18 Kasım 2015 Çarşamba

3 ADIM

Bundan 3 sene önce, Mavi bir tahtayı beyaz bir tebeşirle ortan ikiye ayıracaksın, hem de ilkokul ikinci sınıfta… sınıf çocuklarla doluyken… derslerden birinde… bale dersinde… deselerdi nasıl tepki verirdim acaba?

0 üç yıl bir şekilde geçti ve buradayız. Bana, “Öretmenim” diye seslenen kısa insanlar oluyor arada etrafımda. Çok koşuyorlar, çok heyecanlılar, çok konuşuyorlar. Kendi zamanlarında sanki bunu yapmak, böyle olmak zorunda gibiler; çünkü adı üzerinde “serbest zaman” Zil çalıyor ve onları öğrenme zamanına çağırıyoruz. Yani, bu teneffüslerin de çocukların sandıkları kadar onlara ait, serbest bir zaman olduğunu zannetmiyorum. Daha çok, biz yetişkinlerin – okul görevlilerinin – onlara öğretmek için hazır kıvama gelmelerini sağladığımız bir alan gibi.

Neden bunları böyle yazıyorum. Çünkü kendi hayatımda da bu böyleydi. Ama bu kıvama gelme biçimlerinden hiç memnun olmadım. Olanaklı, dayanışmacı, rahatlatıcı, besleyici, sağlıklı dönüştüren zamanlar değildi. En azından benim için, bu böyleydi. Okulda da, okuldan sonraki hayatımda da.  Yeşiller ve Sol Gelecek Partisinin Kadıköy’de daha da ayrıntılı anlattığımda, ne istediğini bilmediğim saçma sapan bir dönemde olduğumu söylediğimde Murat, güldü. Sadece kendin olmak istiyorsun, demişti. Bundan sonraki zamanlar, bunun ne demek olduğunu araştırarak, anlayarak, idrak ederek geçti. Okullarda verdiğim bale ve dans derslerinde kendime bulduğum – başka bir motivasyon yok çünkü – ilk misyon bundan ibaret. İyileştirme çalışmaları da oldukça el yordamı…
Bir yılda neler öğrendim. Aslında bildiklerinizden farklı bir durum yok. Sanat alanındaki aktivitelerin okul yönetimi ya da veliler açısından konumlandırılışına şaşırmıyoruz. Belirgin, üzerinde düşünülmüş bir durumda bile değil. İlk aşamada, “Var” diyebilmek için müfredata yerleştirilen ve bir çeşit prestij getirdiği söylenen sanatsal aktivite yapıldığı iddia edilen derslerin programa farklı şekilde yerleştirilmesini isterdim.

     1.    Adım: Bütün çocuklarla “dans fikri” paylaşılıyor: ilk dersler, ilk haftalar.     
2.    Adım: Bu fikirle temel hareketler gerçekleştiriliyor. Sonraki 1 – 2 ay
3.    Adım: Ortak ve her haftalık rutin ders saatinde bu hareketleri geliştiriyoruz. Sonrasında bu hareketlerin tekniğini öğrenip sunumunu yapmak, gerçekleştirmek isteyenlerle de ek, yani seçmeli saatlerde de bir araya geliyoruz. Ritim ve hareket, koreografi, esneklik ve beden hakimiyetiyle artistlik çalışabiliyoruz. 

Bu, kesinlikle benim tanıma yöntemim. Bunu biliyorum. Bunu, yetenek dediğimiz şeyin belirli bir alandan çok genel bir yönelim olduğunu; ilgi, beceri ve istekle beraber belirli bir alana aktarıldığına inanan bir bale öğretmeni olarak söylüyorum. Bu yüzden anlattığım bir pozisyon ya da hareketi bana belirli bir çabayla gösteren çocuklara teşekkür etmeyi seviyorum. Kendini açıyor. Açılıyoruz. İşte bu noktada işimi seviyorum. Yani işimi sevmek için çok çabalamam gerek. Koşullarım uyuz ve işim zor.  Şimdilik sadece kızını bale dik durması, zarif olması için getirdiğini söylerken aidat parasını karşımda eliyle sayan, bir de sürekli yetenek peşinde koşan anne-babalara kendime de yakıştırdığım bir cevap bulamadım.  
Son zamanlarda başımıza gelen şeytansı felaketlerin iletişim yüzünden geldiğini düşünmeye başladım. Hem kendi hayatımda, hem de dünyada. Bu fikrim taaa Şaman bir tanıdığımın, aslında dergi de okumamamız gerektiğini söylediği ana kadar uzanıyor.
Ne demek istediğini anlamam için, Ümit Şahin’le beraber Üç Ekoloji dergisi için Murat Özbank’la demokrasi üzerine röportaj yapmamız; O mavi tahtayı 7 yaşındaki çocukların karşısında Barış Dünyası ve Savaş Dünyası olarak ikiye ayırmam; Kırmızı’nın Mirasını okumam ve yeğenim Sude’yle de Alis Harikalar Diyarında’yı okumam gerekti. Üç aşamalı bir durum. Yukarıda yazdığım 3 adımı tersine saydım da diyebiliriz.

1.    Adım: Dans fikrinin paylaşımı:

Ben bir yandan İngilizcesini okumaya çalışırken, ablamlara her gittiğimde Alis’in Türkçesini okuyorum  Sude’ye. (heyecanlı bir şekilde “bunu ilk gördüğümde Teyzem delirmiş olmalı,” deyişini hatırlıyorum.) O gün ikinci bölümü okuyorduk: Gözyaşı Havuzu. Birkaç sayfa ilerledikten sonra ablam aşağıdan çağırdı ve nar&portakal sularımızın hazır olduğunu söyledi. Almak için inerken aklıma Alis’in içtiği iksir geldi. Geri döndüğümde Sude’ye Alis’in iksiri gibi bir şey getirdiğimi söyledim. İçerken, “Ama bunun tadı kötü” dedi. İksir olmak kolay iş miydi, bizi o kadar büyütecek.. hem Alis’in içtiği iksirin de tadı kötü, derken Sude sözümü kesti. Hayır teyze, Alis’in iksirinin tadı güzeldi, diye karşı çıktı. Ben ısrarla kötü olduğunu söylerken Sude de ısrarla doğru hatırladığını savunuyordu. Kitabın sayfalarında geri gittik. Alis’in iksiri içmeye karar verdiği satırlara döndük ve ben yüksek sesle okumaya başladım. “Alis iksiri içmeye cüret etti ve tadını da çok güzel buldu,” yazıyordu. Virgülden hemen sonra bir parantez içi vardı, şöyle: (vişneli tart pasta, sütlü muhallebi, ananas, hindi rosto (hindi kızartması, şekerleme, tereyağlı tost karışımı bir tat.) Alis’in şişeyi kısa sürede dibine kadar içtiğini okumadan kahkahalarla gülmeye başladık. Sonra konuştuk. Böyle bir karışım nasıl bizim Nar&Portakal karışımından daha güzel olabilir ki, dedim.

-          İçtin mi, diye sordu Sude (yüzünde yemek istediğim bir muziplik vardı)
-          İçmedim.
-          Valla ben bunu beğenmedim (gözleriyle boş bardaklarımızı işaret edip yüzünü buruştururak) ama Alis’in tavsiyesiyle o iksiri içmek isteyebilirim. Bakalım ne olacak? Hadi, oku.

Yeğeniyle gerçek bir edebiyat muhabbeti yapan teyze çok mutluydu. Sude de mutlu muydu acaba? Onun mutluluğu daha farklı görünüyordu. Güzel, huzurlu bir uykuya daha yakın. Bu iksirin tadının kötü olduğuna dair kitapta tek bir ipucu olmadığını konuştuğumuz birkaç şey daha söyledik. Sude’ye göre ben sadece kendi yorumumu hatırlamıştım. Kafadan atmıştım. (Sude bunu böyle düşündüğü için ayrıca sevinçliydim üstelik. Hala gülüyordum.) Kitapta yazanı değil. Sude’yse anlatılanı olduğu gibi hatırlıyordu. Hatta yorum yapmamaya özen gösteriyor, olacakları dikkat kesilerek merakla dinliyordu. Bu yaşadığıma bir sürü bakış açısı ve kuramla bir sürü şey söylenebilir. Benim için dans fikrinin ta kendisi. Önce hikâyeyi anlatıp, sonra balesini izlettiğimde çocukların soruları; Alis neden aynı kalıyor? Tavşan nerede? İksiri hangi arada içti? Bilmiyorum. Bir kere bu muhabbeti yaptıktan sonra içimdeki bir sürü meraklı tavşan bu fikri alkışlamak istiyor sadece.    
 Böyle bir bağlamı var çünkü.


2.    Adım: Bu fikirle temel hareketleri yapmak:

Ankara katliamından sonra ilk defa okula gitmek için çok isteksiz çıktım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Okula gittiğimde öğrendim ki bale sınıfımızda ders yapmamız mümkün değil; bu haftayı kendi sınıflarında geçirmek zorundalar.
Pekala. Şimdiye kadar bir dersin bir sonraki haftayla bağlantısını anlatmamıştım çocuklara. Bu yüzden emin değildim. Ama boş geçirmek de istemiyordum. Ve aklımda hala, şaman arkadaşımın aslında dergilerin bile olmaması gerektiğini söylediği o an vardı: sehpadaki MAGMA dergisine takılmıştım, ormandasınız ama benim daha bulamadığım dergi evinize gelmiş bile, demiştim. Onlara da çiftlikte gönüllü çalışanlardan birinin getirdiğini, aslında ona bile gerek olmadığını söylemişti. Bu anı düşünüyordum çünkü barışın gerçekleşmesi için önce içimize yayılması, kendimizi sevmeyi öğrenmemiz ve böylece barışın yayılacağına inandığımız, gerçekten inanmak istediğimizde harekete geçtiğimi teziyle çalışıyorduk. Küçük, saf ve basit. İletişim kanallarını açtığımız her alandaysa, karşıtlıklar, ötekiler ve bütün bunlarla mücadelelerin yarattığı yeni mücadeleler vardı. Sanki, ben olduğum yerden baktığımda, dışarısı zaten anlamadığım bir savaş halindeyken umutlanmaya, iyiye yönelmeye kendimden başlamalıydım. Uzatmayacağım. Bunu parçalara ayıran ve acımasızca içimi çürüterek önüme akıtan olaylar olup bitiyordu. Ben bir denge ararken, içim de dışım da; bütün barışlarım ve savaşlarım gibi toptan kaybediyorduk. Nasıl bir dengeydi bu?

Çocuklara sordum. 



Barış Dünyasında olduğunuzu düşünün. Barışın hâkim olduğu bir diyar.  Sonra aynılarını savaş dünyası için de konuşacağız.

-          Ne(ler) size barış dünyasını hatırlatıyor?
-          Nasıl hissediyorsunuz o dünyada?
-          Barış Dünyasında neler yapmak isterdiniz?

Kavgasız, Savaşsız bir yerde olduklarını söylediler önce. Sadece neyin onlara barışı hatırlattığını sorduğumu yineledim:
Çiçek, zeytin dalı, gün batımı ve bale
Ne yapmak isterdiğiniz sorusunu pek heyecanlı cevapladılar ve çoğu aynı şeyleri söyledi: uçmak, uyumak, denize girmek, gülmek, balık tutmak, güzel bir köyleri olsun istiyorlar.

Peki, nasıl hissediyorlar bunları yaparken?
Güzel, güvenli, huzurlu, sevgi dolu hissediyorlar. Sonra bir anda erkeklerden biri söz almadan, yerinden sırıtarak, “Kız gibi” hissettiğini söyledi. Birkaç başka erkek de ona katıldı. Neden bahsettiğini hiç sormadım. Aslında bu yaşta, kız gibi olduğunu da bilmesi ve hissettiğini söylemesi belki de iyiydi. Diğer taraftan, böyle bir durum var gibi görünmüyordu. Bir çeşit zayıflıktan bahsediyor gibiydi. Ama tam da o zayıflığı yaşadığı, hissettiği için onunla dalga geçmesi de garipti. Kız gibi hissettiğini söyleyen erkekler kendi aralarında konuşurken, kızlardan biri bir anda barış dünyasında güçlü hissettiğini söyledi.
Çoğunluk buna karşı çıktı. Çünkü öğretmen daha dersin başında oraya bir de savaş dünyası koymuştu ve güç asıl savaş dünyasında hissedilirdi.

Kılıç, savaşçı, aslan, tüfek, keskin nişancı ve birinin onu dövdüğünü hatırlıyorlardı savaş dünyasında.

Sabırsızlıkla savaş dünyasında yapacakları konuşmayı beklemişlerdi. 300 milyon spartaliyla dovusmek, kendine büyü yapıp vampire dönüşmek ve herkesi vampire dönüştürmek, Hobit filmini seyretmek, Superman olmak istiyorlardı.

Sınıf U şeklinde. Ortaya geçip fotoğrafını çekerken, işte, denge dediğimiz şeyin bu olduğunu düşünüyordum ki. U’nin kenarında oturan Ece söz istedi. Savaş dünyasına sadece orayı yok etmek için gideceğini ve böylece her zaman Barış içinde yaşayacağımızı, söyledi. Ece’nin tam karşısında U’nun diğer tarafında oturan Miran, “Öğretmenim bir keskin nişancı olup Ece’nin tam kalbine vurmak istiyorum.” dedi. Sonuçta biz de orada eğleniyoruz, gibi bir tavrı vardı. Gülümsedim. Ece’ye baktım. Yapsın bakalım, dedi Ece de göz kırpıp. Son zamanlarda şahit olduğum en tatlı tartışmaydı diyebilirim. Zil çaldı. Ece, Miran’a bakıp başını çevirdi ve hızlı adımlarla sınıftan çıktı. Miran da, bir arkadaşı gelip ona çizdiği bir resmi gösterene kadar masasında kalakaldı.

Bu bir dengeydi benim için. Her şeye rağmen, güzel, eğlenceli bir denge. “Kız gibi” hissedilen durumları nasıl deşebilirdim, diye düşündüm. Şaman arkadaşımın bahsettiği dergilerin, reklamların, televizyonların paldır küldür bizim sınıfa da girdiğinin işaretiydi bu.
Bir şey daha yoktu bu dengede. Yok ya da şöyle demeli; Poetika var; Siyaset yoktu. Kız gibi hisler de bununla da karşılaşacağımızı gösteriyordu. Çünkü en azından, yıl sonunda bir gösteri yapmamız gerekiyor..

Bu çalışmayı yaptıktan sonraki hafta önce Barış Dünyasına gittik ve sahnede konumlanmayı çalıştık. Sonra Savaş dünyasına gittik ve o sahnede farklı koreografi çalışmaları yaptık. Film müzikleri eşliğinde Superman ve kurtaracağı kişi olmak; Superman ve onun kötü düşmanları olmak benim işimi çok kolaylaştırdı. Almaları gereken konumları çok daha rahat, gitmeleri gereken yere çok daha hevesle gittiler. Dans ettiklerinin ne kadar farkındaydılar acaba..


3.     Adım: Ortak ve her haftalık rutin ders saatinde bu hareketleri geliştiriyoruz. Sonrasında bu hareketlerin tekniğini öğrenip sunumunu yapmak, gerçekleştirmek isteyenlerle de ek, yani seçmeli saatlerde de bir araya geliyoruz. Ritim ve hareket, koreografi, esneklik ve beden hâkimiyeti için çalışabiliyoruz.

Rol dağılımı. Herkesi eşit şekilde dahil etmeye çalıştığın işler sıkıcı ve zor olur derler. İki yolu vardır. İlkinde çalıştıran kişi, sahneye çıkacaklar üzerinde ciddi bir tahakküm kurar, söyledikleri sorgulanmadan uygulanır. Buradaki amaç sadece sunumdur. Önemli olan müziktir, mükemmel uyumdur. Diğer bir yolunda da çalışmaya katılan herkese aynı derecede söz hakkı verilir. Eğer mesele, somut bir şey üretmek ve onu eve götürmekse süreç içerisinde sorunlar yaşanır.

Farklı bireyler, farklı değerlerle gelir. Başroldeki dansçı en çok çalışan dansçıdır diye bir şey yoktur. Ya da yönetmenin danstan en iyi anlayan, bütün hayatını ona adamış kişi olduğu anlamına gelmiyor. Bunlar hep kariyerle ilgili.. 

İnsani mevzularsa daha çok iletişimsel eylemlerde görünür. Eylemlerinde iletişim biçimlerini dönüştürenler gerçek birer insanlar olurlar. Sanatçı, devrimci, lider, yaratıcı, kendini gerçekleştiren, eğlenceli gibi sıfatlar kullanabilirsiniz. Bence de uygun. Tabii amacına göre de değişiyor. Popüler kültürün yaptığı devrim seyirciyi Madonna’nın sahnesiyle aynı seviyeye taşımaktı – büyük bir laf etmiyorum, sadece şarkı sözlerini yüceltiyorum. Hala da bunun araçlarından yararlanıyoruz. Benim bahsettiğimse biraz daha Şaman arkadaşımın söylediği –dergilerin asla saf iyilik, şifa iletişimini yayamayacağı, zaten ondan böyle bir şey beklemediğimize göre- sahneyi tamamıyla yok etmek.

-          O sahnenin asla yok olmayacağını biliriz; ama şarkımızı da bunun için, böyle bir niyetle söyleriz. (politikanın bir güç ilişkisi olmasından çıkarılamayacağını bilerek, onu bundan olabildiğince uzaklaştırmak için politika yapmak. Yel değirmenleri!)

-          Sahnenin yok olmayacağını bildikten sonra, bu bilginin sorumluluğuyla en azından Madonna’nın iyi şarkılarını, iyi bir sahnede söylemesi için çalışmak.

İkincisinde iletişim biçimini dönüştürmen daha zordur çünkü iyiye odaklanırsın, çünkü düşmanların vardır. Madonna’nın Paris olayları sonrasında Stokholm’de “like a prayer” ı söylemeden önceki konuşmasını dinlediniz mi? Onlara (IŞİD) istediklerini vermez. Böyle kötü bir günde sahnesine çıkar. Şarkısını söyler.
Üstelik bu çocuklar bir yandan kariyer de yapmak, biri olmak, zorunda (aile içinde böyle kabul ediyoruz.) Skolyoz olduğum için dansçı olmadığımı ya da Uluslararası İlişkileri Arkeolog olamayacağım için seçtiğimi biliyorum mesela. Bütün bu kişisel şeyler, rol dağılımını etkiler.  
Şamanlar, her şey olması gerektiği gibi midir yoksa sadece oldukları gibi mi sorusuna nasıl cevap veriyorlar, bilmiyorum. Benim için, her şey sadece olduğu gibi. Birbirimize bakıyoruz. Benim için sahne bu. Birbirimize baktığımız yer: Bağlam.
İklim forumunda Silvan için açtığımız “Barış Hemen Şimdi” pankartının arkasında durmakta dansın – ya da müziğin, şiirin, resmin, önemli değil -  fikri de pratiği de var.
Dans çalışmak kendine küçük bir dünya yaratmak gibi; ama onunla ayakta kalmak ve yürümek bu kadar zorsa, sanırım o küçük dünyadan ibaret de değil. Anlatmaya çalıştığım bu.
Bir tercih yapmalarını ve bunu bana göstermelerini istiyorum. Uyumlu olabilirler, kavga edebiler, çalışkan olabilirler, kaçabilirler. Bir tercih yapsınlar ki gerçek bir insan olabilmeleri için onlara köprü olabileyim. Araçlarım da bu 3 adımdan ibaret.
Üçüncü ve son adım kısaca aslında bu: hareket.
Üç Ekoloji’nin yeni sayısı için yaptığımız röportaj, demokrasinin bir iletişim biçimi olduğunu göstermişti bana en çok. Benim için de üçüncü adımda, demokrasinin süreçlerini yaşayabilecek bir zeminin olması çok önemli. Sahne çok genel bir kavram. Sınıfta o “kız gibi” hissedilen şeyle ne çıkacağını orada görüyorsunuz. Birbirimize bakıyoruz, demiştim değil mi?

***
Ek: Bunları buraya yazıyorum. Böyle durmaları çok önemli. Bir şekilde el yordamıyla anladığım şeyleri şimdi teori&pratiğiyle algılamaya geldi sıra benim için.

-          Regio Emilia yaklaşımını okuyorum. Uygulamalar nerde, nasıl yorumlanmış.

-          Hollanda’da ICDI diye bir vakıf var. Yaptıklarını takip etmek bile yol aldırabilecek gibi. İletişim kurmaya başladım. Eğer vizem çıkarsa gidebilirim.

-          Sonraki aşama, Akram Khan gibi dansçıların müfredatta dans eğitimi olması gerekiyor demekle ne demek istediklerini algılamaya geliyor.

-          Bir yandan deliler gibi okul öncesindeki bale eğitimi ve genel olarak nasıl bir öğretmen olmak istediğim.

Benim şu andaki eksikliğim bütün bunları somut bir hedefe dökememek. Bunları yapan kişi ne olur?
Söylerseniz sevinirimJ


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder