11 Ekim 2015 Pazar

bir sokak kedisiyim ve sadece dokuz canım var.




Sanki göğüs kafesim parçalanarak açıldı ve içim gözlerimin önünde aktı gitti. Bugün, nasıl devam ediyor acaba diye annemin gözlerine bakmak istedim. Gözlerinden belki yine içine geri dönerdim.
Yapamayacağıma göre, devam etmenin bir yolunu bulmak zorundayım. İşte, başka bir yolum yok. Buradayım. Yazıyorum. 

Soru: İlk günler nasıl geçecek?

Cevap: Bir şekilde geçecek biliyorum. Sadece, 3 muhabbet ve 1 tavsiyeye ihtiyacım var. 

1.       Adım: Muhabbetler

Muhabbet 1: Suçluluk duygusunun ve öfkenin haberleri izleyince ayrı, izlemeyince ayrı halleri yok muydu? Tartışma programlarında sinirlerin bozulurdu, taraf tutardın felan. Ne salakmışım.

Muhabbet 2: Olumlu Hafıza. 

Hafıza için: Yeşil Gazete okuyun. Ya da siz de kendi Yeşil Gazetenizi bulun. Çünkü okurken nefesinizi duyarsınız. 
Mehmet Fırat Pürselim’in yazısını okurken bunları düşünebildim mesela. Hafızam harekete geçti, vicdanımı çalıştırdı ve daha önce hissettiğim “iyi” duyguları çekip çıkardı. Aslında yazıda pek de katılmadığım bölümler vardı ama, bu da aslında “iyiye” işaretti. http://yesilgazete.org/blog/2015/10/11/bu-meydan-kanli-meydan/

Olumlama için, okumaya ve hatırlamaya devam edin: O sırada Özgecan’ın yazısı düştü. Nefesimle beraber kalbimin atışını da duydum sandım. Devrimden bahsediyor! Üstelik yazıda ben de varım. Dans ediyorum. 

http://yesilgazete.org/blog/2015/10/11/bugunler-de-gececek/
Neyse, baştan başliyim. Gezi olayları sırasında Ümit (Şahin) Üç Ekoloji dergisi için Cihat, Ben, Gizem H, Cihan, Ayşe ve Onur’la bir röportaj yapmıştı. Ümit’in ilk sorusunu çok iyi hatırlıyorum, “Sizce Gezi bir devrim miydi?” 5’imiz “devrimdi” dedik. Hepimiz ayrı ayrı kendi tanıklıklarımızdan yola çıkarak devrim olduğunu söylüyorduk. Ben daha cümleler ağzımdan çıkarken saçmaladığımı düşünüyordum.Gezinin bir devrim olmadığını söyleyen Onur, modern anlamda devrim tanımıyla olayı çok güzel bağladı. Devrimci unsurlar var, dedi ve devam etti, “Nasıl bir devrim olduğunu bundan 1 yıl, 2 yıl sonra Dünya’ya, Türkiye’ye ve kendi hayatımıza baktığımızda göreceğiz, daha iyi anlayacağız.” Dergi yayınlandığında röportajı okurken bütün cevaplara sevindiğimi hatırlıyorum. Özellikle hepimizin hayatlarını teker teker düşününce.. Onur’un söyledikleri üzerinden 2 yıl geçti. Bugün Özgecan ben kendi devrimimi yaptım, diye yazdı. Ben hatırladım. Bir şey devreye girdi sanki..

Muhabbet 3: Doğru ya, “Uzaktan Ürkünç Eylem” (Spooky Action at a Distance) teorisine inanıyorum ben! Kendimce. Bunları yazarken, başka birileri buna benzer bir şekilde düşünüyor, konuşuyor, eğrilip bükülüyor. 

Bu deliliğe siz de katılsanıza? 


“Sen düşünceden ibaretsin, gül düşünür gülistan olur, diken düşünür dikenlik olursun.” Mevlana'ya razıyım ben.



2.       Adım: Tavsiyeniz?

O röportajdaki insanların hepsini yazmış Özge sanki. Çoğumuzun hayatı değişti. Bir o kadar daha insan biliyorum yazıda geçen. Siz de aslında, en az benim bildiğim kadar biliyorsunuz, tanıyorsunuz, görüyorsunuz.

Şimdi bu yas gününde bir kere daha göreceğiz birbirimizi.

Ama ben oturtamıyorum, anlamıyorum sanırım, neyi görmeye ihtiyacımız olduğunu. 


#HayatıDonduruyoruz eylemine nasıl katılmalıyım, bilemiyorum.

Yarın 5 – 6 yaşındaki çocuklarla bale dersi yapacağım. Aile, zaten genelde, böyle günlerde, okullara daha bir duygusal bırakıyor çocuklarını. Sizde bir çeşit umut görmek istiyorlar. Evet ülkede durum bu; ama siz bize güzel şeyler söyleyin ve çocuklarımıza iyi şeyler öğretin. Sanki ben bu derslere uzaydan iniyorum ve böyle zamanlarda çocukları da yaşadığım o parlak yıldızlara götürmek için varmışım gibi.
Utanç, keder, korku, çaresizlik ve yalnızlık her yaşta başa çıkılması zor duygular zaten.
Bir kesim, bu zorluk nedeniyle çocuklara bu duyguların açılmamasını tercih ediyor. Yani, dünyada ne olursa olsun, trafik kazasının neden olduğu trafiğe kendisi denk gelmedikçe, işe gittiği gibi. Çocuk da böyle bir süreklilik edinmeli ve buna sorumluluk denip takdir görmeli. Değerli yetişkinler, masallara inanmadan nasıl çocuklar yetiştirmeyi düşünüyorsunuz? 

Hayır, hayat da ve gerçeği de bu değil. Bazen dururuz. Gerçekten dururuz. Başımızın çaresine tek başımıza bakmak zorunda kalırız. Korkarız. Zaten ailemizin başına bir şey gelir ya da biz kayboluruz ya başlarken (masallara).

Yarın, 10. canlarını kazanmaya çalışan sokak kedilerinin hikâyesinde dans edecektik, plan buydu. 

Peki, ben şimdi yarın ne yapmalıyım? 

Bu da aynı diğer bütün işler gibi. Ben de gitmemeliyim. Aradıklarında da hayatımı dondurduğumu söylemeliyim. Çocuklar zaten okula gelmemeli.
Gelen çocuklarla sokakta oynamalıyım.

Sanırım işimin tam olarak ne olduğunu bilmiyorum.


3.       Adım: #BarışKazanacak

Yarın, yaptıklarınızın ne kadar barış için olduğunu tartın, bunu paylaşın, yayın. Lütfen.

 Barış için oy kullanın, lütfen.

Sonra dans etmeye gidelim. Lütfen.

4 Ekim 2015 Pazar

MEVSİM FELAKETİ Mİ, FELAKETLERİN MEVSİMİ Mİ?



Yaz bitti. Geriye kalan yol anıları ve tatil resimlerden kafamızı kaldırdığımızda göreceğiz: berbat bir yazdı. Kuzeyde bulutlar yükseldiğinde su ve toprak, Doğu Karadeniz’de felaketlerin nedeni haline geldi. Güneye zehirli dumanlar çöktü. Şiirdeki ormanların özgürlüğüne ve kardeşliğine ateş düştü sanki. Yangınlardan nefes alamaz olduk. Doğu’da da, Batı’da da yaşamın kaynağı su ve ateş, hava ve toprak onlara davrandığımız gibi dönüyor bize. Yıkıcı. Ölümcül derecede yıkıcı.
                                                                                 
    “Evrendeki her şey mükemmel bir şekilde
     birbiriyle bağlantılı. En küçük bir parçası
 bile patlasa, bütün evreni etkiliyor.”*

Türkiye’de iklim değişikliğinin acil ve önemli bir gündem olabilmesi için yeterince felaketin yaşandığı bir mevsim daha geçti üzerimizden. Şimdiye kadar ölçülen en sıcak yazı nasıl hatırlayacağımız, bundan sonraki yazlarımızı da etkileyecek. Medyanın ilgi gösterdiği haliyle Amerikan Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi’nin açıkladığı “En Sıcak Yaz” kayıtları haber başlıklarında kalabilir gibi görünüyor. Kuraklığın neden olduğu savaşlardan kuzeye göç eden ya da dağ havasında tatil yapmak isteyen insanları verimli yağmurlar, bereketli sular beklemiyor artık Doğu Karadeniz’de.
Hatırlayalım.
23 Ağustos’ta Artvin’in Hopa, Arhavi ve Borçka bölgelerinde başlayan yağmur, kısa sürede son yılların en büyük sel felaketine dönüştü. Sekiz gün sonra Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bilançoya göre 11 kişi öldü, 27 kişi yaralandı; 6 bina yıkıldı ve toplamda 1434 afetzede var.
Peki Doğu Karadeniz 2015 yazını nasıl hatırlayacak?
Yaşananlara iki farklı hafıza kaydı önerisi var. Biri Ankara’dan geliyor. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, sel felaketini bölgede yaşayan en yaşlı insana sorduklarını, onun babasının bile böyle bir yağış görmediğini söylüyor. Böylesine bir yağmur daha önce hiç yaşanmadığından dolayı bölgedeki alt yapı ve yapılaşmayı bu bilançonun nedeni olarak görmek yanlış olur.
Bir diğeri bölge halkından geliyor. Artvin’in dik yamaçları ve derin vadilerine yağmur çok eskiden beri coşkulu yağar, diyorlar. Yaşam alanlarına, tarıma ve canlılara ciddi, geri dönülemez zararlar veren sel ve heyelan olaylarınınsa son yıllarda arttığını belirtiyorlar. Felaketin adının selden ibaret olmadığı kanısındalar. Tema Vakfı Rize İl Temsilcisi Nevzat Özer’e göre dik arazilerde toprağı ve suyu çok daha iyi tutan güçlü kök sistemine sahip orman bitki örtüsünün yerini çay tarımı ve yapılaşmanın alması önemli bir faktör. Bir diğeri ise bu dik yamaçların sayısız yol çalışmasıyla kesilmesi. Bu çalışmaların hafriyatının dere yataklarına dökülmesi bu doğal afetin felakete dönüşmesinin nedenleri. Açık Radyo’daki Ekonomi – Ekoloji programına konuşan Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Mert Güvenç, Özer’in yorumunu bir adım daha ileri götürerek yaşananların geliyorum diyen bir felaket olduğunu söylüyor. Güvenç’e göre bölgede eş zamanlı yürütülen HES’ler, maden ocakları, Yeşil Yol, Sahil Yolu ve yapılaşma projeleri bölgenin ekolojik dengesine yapılan şuursuz bir talan.
“Büyük, çok büyük bir evrenin küçük bir
parçası olduğumu anladım.
Bu onun olması gerektiği gibi
olduğunu gösteriyor.”*

Hopa’daki sel felaketinin nedenlerine yaklaşım farklılığı; İklim Adaleti için verilen mücadelenin aynası niteliğinde. Bir yanda öngörülemediği söylenen olayların sorumluluğu bulutların da ötesine havale ediliyor. Diğer bir yanda plansız yapılaşma, doğa kıyımlarıyla sorumluluğun insanın kendisinde olduğu söyleniyor. Bu bize iklim adaleti için mücadelenin iki boyutu olduğunu gösteriyor. İlk olarak yerellerdeki doğanın talanına yönelik projelere karşı somut kazanımalar elde etmek. Yeşil Yol dozerinin önünde canlı kalkan olmak. Hopa özelinde bu durum, bir kriz masasının oluşturulması ve bilimsel verilerin toplanması sonrasında afetzedeler ve yerel halk ile paylaşılması sürecinin takipçisi olmak olabilir. Yapılması gerekenleri talep etmek bile, Türkiye’de aktivist olmak için yeterli.

İkinci ve eş zamanlı olarak ise kazanımların kalkınma politikalarına kalıcı etkisini sağlamak olmalı. Örneğin bir inşaat izninin alınabilmesi için belirli bir emisyon sınırı olsaydı, Yeşil Yol’un gündeme gelmesi bile çok zor olabilirdi. Farklı boyutlarını yansıttığını düşündüğüm bir başka örnek maden ocakları olabilir. Proje aşamasındaki 80 Termik Santralin hayata geçmesi durumunda Türkiye karbon salımında tek başına Avrupa Birliği’ni yaklaşacak. Enerji politikasını karbondan yenilenebilir enerjiye doğru çevirmek, buna uygun iş alanları yaratmak; gerçek bir iklim politikanızın olması demektir. Kuraklığın başlattığı savaşlardan kaçarak sığınan iki milyon mülteciyle iklim değişikliğinin uluslararası ilişkilerdeki boyutu bizim için de yeni bir şey değil artık aslında - ama - yine de…
Türkiye 2015 yazını bütün bunların konuşulmaya başlandığı yaz olarak hatırlamayacak. Çünkü sorumluluğu bulutların da ötesine havale eden zihniyet tarafından mücadelenin iki boyutu arasındaki bağlantı yolları manipüle ediliyor. Sanki Havva Ana Yeşil Yola Dur derken, iklim değişikliğine karşı çıkmak için bambaşka, zor ve çetrefilli şeyler yapması gerekiyormuş gibi… Oysa iklim adaleti talebinin ta kendisidir Yeşil Yola dur demek.
Yerellerde direnen insanlar bu durumun farkında.
Mücadelenin ikinci boyutunda adımlar atılması adına anlamlı bulduğum güzel bir haberim var. Bütün bu hareketlerin ekolojik değerlerdeki ortak taleplerini birleştiren bir “hareketlerin hareketi” oluştu: #iklimicin ben de varım! Hareketin parçası olan kadınlar, çiftçiler, emekçiler, doktorlar, lgbti bireyler… 12 -13 Kasım’da Boğaziçi Üniversitesinde düzenlenecek forumda bir araya gelerek İklim Adaleti için buradayız, biz de varız, diyecekler ve gezegeni kurtarmanın yollarını konuşacaklar. Forumun hemen ardından 14 Kasım’da Antalya’da başlayan G20 zirvesine eş zamanlı bir yürüyüşün İstanbul’da yapılması planlanıyor. Türkiye’nin dört bir yanından gelen insanlar, bu yürüyüşle iklim değişikliğinin %80’ninden fazlasına neden olan ülkelere gezegeni insan eliyle yok etmeme kararlılıklarını, bunun için taleplerini duyuracaklar. Hareketin bir parçası olmanın önemi, G20’den sonra da devam ediyor. Aralık ayında Paris’te düzenlenecek olan İklim Zirvesine kadar ulaşabilecek güçlü bir etkiyle hükümetlerin #iklimicin gerçekten bağlayıcı kararlar alması adına önemli bir dönüm noktası yaşayacağız. Sürecin bir parçası olmak için iklimicin.org adresinden imzacı olmak yeterli. Hopa’dan Paris’e kadar uzanan asıl macera ondan sonra başlıyor…
Sonuçta bütün bunlar Kuzey’de ve Güney’de; Doğu’da ve Batı’da barış içinde gerçek bir sonbahar yaşanması için değil mi?

Bahar Topçu, 26 Eylül 2015

*Alıntılar, (Beasts of the Southern Wild) Düşler Diyarı Filminden


Kaynaklar:
-          The Guardian yazarından yerinde soru: Türkiye’nin kömür atağını durdurmak için artık çok mu geç? http://yesilgazete.org/blog/2015/08/08/guardian-yazarindan-yerinde-soru-turkiyedeki-komur-atagini-durdurmak-icin-artik-cok-mu-gec/