Şimdi geriye
dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum; mesela babam hayatının hangi döneminde
sindirilmiş, krizler yaşamış; hangi döneminde daha özgür aynı zamanda da rahat
olabilmiş. Çocukluğuma bunu şimdi bana kavratabilen hikayeleri anlatan ozanları
kaybediyorum teker teker bir yandan, bir yandan da herhalde hayatımın en
baskın, sindirilmiş, hani neredeyse kapana kısılmış hissettiğim dönemini
yaşıyorum. Ama tabii, herhalde koskocaman tarih bana bir tarafıyla gülüyordur.
Aynı benim Sude’nin 3. Yaş gününde, “bu hayatımın en güzel yaş günü” dediğinde güldüğüm
gibi. Sesli gülüş. Kahkaha tonlu.
Tabii ki bir
bira ve iki kadeh şarap öncesinde bambaşka bir yazı yazacaktım. Sonra baktım
aklımdan geçenlere sırıtmaya başladım. Belki de bu gereklidir, hani
gülümsediğin, bunu yalnız ve içten yaptığın zamanlar vardı, diye bir iz – bir kanıt
koymak lazımdır ortaya. İşte burada J
Siz benden
daha iyi biliyorsunuz, İngiltere’nin AB’den çıkma kararından sonra bu karar
Parlamentoda da onaylanmalı; hangi adım demokrasiye daha uygundur acep
gibisinden bir tartışma başladı. Acaba dedim, bu neo-liberalism vs. democracy
tarışmaları da ateşlenir mi? Gittim, bu konuşmayı, buldum, notlar aldım.
Sonra baktım
ki benim İngiltere adasına yakın oturan arkadaşlarım, oradaki en aklı selim
tartışmaların İngiltere’nin Eurovisiondan çıkması olduğunu söyledi. Vay anası,
bu derece direk geyik muhabbetine girebildiğimi hatırlamıyordum. Neredeyse
kendimi bir şey zannedecektim.
Olmaz öyle
demokrasi işte, diye ablama anlattığımda bana hak vermişti, buradan yürür müyüz
derken Trump seçildi. Hillary aslında daha fazla oy almıştı. Gelin görün ki
Amerika bir Birleşik Devletti ve Eyaletlerinin kalbini teker teker, tane tane
kazanmak gerekiyordu. Zaten bu işler senin dediğini doğruluyor dedi ablam.
Sanırım birayı o sırada açtım.
Neyse
sonrası hızlı gelişti.
Madem öyle
ben de işte klişe bir insan olurum. Çok eğlenceli bişi gündelik hayatta klişe
olmak. Hayat kurtarıyor. Gider roman okur, güzel cümleler paylaşırım hiç kimseyle
falan. Mis gibi nihilizm ve üç nokta.
Bana sıkıcı
dediklerinde ama bakın Andy Warhol da Sıkıcı şeylerden hoşlanıyor. Hıh!
Dedim.
Vallahi dedim.
Sonra bir
haber gördüm. “Hiç sevişmeden ölen ünlüler listesi” diye.
Kulaklarım
çınladı. Hangi taraftan geldiğini kestiremediğim bir ses bana gülüyordu. Sesli gülüş.
Kahkahalı tonlama. Listede Andy Warhol da vardı.
Bu döngünün bir
yerlerinde hayatı ciddiye alanlar var. Onların yanına sığınmalı herhalde. Yoksa
ne biliyim ben!
Ama yine de
bir şey dicem…
Umudum var,
kadar boş bir laf yok bence. Yani şarkı yapsan belki o kadar boş olmaz. Ritim verirsin
kelimeye, belki tutar. Sonuçta neden “umudum var” deme ihtiyacı hissettiğine
bakan benim gibiler bence kendini fazla zorlamasın.
Ayrıca,
çalışmayı, Yaptığın işe yönelmeyi - yüceltme konusunda da emin değilim. Zor
zamanlarla başa çıkma klavuzu gibi bir şey. (Böyle uyuz şüpheciliklerimi
eskiden yüksek zeka ile avutuyordum ama artık yemiyor. Zeka da bir yaşa kadar,
sonra insan acaba kaç yaşımda romatizmalarım başlar diye düşünüyor) Çalışmayla
ilgili her türlü koşula yayılan bir etik anlayış beklentisi içerisindeyim çünkü
kazanımlarını yitirmekten çok fena korkan bir orta – üstümsü sınıf evladı
olarak yetiştirildim. Andy Warhol’u bir bok zannetmemden, yaptığı işlerle hala
heyecanlanmamdan ve bilinçaltımın pipileri ve kukularıyla ilgilenmek için para
kazanmamdan anlaşılabilir.
Sen iyi
kızsın ama çevren kötü lafı gibi.. Yaptığın ettiğin iyi ama işte bok gibi bi
zamana doğdun tarihsel olarak?
Fındık dalları yeşillendi
mi diye sorarlarsa zaten tanımam, etmem, bilmem. Ben bale öğretmeniyim. Devrim yaparken
haber verin, bodrum katındayım, duymam.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder