkiye’den bulmam
gerekmiyor, Arap da olabilir, Meksikalı da olabilir, Eskimo da olabilir, böyle,
başka bir dünya topluluğu pekala kurabilirim; bu çok önemli tabii, yepyeni bir
şey.
Ben bizim kuşaktan, bunlara bazılarının aklının
erdiğini, bazılarının da bu yönlü hiç düşünmediklerini, yani bu imkânları çok
iyi idrak etmediklerini düşünüyorum. O yüzden onların gençleri anlamaları biraz
da bununla ilgili. İşte, “Hani niye devrimcilik yapmıyorsun?”, belki de o
aslında internet başında bir eylem haberleşmesini yapıyor o arada, onu bilmiyor
yani…
Biraz evvel internetin politik örgütlenmenin yerine
geçemeyeceğini söylediniz…
Geçemez!
…daha önceki soruya isnaden de, aynı zamanda kendi
politik söyleminizi de yine bir parti içinde sürdüreceğinizi söyleyebilir
miyiz?
Burada ben şimdi demode olabilirim. Ben hâlâ politik
partinin bizim için gerektiğini; sıradan insanların parti görmedikçe siyaset
algılamadıklarını görüyorum, anlıyorum. O yüzden bana vazgeçilmez ve anlamlı
geliyor. Ama parti demek tabii, benim açımdan, köken anlamına dönersem,
‘kendini ötekilerden ayırmak’ demek. Zaten Arapçası da bunun ‘hizip’, ‘parça’
demek…
“Sosyalizm bir tek sözcüğe
indirgenmiş olsaydı,
bu sözcük‘özgürlük’ olabilirdi…”
Biraz önce ‘devlet sadece yalan üreten bir kurum’
dediniz ama, partinin politik örgütlenmesini bu ‘yalan fabrikasının’ alanına
girmeden nasıl yaşayabilir?
Biz zaten devletin istesek de içine almayacağı
kesimleri olduğumuz için toplumun, zaten ondan uzağız. Ama eğer ‘davayı
kazandıktan sonra, her şey değiştikten sonra ne olacak’sa soru, ben bu açıdan
bizim 20. yüzyıl sosyalizmine sert bir eleştiri göndermemiz gerektiğini
düşünüyorum. Çünkü, aslında bunu Lenin, ilk deney olduğu için Rusya’da, zaman
zaman ifade etmeye çalışmıştı. Yani, işçilerin sendikaları ve partileri, onları
kendi devletlerine karşı korumalıdır. Çünkü devlet bütün toplumun üstündedir,
oysa parti sınıfa aittir, dolayısıyla sınıf kendini koruyacak araçlardan yoksun
kalmamalıdır diyerek; “İşçi devletinde sendikaya ne gerek var?” diyenlere “Var”
demişti. Hakikaten var, çünkü yöneten-yönetilen ilişkisi var. ikincisi işçi
sınıfının birçok partisi olabilir ve olmalıdır da. Çünkü eğilim farklılıkları,
fikir farklılıkları, sosyal, varlık farklılıkları var ve bunların kendilerini
ifade etmeleri, olduğu gibi ortaya koymaları ve toplumu yönetmeye talip
olmaları beklenir. Olmalıdır. Bu olmadığı zaman ne oluyor, işte eski sosyalizm
yıkılırken gördük. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin içerisinden, beş tane
burjuva partisi çıktı! Matruşka gibi, onun içinden o, onun içinden o çıktı.
Çünkü hayat farklılıklar içermeksizin olamayacağı için, “Farklılık yok”
dediğiniz zaman, hayat gene hükmünü icra eder, fakat bu kez kendini gizleyerek
icra eder. O nedenle partinin hayatla bağı, her geçen gün azalır. Ben o yüzden,
biz eğer yapacaksak, bir tane değil, birçok partimiz olmalı. Fikir ve ifade
özgürlüğü, siyasi hakların hem sonsuzca gelişmesini istemeliyiz; hem de sadece
siyasi örgütlerin değil, sosyal örgütlerin, mahalle komitelerinin, halk
meclislerinin ya da sokak komitelerinin iktidarın paylaşması, onun bir parçası
olması; aşağıdan yukarıya doğru her şeyi yeni baştan ve her gün kurması
gerektiğini savunmalıyız. Bana bu mantıklı geliyor.
Çünkü sosyalizm bence aslında bir tek sözcüğe
indirgenmiş olsaydı, bu sözcük ‘özgürlük’ olabilirdi. Niçin böyle olurdu? Çünkü
aslında özgürlük dediğimiz şey, sadece katında bazı haklar elde etmek değil,
çalışma mecburiyetinden de özgür olmak demek, eğer Marx’ı doğru anlıyorsak.
Çünkü bizim eninde sonunda elde etmek istediğimiz şey, hayvanca ihtiyaçlarımızı
gidermek uğruna zamanımızı geçirmek değil, kendimizi gerçekleştirmek. Bunun
için de mümkün olduğu nispette maddi üretimi makinelere devredip, kendi öz varlığımızı
geliştirebilmek için bütün faaliyetleri boş zamana aktarabilmek. Şimdi bu
paradoksal ve kavraması nispeten zor bir şeydir ama, aslında bütün, çok eski
özgürlük teorilerinde bile bunu görürsünüz. Yani, mühim olan üç kuruş için
çalışmak değil, kendini tabiata adamak. Dönün bakın, Ortadoğu’da olsun,
Avrupa’da olsun bütün özgürlük ütopyaları hep bunun üzerine kurulu. İnsanlığın
ta en başından beri aklında olan bir şey. Mesala Farsça’da, Azerice’de
‘işçilik’ için, onlar ‘zahmetkeşlik’ diyor. Zahmet çekmekten kurtulmak aslında
insanlığın bütün arzusu. O yüzden, boş zamanların boşa çıkması, ama çalışmanın
bir ahlâki ilke haline gelmesi… Dolayısıyla, özgürlük en önemli şey. Bunun
etrafına kurmadıkça, bunu birinci kalkış noktası olarak almadıkça, sağlıklı bir
sonucu varılmaz. Ama tabii bu eski sosyalizmin başarısızlığı yanlış fikirlere
sahip olmak, bir şeyi öne almak, ötekini arkaya almak değildi. Eşitsiz
gelişmenin sonucuydu. Avrupa ve Amerika’dan devrimlerin eşlik etmemesiydi.
Devrimi gerçekleştiren güçlerin, ‘önce memleketi kalkındırmak’ gibi, aslında
çok daha önce kapitalizm tarafından yapılması gereken işleri yapmaya mecbur
kalmış olmaları ve bunun hiçbir sonucundan da kaçınamamış olmalarıyla
ilgiliydi.
Hani Engels bir yerde demişti ki (sanıyorum, “Fransa’da
Köylü Savaşımları”nın önsözünde): “Devrimci bir parti için en trajik şey,
aslında çıkarlarının savunucusu olmadığı kesimlerin başına geçmesidir.” Yani
işçilerin, köylülerin başına geçmesi… Şimdi tabii buradan başlayınca trajedi,
burada bitti! Ama bir şeyi de yaptı: Bütün dünyayı ürbanize etti. Şu an bir
işçi sınıfı devriminden bahsedeceksek, dünyada sermayedar olmayan herkes işçi
artık. Yani o yüzden, çok daha mümbit, verimli bir toprak var.
(Aslında ‘mahreme
girer’ ama, bu notu
düşmeliyiz, çünkü herhalde bizim için konuşmadaki en güzel yerlerden biriydi.
Söyleşinin burasında Ertuğrul Kürkçü’nün telefonu çalıyor ve ‘demeç verdiğini’ söyledikten sonra, ondan şöyle bir şey
duyuyoruz: “Ben artık
kendimi gençliğe adadım!”)
Sosyalistlerin
birden çok siyasi partisi olması gerektiğini söylediniz…
Olabilir. Olursa olsun!
“Bizim sosyalizm algımız, Stalin
Dönemi
Sovyetler Birliği’nin kanalından
besleniyor”
Türkiye’de sizce işçi sınıfının partisi olduğu
iddiasını taşıyan partilerin birbirinden fazlaca ayrılması, sadece ‘politik’
sebeplerle mi oluyor? Yoksa partilerde bir rant ya da parti içi yönetim
rekabeti mi oluşmaya başlıyor?
Şimdi tabii bizim sosyalist harekette bir rant
olduğunu sanmıyorum. Bizim için sadece zahmet oluşuyor. Öte yandan, aslında çok
sosyalist parti her yerde var. Kıyaslamamız gerekirse, Venezüella’da,
Bolivya’da, öyle ya da böyle sol başarılar kazanmış yerlere baktığımız zaman
koalisyonlara, içleri, Türkiye’den çok daha zengin meyvelerle dolu. Manav
dükkanları gibi zengin, yeşilli, kırmızılı, sarılı tablolar görüyoruz.
Avrupa’da da. Yunanistan’da bana sorarsanız, Türkiye’den çok daha fazla sol
örgüt var. Rusya’da da öyle. Etrafımıza baktığımız zaman bunu görebilirsiniz.
Suriye’de bile böyle olduğunu görmek mümkün.
O nedenle ben, bizdeki problemin ya da problem gibi
görünen şeyin, politik örgüt çokluğu değil, bunların anlamlı bir ortaklık
kurmadaki başarısızlık ya da beceriksizliğinde yattığını düşünüyorum. Çünkü
Yunanistan’da anlamlı birlikler, ortaklıklar kurulabiliyor. Şimdi bu farklar…
şimdi ben burada biraz şairane takılacağım, hani Aşık Veysel der ya, “Koyun
kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa” diye. Ne kadar fikir, o kadar yapı
olabilir. Bazen bu fikir çokluğunun sonuç alacağı hale gelmesi için, bir
şemsiye altında toplanmak gerekebilir. Ama bunlar olacak, ben bunları
problematik görmüyorum. Problematik olan, bu farklılıkların bir faaliyet haline
getirilemeyişi. Burada tabii şey olabilir, sosyal köklerin zayıflığıyla ilgisi
olabilir.
Mesela Türk-İş ve DİSK, başka bir alana geçelim.
Bunlar iki tane sendika. İki tane sendika olduğu için bunlar, Türk-İş için yüz
binlerce, DİSK için on binlerce işçinin çıkarlarıyla alakalı olduklarından,
attıkları her adımda, o işçilere dönüp bakmaları, ona göre adım atmaları,
onların çıkarlarıyla kendi sözleri arasında bir aidiyet kurmaları gerekiyor ve
kitleleri öyle olduğu için, sözleri de kitlelerine şöyle ya da böyle benziyor.
Mesela bu sendikaların genelde ulusalcı bir söylemle konuşması, aslında onların
kitlelerin, önemli ölçüde ulusalcı eğilimler göstermesiyle ilgili. Eğer
sendikacılık yapabilmeleri için ultra solcu olmaları gerekseydi, öyle
olurlardı. Şimdi o yüzden onlarla temsil ettikleri kitle arasında, çok birebir
bir bağ var. Öbür taraftan da baktığınız, Türkiye’de 8-9 milyon ücretli emekçi
var, sendikalarda örgütlü olanların hepsi 500-600 bin tane ediyor; demek ki
onların da büyük kitle ile arasında bir mesafe var. O yüzden, benim üzerinde
durmak istediğim, asıl kafamızı yormamız gereken şey, bu çokluk ve
çeşitlilikten ziyade, bu çokluk ve çeşitlilikten anlamlı bir faaliyet ortaklığı
çıkartamayışımız. Çokluk oldu diye mutlaka anlamlı bir şey çıkmaz diye bir şey
yok. Mesela Sovyetler Birliği’nde de devrim olduğunda üç parti, hatta dört
parti koalisyondu ilk devrim hükümeti. İşte Bolşevikler, Enternasyonalist
Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ve bazı küçük anarşist çevreler. Bunların
ittifakından oluştu. Dünyanın en akılda kalan devrimi bir koalisyondu. Paris
Komünü, Blanquistler’le Proudhoncular’ın koalisyonuna dayanıyordu; Birinci
Enternasyonal taraftarları da küçük azınlık olarak varlardı, Masonlar ortaktı
hükümete. Hep çokluk yasa benim gördüğüm kadarıyla, teklik değil.
Bizim sosyalizm algımız kısmen, Stalin Dönemi
Sovyetler Birliği’nin kanalından besleniyor; yani kurallaştırmalarından
besleniyor. Her ne kadar hepimiz desek de, “Biz öyle değiliz, biz
Guevara’cıyız, şuyuz, buyuz”, bu tek parti fikri genel olarak çok yaygındı ve
çoğulculuk anlayışımız zayıftı. Bunu besleyen bir gelenek de yok, mesela
Avrupa’da bu hiç böyle anlatılamıyor. Avrupa’da hiçbir zaman tekçilik başarılı
olamadı, çünkü Avrupa’nın siyasi geleneği hep çoğulcu olageldi. Biz biraz daha
Asyalıyız, o yüzden biraz daha çabuk uyuyor; Ruslara, Çinlilere hızlı uyuyor.
Fakat Türkiye çok karmaşıklaştı, eskisi gibi gitmez. Ben şöyle derim özetle:
Ne devrim yapmak için iyiyse,
ilke odur!
İlkeden devrim çıkmaz, devrimden ilke çıkar. Tabii bu
ilkesizlik anlamına gelmez, elbette buna yaklaşırken bir metodumuz var. Ben
mesela mensup olduğum hareketler içerisinde görüş ayrılığı çıktığında, hemen o
görüş ayrılığını bir işe dönüştürmeye çalışıyorum. Buna uygun bir iş bulalım,
işe yarasın yani fikir farkı; nitekim yaradığı da oluyor. Ama diyeceksiniz ki:
“Çok mu başarılısın?” Değilim tabii ki, yani o kadar da gerçekten kopmuş bir
halimiz yok. Ama şimdi bak konuşuyoruz işte, aynı yerde durup, ısrarla aynı
şeyi yapmak istersen, bunun ne manaya geldiğini sormak isteyenlerin sayısı da artabilir.
Bizim ömrü hayatımızda mutlaka görebileceğimiz bir şey olmayabilir ama, daha
çok tarihle bir diyalog kurmamız gerekir…
Bize sorulan bir sorudan hareketle, 68’den bu yana
toplumun ve gençliğin hareketine yakından bakmış biri olarak size bir soru
sormak isteriz: “Yeni Toplumsal Genç Hareketler” başlıklı bir tez için,
‘interneti bir örgütlenme aracı olarak kullanan gençler’in hareket araçları
inceleniyor. Siz kendi kuşağınızla bugüne baktığınız zaman, interneti söyledik,
başka hangi yönteme sahip olmak isterdiniz, bugünkü gençlerin kullandığı yöntem
ve araçlar içinde. Ve bağlantılı olarak, ne olsa, “Daha farklı olabilirdi”
diyebilirsiniz?
İmkânlar ya da… Şimdi gene de her şey dönüp dolaşıyor
aslında iletişime bağlanıyor, internet daha önemli. Şimdi ulaşımı düşünüyorum,
o zaman da Türkiye’nin her yerine gidebiliyordunuz, daha uzun zamanda ama… Ben
belki şöyle diyebilirim: O dönemin kitle hareketini bugüne tercüme etmek
isterdim, bugünden oraya transfer etmek istediğim şey sınırlı. Belki şunu
ekleyebilirim: Mesela şimdi toplum bilimlerinde, sosyolojide, politika
bilimlerinde, tarihte, edebiyatta çok fazla yol kat edildi, çok bilgi var. Ben
bugünün gençlerinin bizim çağımıza göre çok daha bilgili olduklarını; bilgi
edinme açısından daha fazla imkâna sahip olduklarını ve daha çok bilgi
üretildiğini görüyorum. Bugün Türkiyeli gençlerin yanında bizim dönemimiz cahil
kalır açıkçası. Onlar daha çok Klâsikler’e yükleniyorlardı ama, özellikle ’68
sonrası dünyada çok fazla yenilik, dönüşüm oldu, yeni bilgi alanları ortaya
çıktı ve bunlar dünyayı kavramak açısından çok fazla imkân sağladılar. Hani
bunları geçmişe doğru aktarabilsek, ben bu bilgi yığınını aktarmayı isterdim
doğrusu. Onun dışında çok fazla imrendiğim bir şey yok açıkçası.
“Eşcinselleri dışlayarak işçi
sınıfının kendisini
var edebileceğini düşünmesi,
olsa olsa bir burjuva illüzyon
olabilir”
Eşcinseller, oldukça haklı bir biçimde cinsel kimliklerini
dillendirerek mücadeleye katılmak istiyor, politik partiler ise işçi sınıfı
vurgusunun arkada kalmasından rahatsızlık duyuyorlar. Birlikte, bu öncelik
yarıştırmasına düşmeden örgütlenebilmeleri nasıl bir yöntemle mümkün olabilir
sizce?
Eşcinseller, işçi sınıfının bir parçası zaten. Ve
işçi sınıfı partisi, bütün ezilenlerin sözcüsü olacak. Öyle olursa işçilerin de
sözcüsü olunacak. Yoksa öbür türlü bugünkü dünya içinde kalacak, onun
kıyıcığında bir mücadele sürdürecek… Yani hakikaten devrimci bir işçi
partisinin bunu yapması gerekir, ki öte yandan, eşcinsel ya da transseksüel ya
da lezbiyen, bu çeşitli kimliklerin hepsi, aslında çalışan insanlar. Bunlar
toplumun en altındalar ve eğer çalışmıyorlarsa iş arıyorlar. İş bulamayanlarsa,
seks işçiliği yapıyorlar. Hepsi aslında sonuçta, ezilen, sömürülen insanlar ve
ben onları dışlayarak, işçi sınıfının kendisini var edebileceğini düşünmesi,
olsa olsa bir burjuva illüzyon olabilir. Yani genel geçer, muhafazakâr
‘ahlâkın’ işçi sınıfı saflarında yeniden üremesidir bu, tabii ki işçiler
bununla malûl olacaklardır. İslâmiyet’in egemen olduğu bir ülkede, homofobinin
din emri sayıldığı bir yerde yaşadığımız için de bir sürü önyargı var ama,
bence bu konuda eşcinseller daha kendi durumlarının yarattığı farkı, daha iyi
bildikleri için bu ittifakları kurmanın yolları üzerine daha çok düşünüyorlar.
Ben onlara fırsat vermemiz gerektiğini düşünüyorum.
“Devrimin olduğu her yerde
homofobi son bulmuştur”
“Homofobik devrim istemiyoruz”, bu anlamda en güzel
slogan, hatta taleplerden biri herhalde…
Olmaz zaten… Hem homofobik, hem devrim olmaz ki!
Devrimin olduğu her yerde homofobi son bulmuştur. Devrim ne zaman yerine
oturmaya, kendine göre bir düzen kurmaya, bunun için de eski toplumdan bazı
şeyleri devralmaya başladı, o zaman homofobi de hortladı! İşte Rus Devrimi
olduğunda çarlık yasalarıyla birlikte, homofobik yasalar da çöpe gitmişti. Ama
işte kırın, taşranın, işçi sınıfının en geri kesimlerinin tasvibini aramaya
başlayınca hükümet, tabii ki işte onları memnun edecek milli marşlar, homofobi
yasakları, hepsi beraber yeniden çıktı ortaya. Ben, herkesin eğitildiğini
düşünüyorum. Bakın bundan 40 sene önce, homofobiden ya da homoseksüellerin
haklarından biz böyle konuşmazdık. Aramızda kimseyle böyle bir konuşma geçmezdi.
Eski tabirle söylersek, ‘ibnelik olmazdı’ yani, ‘bizim aramızda’! ben mesela
bunun devrimci hareketin de aslında bir parçası olduğunu 12 Eylül’de fark
ettim. Milyonlarca insan birden hapishaneye girdi ve devrimci hareketin
homoseksüelleri de halkın arasından geldi, hapishaneye girdi. Onlara eziyet
edilsin mi, edilmesin mi? Gardiyanlar onlar eziyet ediyor, “Onlar bizim ya”
dedik, biz onlara sahip çıktı, bitti! Yeni bir durum doğdu. Çünkü halk dediğin
bin bir çeşit insandan oluşuyor, eğer homoseksüellik bir sosyal gerçeklikse,
halkın ezilen tabakalarına doğru ulaştıkça onlarla temas etmek kaçınılmaz ve
geldiler işte hepsi cezaevlerine. Biz orada gördük onları. İdareye kafa tutma
konusunda kimseden de aşağı kalır yanları yoktu, daha çabuk tırsan sıkı
devrimciler vardı. O yüzden bunlar, bilmediğimiz şeyler değil. Daha doğrusu
bilmediğimiz, öğrendiğimiz ve unutmamamız gereken şeyler. Birazcık unutmaya
eğilimli oluyor insanlar, ama ben şimdi bakıyorum mesela, sol içinde hemen
hemen bütün politik hareketler bu konuda bazı tutumlara sahipler: Cins
ayrımcılığı, homofobi, nefret söylemi vs. konusunda daha uyanık davranıyor
herkes. 40 yılda Türkiye bu bakımdan da az yol kat etmedi. Düşünün mesela, Aile
ve Kadından Sorumlu Devlet Bakanı, homofobik ve seksist şeyler söylediğinde
derhal laf işitiyor. Eskiden kimsenin aklına gelmezdi bile, bunda bir yanlışlık
olacağı! Hatta, “Niye buna kaldı, keşke biz yapsaydık, sözü niye buna
kaptırdık?” diye hayıflanabilirdik yani…
Şimdi benim tabii şunu söylemem lazım: Ben görmedim
hiç, 18 yaşındayken. Bizim aramızda, bu dışlanan kesimlere karşı bir özel baskı
falan… Fakat, aramızda bir duvar vardı. Zaten onlar da duvarın bu tarafına
geçmiyorlardı, biz de öbür tarafına bakmıyorduk. Şimdi daha geçirgen siyasi
hareket. Bir de tabii, onlar da kendilerini ortaya koymada eskiye göre daha
atılganlar. Yani sonuçta, etkili ve güçlü bir zihni donanıma sahip bir işçi
partisi, onları içermenin yolunu bulur. ÖDP mesela, güçlü olduğu zamanda bunu
içermeyi başarmıştı, çok da iç gerilimler yaşanmadan kabullenildi gitti. Fakat
tabii şey oluyordu: Nispeten daha tutucu, muhafazakâr, “Aman bunları kimse
duymasın” falan diye gidiyorlardı geldikleri yerlere ama, hayat yürüyordu.
Bazen Kürtlerin içinde de aynı durum ufak-tefek söz
konusu olabiliyordu, ama onlar da artık tamamen içselleştirmeye başlıyorlar…
Başlayacaklar… Ayrıca, ben bakıyorum onların Türkiye
ve Avrupa’da çıkan yayınlarında, bu konuda açık bir düşünce alışverişi var
yani. İyi bir şey.
Bir de, yine ’68 kuşağıyla bugün arasında belki de
en net ayrımlardan biri daha… Biri eşcinsellerdi, onların harekete katılımı çok
önemliydi, geçmişte yoktu bu; bir de herhalde 68’de kimsenin aklına “Dur ben
askere gitmeyeyim” diye bir şey gelmiyordu herhalde değil mi? Vicdani Ret
hareketinin bugünkü sosyalizme katkısı nedir sizce?
Askerden kaçmayı seçiyordu insanlar. ‘Vicdani Ret’, o
gün konuşulan bir şey değildi, doğru. Fakat askere gitmemek, askerden kaçmak;
asker kaçağına sempati duymak yaygındı. Ne diyeyim, ‘pasif vicdani ret’
diyeyim. Ama solda askerden kaçmak, aşağılanan bir tavır değildi.
“Türkiye’deki homofobik bütün
eğilimlerin içerisinde,
dinin de zaten bunu yasakladığı,
dine de aykırı olduğu vurgusu
var”
Sovyetler Birliği’nde devrimden bir süre sonra
homofobinin yeniden hortladığını ve eski alışkanlıkların yeniden yaygınlık
kazanmaya başladığını kazandığını söylediniz, bu anlamda acaba, dinle de bunun
bir alakası var mı?
Var tabii… Ama bence, Sovyetler Birliği’nde dinin bir
etkisi olmamıştır; çünkü genel olarak Müslümanlık olsun, Hıristiyanlık olsun;
muhalif iktidar odakları olarak devre dışı bırakıldı. Fakat, buralardan
kitlelerin zihnine yerleşmiş olan muhafazakâr zihniyete bence prim verildi.
Geri bilince prim verildi. Bunun içinde, bu tür dinden edilmiş önyargılar da
olabilir ama, hiçbir zaman bu Hıristiyanlığa aykırıdır diye yapılmadı.
“Eşcinsellik hastalıktır, insanı ruhsal olarak bozan, eksilten bir şeydir; biz
yeni bir insan yaratmak istiyoruz, yeni insanın içinde homoseksüellik olamaz.”
İnsanlık hakkında böyle bir kendinden menkul bir fikirden kaynaklanıyordu.
Şimdi, Türkiye’de düşünelim: Türkiye’deki homofobik bütün eğilimlerin
içerisinde, dinin de zaten bunu yasakladığı, dine de aykırı olduğu vurgusu var.
Hatırlarsınız, bir barmen cinayeti olmuştu. Gay bir barmen sırtına ‘Allah’
yazdırmış dövmeyle, bu mesela onun öldürülmesi için bir gerekçe. Nasıl olabilir
yani bir gay sırtına ‘Allah’ yazdırıyor, ne demek falan filan…
Şimdi tabii bu Türkiye’deki İslamiyet’in, İslam
inancında içkin olan homofobinin payı çok. Fakat öte yandan, Şark’ta özellikle
erkek eşcinselliği çok yaygın olan bir şey; dolayısıyla bu şizofrenik, ikili,
riyakâr bir hayata da yol açıyor. Aktif homoseksüellik erkekler arasında o
kadar utanç kaynağı değil, diğeri… Ama zaten onun olabilmesi için, ötekinin de
olması lazım ve bunun ne zaman, ne halde olduğunu da hiçbir zaman
öngöremeyeceğimiz için, bunlar arkasına sığınılan perdeler… Ama kültürde bu da
var, o da var, yani çok paradoksal…
Devlet için genelde daha büyük bir sorun olan da,
erkek eşcinselliğidir zaten…
E tabii, tabii. Çünkü erkek değerleri üzerine
kurulduğu zaten her şey, kadın zaten söz konusu olmadığı için, dolayısıyla olsa
da olur, olmasa da olur diye bakılıyor. Gerçi bu benim en iyi bildiğim konu
değil ama, aşağı-yukarı sezdiğim, görebildiğim bunlar… Bu bahisler aslında daha
derin çalışmayı gerektiren konular. Eşcinsellerin ya da farklı cinsel
yönelimlerin politikaya dahil oldukları yerde tabii bu konuda daha fazla
aydınlanma oluyor. Onun olmadığı yerde işte yukarıdan, dışarıdan konuşuyoruz…
Hrant Dink Davası bağlamında şöyle bir manzara var:
Devlet eskiden bazı şeyleri reddederdi, ama şimdi Başbakanlık raporlarından
Emniyet Müdürlüğü’ne, Cumhurbaşkanlığı’na dek cinayetin ihmallerini kabul eden
açıklamalar, itiraf niteliğinde belgeler yayınlanıyor. Sonuç almada değişen bir
şey yok, ama bir dolu bilgiyle daha çaresizce adalet uman insanlar var.
Geçmişteki reddeden devletten farklı olarak, bütün bu bilgileri bizzat dolaşıma
sokan tarafta durmak da devletin bir yöntemi olabilir mi?
Şimdi, ifade özgürlüğünün sınırları ne kadar genişse,
o kadar çok bilginin ortada gezmesi kaçınılmaz. Tabii bütün bunların ayıklanması,
organize edilmesi ve bunlardan bileşik bir bilgiye varılması uzun iş, bunu
herkesin yapması söz konusu olmayabilir. O yüzden bu bilgi çokluğu, bilgi
bolluğu, sınırsız bilgi akışı, bunları proses etmek için donatılmış olmayan
insanların kafasını karıştırabilir; ama bence bunun çokluğundan yakınmamamız,
bunları değerlendirecek şekilde davranmamız, bu bilgilerden bir sonuca, bir
fikre varmak için çaba göstermemiz daha yerinde olur.
Ama eskiden reddeden bugün kabul ediyor ve sonuç
yine değişmiyor…
Şimdi tabii bu biraz daha iktidar ilişkileriyle
ilgili. Cumhurbaşkanı, Başbakan bunu kabul ederken; onlar Hrant Dink
cinayetinde payı bulunan Ergenekoncu hasımlarının bir yumuşak karnı olduğunu
bildikleri için bu konuda, yüksek perdeden konuşuyorlar. Fakat, hiçbir zaman
Ergenekon cephesiyle göğüs göğse bir muhabereyi de göze almadıkları için, sonuç
alıcı davranışlarda bulunmuyorlar. Çünkü Emniyet Teşkilâtı’nı baştan sonra
yıkıp, yeniden kurmadan Hrant Dink cinayetinin bir semptomu olduğu, muazzam
kural dışı işleyen bir mekanizmayla başa çıkmak imkânsız. O yüzden bu vahşi
gücü kendi yedeğine alarak, onu götürmeye çalışıyor. Çünkü bu çok devrimci bir
şeyler gerektirir, yani onların öyle bir sorunu yok. O kadar çok altüstlükle
uğraşamazlar. Bir noktada oraya değil, buraya hizmet etmesi için teşkilatın,
yeniden örgütleniyorlar. Benim gördüğüm bu. Makine de yürümeye devam ediyor.
İkincisi, tabii Avrupa Birliği üyeliği dolayısıyla
uymaya zorunlu oldukları ve başkaları tarafından denetlenen kriterlerin basıncı
var. Bu basınçlar dolayısıyla da, bazı şeyleri hiç olmazsa yapar görünmeleri
gerekiyor, bazı şeyleri de yapıyorlar. Gereksiz baş ağrısı niçin olsun! Çünkü
Ermeni cemaatiyle Türkiye’de uzlaşmak onlar için, Kafkasya’da ya da ABD’de
anlamlı, olumlu sonuçlar doğuruyor. O yüzden 50 bin Ermeni tehdit değil
Türkiye’de diye düşünüyorlar. Bazı fedakârlıklar yapabiliriz; bazı
anti-Hıristiyan, anti-Ermeni söylemlere göğüs gerebiliriz, ama sonuçta biz orta
vadede kazanırız. Ermenistan’la ticaret yaparız, Amerika’daki Ermeni lobisiyle
aramızı düzeltiriz vesaire… Böyle yaklaştıkları için de, bazı sözleri etmekte
fayda görüyorlar. Yani bu sözler sadece ve daima bize söylenmiyor, bu sözün
arşive girmesi istendiği için de söyleniyor. Ondan sonra bir uluslararası toplantıya
gidince de, “Bakın biz böyle bir tavır aldık, Heybeliada’daki yetimhanenin
tapusunu verdik” diyor. Tabii bundan aslında yetimhanenin asıl sahipleri de
kazanıyor, iyi işte yani onlar da kazanmış olsunlar tabii ama, çok küçük
kazançlar bunlar…
Biraz önce, “Farklılıkların nasıl faaliyete
dönüştüğünüzü önemsiyorum” dediniz… Ayrıca, Ömer Laçiner’in, ‘Sosyalizmin
yeniden tanımlanması’na dair yazdığı yazıdan sonra NTV’de katıldığınız Oğuz
Haksever’in programında, “Ömer, ‘Evet’ cephesiyle gideceğini söylemesine
rağmen, biz burada bir araya geldik, bundan bir şek çıkarmaya bakmalıyız”
demiştiniz. Bundan şunu anlayabilir miyiz: ‘Sosyalizmin yeniden tanımlanmasını’
önemsiyorsunuz…
Tabii ki, tabii ki… Yani bunu yapmazsak, niçin
yıkıldığını asla açıklayamayız. Ve bize bu soruyu bize halk soruyor zaten.
İnsanlar idraksiz ya da şuursuz değiller ki. “Peki senin sosyalizminin
yıkılmayacağını nereden bilelim?” Şimdi, buna bir cevabınızın olması lazım. Ya
da demelisiniz ki: “Ya biz yaparız, o yıkılır, yine yaparız.” Şimdi bu kimseyi
kesmez! Ya da demelisiniz ki: “Yıkıldı fakat, şundan…” Ve akla yakın bir
perspektifinizin olması lazım. Dolayısıyla, bu tanıma tabii ki ihtiyaç var
bence. Fakat şunu da söyleyeyim, ilk söylediğime dönerek: Şimdi bu çok
paradoksal bir şey, tıpkı bu İndeterminizm ilkesi gibi… Hani, maddenin ne kadar
küçük parçasını gözlemeye yaklaşırsanız, o kadar gözleyemez olursunuz, çünkü
gözlem de onu değiştiriyor. Bu nedenle devrimi bilmek için, onu yakmanız lazım.
Ama yakmaya başladıkça, aslında bilmediğiniz bir şeyi yakıyorsunuz; oradan yeni
bilgi çıkartmanızla hatta… Ama zaten tarih böyle ilerliyor. Mesela Kübalılar,
Meksika’dan bir bota binip Küba sahillerine çıktıkları zaman, onların aklındaki
şey değildi. Onların bilgisi, onları yeniden Moncada Kışlası’na götürüyordu;
gene gidip kışlayı basacaklardı, gene silahları alacaklardı. Tuzağa düştüler,
dağa çıktılar! Çoğu öldü, 12 kişi kaldı. O 12 kişi orada, zaten kendilerinden
önce dağa çıkmış köylüleri görünce, bir köylü ordusu kurma fikrini orada edindiler.
Çünkü onların aklındaki orijinal hedefleri oydu. Şimdi bir devrimin bilgisi,
bizzat devrim yapan halkın içinde yaşarken, onunla birlikte mücadele ederken
edinildi. Onların bence bütün kabiliyeti, bütün parlaklığı, “Ya madem devrim
başlamış, ne iddia edeceğiz, işte buna katılalım!” demelerinden bence geliyor.
Mesela Ekim Devrimi’ne de baktığınız zaman, soyutladığınız zaman gördüğümüz şey
ne: Bolşevik Partisi işçilerin önüne düşecek, devrim yapacak! Ama işçiler
Sovyetleri kurup, Bolşevik Partisi’nin önüne düşünce, Lenin mesela ikiletmedi,
“Tamam öyle yapılsın diyorlarsa, öyle yapalım” dedi. Doktrinlerle ısrar
ettiler, “Olmaz” dediler, “Sovyet ne”, bilmem ne… ama oldu! Öyle oldu. O
nedenle, bütün bu bilgilerin hepsi, devrimden çıktı. Devrimden önce kimse bilmiyordu,
Sovyet diye bir şey kurulur, işçi meclisi kurulur, burada karar alınır, devrim
yapılır diye… İnsanların bildiği sadece bir devrimi yapmanın mümkün olduğuydu.
Bence bu bilgi yeterli!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder