12 Kasım 2016 Cumartesi

bodrum katı acayip, gelsenize.

Şimdi geriye dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum; mesela babam hayatının hangi döneminde sindirilmiş, krizler yaşamış; hangi döneminde daha özgür aynı zamanda da rahat olabilmiş. Çocukluğuma bunu şimdi bana kavratabilen hikayeleri anlatan ozanları kaybediyorum teker teker bir yandan, bir yandan da herhalde hayatımın en baskın, sindirilmiş, hani neredeyse kapana kısılmış hissettiğim dönemini yaşıyorum. Ama tabii, herhalde koskocaman tarih bana bir tarafıyla gülüyordur. Aynı benim Sude’nin 3. Yaş gününde, “bu hayatımın en güzel yaş günü” dediğinde güldüğüm gibi. Sesli gülüş. Kahkaha tonlu.
Tabii ki bir bira ve iki kadeh şarap öncesinde bambaşka bir yazı yazacaktım. Sonra baktım aklımdan geçenlere sırıtmaya başladım. Belki de bu gereklidir, hani gülümsediğin, bunu yalnız ve içten yaptığın zamanlar vardı, diye bir iz – bir kanıt koymak lazımdır ortaya. İşte burada J
Siz benden daha iyi biliyorsunuz, İngiltere’nin AB’den çıkma kararından sonra bu karar Parlamentoda da onaylanmalı; hangi adım demokrasiye daha uygundur acep gibisinden bir tartışma başladı. Acaba dedim, bu neo-liberalism vs. democracy tarışmaları da ateşlenir mi? Gittim, bu konuşmayı, buldum, notlar aldım.
Sonra baktım ki benim İngiltere adasına yakın oturan arkadaşlarım, oradaki en aklı selim tartışmaların İngiltere’nin Eurovisiondan çıkması olduğunu söyledi. Vay anası, bu derece direk geyik muhabbetine girebildiğimi hatırlamıyordum. Neredeyse kendimi bir şey zannedecektim.
Olmaz öyle demokrasi işte, diye ablama anlattığımda bana hak vermişti, buradan yürür müyüz derken Trump seçildi. Hillary aslında daha fazla oy almıştı. Gelin görün ki Amerika bir Birleşik Devletti ve Eyaletlerinin kalbini teker teker, tane tane kazanmak gerekiyordu. Zaten bu işler senin dediğini doğruluyor dedi ablam. Sanırım birayı o sırada açtım.
Neyse sonrası hızlı gelişti.
Madem öyle ben de işte klişe bir insan olurum. Çok eğlenceli bişi gündelik hayatta klişe olmak. Hayat kurtarıyor. Gider roman okur, güzel cümleler paylaşırım hiç kimseyle falan. Mis gibi nihilizm ve üç nokta.
Bana sıkıcı dediklerinde ama bakın Andy Warhol da Sıkıcı şeylerden hoşlanıyor. Hıh!
Dedim. Vallahi dedim.
Sonra bir haber gördüm. “Hiç sevişmeden ölen ünlüler listesi” diye.
Kulaklarım çınladı. Hangi taraftan geldiğini kestiremediğim bir ses bana gülüyordu. Sesli gülüş. Kahkahalı tonlama. Listede Andy Warhol da vardı.
Bu döngünün bir yerlerinde hayatı ciddiye alanlar var. Onların yanına sığınmalı herhalde. Yoksa ne biliyim ben!
Ama yine de bir şey dicem…
Umudum var, kadar boş bir laf yok bence. Yani şarkı yapsan belki o kadar boş olmaz. Ritim verirsin kelimeye, belki tutar. Sonuçta neden “umudum var” deme ihtiyacı hissettiğine bakan benim gibiler bence kendini fazla zorlamasın.
Ayrıca, çalışmayı, Yaptığın işe yönelmeyi - yüceltme konusunda da emin değilim. Zor zamanlarla başa çıkma klavuzu gibi bir şey. (Böyle uyuz şüpheciliklerimi eskiden yüksek zeka ile avutuyordum ama artık yemiyor. Zeka da bir yaşa kadar, sonra insan acaba kaç yaşımda romatizmalarım başlar diye düşünüyor) Çalışmayla ilgili her türlü koşula yayılan bir etik anlayış beklentisi içerisindeyim çünkü kazanımlarını yitirmekten çok fena korkan bir orta – üstümsü sınıf evladı olarak yetiştirildim. Andy Warhol’u bir bok zannetmemden, yaptığı işlerle hala heyecanlanmamdan ve bilinçaltımın pipileri ve kukularıyla ilgilenmek için para kazanmamdan anlaşılabilir.
Sen iyi kızsın ama çevren kötü lafı gibi.. Yaptığın ettiğin iyi ama işte bok gibi bi zamana doğdun tarihsel olarak?
Fındık dalları yeşillendi mi diye sorarlarsa zaten tanımam, etmem, bilmem. Ben bale öğretmeniyim. Devrim yaparken haber verin, bodrum katındayım, duymam.