Bundan 3 sene önce, Mavi bir tahtayı beyaz bir
tebeşirle ortan ikiye ayıracaksın, hem de ilkokul ikinci sınıfta… sınıf çocuklarla
doluyken… derslerden birinde… bale dersinde… deselerdi nasıl tepki verirdim
acaba?
0 üç yıl bir şekilde geçti ve buradayız. Bana,
“Öretmenim” diye seslenen kısa insanlar oluyor arada etrafımda. Çok koşuyorlar,
çok heyecanlılar, çok konuşuyorlar. Kendi zamanlarında sanki bunu yapmak, böyle
olmak zorunda gibiler; çünkü adı üzerinde “serbest zaman” Zil çalıyor ve onları
öğrenme zamanına çağırıyoruz. Yani, bu teneffüslerin de çocukların sandıkları
kadar onlara ait, serbest bir zaman olduğunu zannetmiyorum. Daha çok, biz
yetişkinlerin – okul görevlilerinin – onlara öğretmek için hazır kıvama
gelmelerini sağladığımız bir alan gibi.
Neden bunları böyle yazıyorum. Çünkü kendi hayatımda da
bu böyleydi. Ama bu kıvama gelme biçimlerinden hiç memnun olmadım. Olanaklı,
dayanışmacı, rahatlatıcı, besleyici, sağlıklı dönüştüren zamanlar değildi. En
azından benim için, bu böyleydi. Okulda da, okuldan sonraki hayatımda da. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisinin Kadıköy’de daha
da ayrıntılı anlattığımda, ne istediğini bilmediğim saçma sapan bir dönemde
olduğumu söylediğimde Murat, güldü. Sadece kendin olmak istiyorsun, demişti. Bundan
sonraki zamanlar, bunun ne demek olduğunu araştırarak, anlayarak, idrak ederek
geçti. Okullarda verdiğim bale ve dans derslerinde kendime bulduğum – başka bir
motivasyon yok çünkü – ilk misyon bundan ibaret. İyileştirme çalışmaları da
oldukça el yordamı…
Bir yılda neler öğrendim. Aslında bildiklerinizden
farklı bir durum yok. Sanat alanındaki aktivitelerin okul yönetimi ya da
veliler açısından konumlandırılışına şaşırmıyoruz. Belirgin, üzerinde
düşünülmüş bir durumda bile değil. İlk aşamada, “Var” diyebilmek için müfredata
yerleştirilen ve bir çeşit prestij getirdiği söylenen sanatsal aktivite
yapıldığı iddia edilen derslerin programa farklı şekilde yerleştirilmesini
isterdim.
1. Adım:
Bütün çocuklarla “dans fikri” paylaşılıyor: ilk dersler, ilk haftalar.
2. Adım:
Bu fikirle temel hareketler gerçekleştiriliyor. Sonraki 1 – 2 ay
3. Adım:
Ortak ve her haftalık rutin ders saatinde bu hareketleri geliştiriyoruz.
Sonrasında bu hareketlerin tekniğini öğrenip sunumunu yapmak, gerçekleştirmek
isteyenlerle de ek, yani seçmeli saatlerde de bir araya geliyoruz. Ritim ve
hareket, koreografi, esneklik ve beden hakimiyetiyle artistlik çalışabiliyoruz.
Bu, kesinlikle benim tanıma yöntemim. Bunu biliyorum.
Bunu, yetenek dediğimiz şeyin belirli bir alandan çok genel bir yönelim
olduğunu; ilgi, beceri ve istekle beraber belirli bir alana aktarıldığına
inanan bir bale öğretmeni olarak söylüyorum. Bu yüzden anlattığım bir pozisyon
ya da hareketi bana belirli bir çabayla gösteren çocuklara teşekkür etmeyi
seviyorum. Kendini açıyor. Açılıyoruz. İşte bu noktada işimi seviyorum. Yani
işimi sevmek için çok çabalamam gerek. Koşullarım uyuz ve işim zor. Şimdilik sadece kızını bale dik durması, zarif
olması için getirdiğini söylerken aidat parasını karşımda eliyle sayan, bir de
sürekli yetenek peşinde koşan anne-babalara kendime de yakıştırdığım bir cevap
bulamadım.
Son zamanlarda başımıza gelen şeytansı felaketlerin
iletişim yüzünden geldiğini düşünmeye başladım. Hem kendi hayatımda, hem de
dünyada. Bu fikrim taaa Şaman bir tanıdığımın, aslında dergi de okumamamız
gerektiğini söylediği ana kadar uzanıyor.
Ne demek istediğini anlamam için, Ümit Şahin’le beraber
Üç Ekoloji dergisi için Murat Özbank’la demokrasi üzerine röportaj yapmamız; O
mavi tahtayı 7 yaşındaki çocukların karşısında Barış Dünyası ve Savaş Dünyası
olarak ikiye ayırmam; Kırmızı’nın Mirasını okumam ve yeğenim Sude’yle de Alis
Harikalar Diyarında’yı okumam gerekti. Üç aşamalı bir durum. Yukarıda yazdığım
3 adımı tersine saydım da diyebiliriz.
1.
Adım:
Dans fikrinin paylaşımı:
Ben bir yandan İngilizcesini okumaya çalışırken,
ablamlara her gittiğimde Alis’in Türkçesini okuyorum Sude’ye. (heyecanlı bir şekilde “bunu ilk
gördüğümde Teyzem delirmiş olmalı,” deyişini hatırlıyorum.) O gün ikinci bölümü
okuyorduk: Gözyaşı Havuzu. Birkaç sayfa ilerledikten sonra ablam aşağıdan
çağırdı ve nar&portakal sularımızın hazır olduğunu söyledi. Almak için
inerken aklıma Alis’in içtiği iksir geldi. Geri döndüğümde Sude’ye Alis’in
iksiri gibi bir şey getirdiğimi söyledim. İçerken, “Ama bunun tadı kötü” dedi.
İksir olmak kolay iş miydi, bizi o kadar büyütecek.. hem Alis’in içtiği iksirin
de tadı kötü, derken Sude sözümü kesti. Hayır teyze, Alis’in iksirinin tadı
güzeldi, diye karşı çıktı. Ben ısrarla kötü olduğunu söylerken Sude de ısrarla
doğru hatırladığını savunuyordu. Kitabın sayfalarında geri gittik. Alis’in
iksiri içmeye karar verdiği satırlara döndük ve ben yüksek sesle okumaya
başladım. “Alis iksiri içmeye cüret etti ve tadını da çok güzel buldu,”
yazıyordu. Virgülden hemen sonra bir parantez içi vardı, şöyle: (vişneli tart
pasta, sütlü muhallebi, ananas, hindi rosto (hindi kızartması, şekerleme,
tereyağlı tost karışımı bir tat.) Alis’in şişeyi kısa sürede dibine kadar
içtiğini okumadan kahkahalarla gülmeye başladık. Sonra konuştuk. Böyle bir
karışım nasıl bizim Nar&Portakal karışımından daha güzel olabilir ki,
dedim.
-
İçtin mi, diye sordu Sude (yüzünde yemek
istediğim bir muziplik vardı)
-
İçmedim.
-
Valla ben bunu beğenmedim (gözleriyle boş
bardaklarımızı işaret edip yüzünü buruştururak) ama Alis’in tavsiyesiyle o
iksiri içmek isteyebilirim. Bakalım ne olacak? Hadi, oku.
Yeğeniyle gerçek bir edebiyat muhabbeti yapan teyze çok
mutluydu. Sude de mutlu muydu acaba? Onun mutluluğu daha farklı görünüyordu.
Güzel, huzurlu bir uykuya daha yakın. Bu iksirin tadının kötü olduğuna dair
kitapta tek bir ipucu olmadığını konuştuğumuz birkaç şey daha söyledik. Sude’ye
göre ben sadece kendi yorumumu hatırlamıştım. Kafadan atmıştım. (Sude bunu
böyle düşündüğü için ayrıca sevinçliydim üstelik. Hala gülüyordum.) Kitapta
yazanı değil. Sude’yse anlatılanı olduğu gibi hatırlıyordu. Hatta yorum
yapmamaya özen gösteriyor, olacakları dikkat kesilerek merakla dinliyordu. Bu
yaşadığıma bir sürü bakış açısı ve kuramla bir sürü şey söylenebilir. Benim
için dans fikrinin ta kendisi. Önce hikâyeyi anlatıp, sonra balesini
izlettiğimde çocukların soruları; Alis neden aynı kalıyor? Tavşan nerede?
İksiri hangi arada içti? Bilmiyorum. Bir kere bu muhabbeti yaptıktan sonra içimdeki
bir sürü meraklı tavşan bu fikri alkışlamak istiyor sadece.
Böyle bir
bağlamı var çünkü.
2.
Adım:
Bu fikirle temel hareketleri yapmak:
Ankara katliamından sonra ilk defa okula gitmek için
çok isteksiz çıktım. Ne yapacağımı bilmiyordum. Okula gittiğimde öğrendim ki
bale sınıfımızda ders yapmamız mümkün değil; bu haftayı kendi sınıflarında geçirmek
zorundalar.
Pekala. Şimdiye kadar bir dersin bir sonraki haftayla
bağlantısını anlatmamıştım çocuklara. Bu yüzden emin değildim. Ama boş geçirmek
de istemiyordum. Ve aklımda hala, şaman arkadaşımın aslında dergilerin bile
olmaması gerektiğini söylediği o an vardı: sehpadaki MAGMA dergisine
takılmıştım, ormandasınız ama benim daha bulamadığım dergi evinize gelmiş bile,
demiştim. Onlara da çiftlikte gönüllü çalışanlardan birinin getirdiğini,
aslında ona bile gerek olmadığını söylemişti. Bu anı düşünüyordum çünkü barışın
gerçekleşmesi için önce içimize yayılması, kendimizi sevmeyi öğrenmemiz ve
böylece barışın yayılacağına inandığımız, gerçekten inanmak istediğimizde
harekete geçtiğimi teziyle çalışıyorduk. Küçük, saf ve basit. İletişim
kanallarını açtığımız her alandaysa, karşıtlıklar, ötekiler ve bütün bunlarla
mücadelelerin yarattığı yeni mücadeleler vardı. Sanki, ben olduğum yerden
baktığımda, dışarısı zaten anlamadığım bir savaş halindeyken umutlanmaya, iyiye
yönelmeye kendimden başlamalıydım. Uzatmayacağım. Bunu parçalara ayıran ve
acımasızca içimi çürüterek önüme akıtan olaylar olup bitiyordu. Ben bir denge
ararken, içim de dışım da; bütün barışlarım ve savaşlarım gibi toptan kaybediyorduk.
Nasıl bir dengeydi bu?
Çocuklara sordum.
Barış Dünyasında olduğunuzu düşünün. Barışın hâkim
olduğu bir diyar. Sonra aynılarını savaş
dünyası için de konuşacağız.
-
Ne(ler) size barış dünyasını hatırlatıyor?
-
Nasıl hissediyorsunuz o dünyada?
-
Barış Dünyasında neler yapmak isterdiniz?
Kavgasız, Savaşsız bir
yerde olduklarını söylediler önce. Sadece neyin onlara barışı hatırlattığını
sorduğumu yineledim:
Çiçek, zeytin dalı, gün batımı ve bale
Ne yapmak isterdiğiniz sorusunu pek heyecanlı cevapladılar ve çoğu aynı
şeyleri söyledi: uçmak, uyumak, denize
girmek, gülmek, balık tutmak, güzel bir köyleri olsun istiyorlar.
Peki, nasıl hissediyorlar bunları yaparken?
Peki, nasıl hissediyorlar bunları yaparken?
Güzel, güvenli, huzurlu, sevgi dolu hissediyorlar. Sonra bir anda erkeklerden biri söz almadan,
yerinden sırıtarak, “Kız gibi”
hissettiğini söyledi. Birkaç başka erkek de ona katıldı. Neden bahsettiğini hiç
sormadım. Aslında bu yaşta, kız gibi olduğunu da bilmesi ve hissettiğini
söylemesi belki de iyiydi. Diğer taraftan, böyle bir durum var gibi
görünmüyordu. Bir çeşit zayıflıktan bahsediyor gibiydi. Ama tam da o zayıflığı
yaşadığı, hissettiği için onunla dalga geçmesi de garipti. Kız gibi
hissettiğini söyleyen erkekler kendi aralarında konuşurken, kızlardan biri bir
anda barış dünyasında güçlü hissettiğini söyledi.
Çoğunluk buna karşı çıktı. Çünkü öğretmen
daha dersin başında oraya bir de savaş dünyası koymuştu ve güç asıl savaş
dünyasında hissedilirdi.
Kılıç, savaşçı, aslan, tüfek, keskin nişancı ve birinin onu dövdüğünü hatırlıyorlardı savaş dünyasında.
Kılıç, savaşçı, aslan, tüfek, keskin nişancı ve birinin onu dövdüğünü hatırlıyorlardı savaş dünyasında.
Sabırsızlıkla savaş
dünyasında yapacakları konuşmayı beklemişlerdi. 300 milyon spartaliyla dovusmek, kendine
büyü yapıp vampire dönüşmek ve herkesi vampire dönüştürmek, Hobit filmini
seyretmek, Superman olmak istiyorlardı.
Sınıf U şeklinde. Ortaya
geçip fotoğrafını çekerken, işte, denge dediğimiz şeyin bu olduğunu
düşünüyordum ki. U’nin kenarında oturan Ece söz istedi. Savaş dünyasına sadece
orayı yok etmek için gideceğini ve böylece her zaman Barış içinde
yaşayacağımızı, söyledi. Ece’nin tam karşısında U’nun diğer tarafında oturan
Miran, “Öğretmenim bir keskin nişancı olup Ece’nin tam kalbine vurmak
istiyorum.” dedi. Sonuçta biz de orada eğleniyoruz, gibi bir tavrı vardı.
Gülümsedim. Ece’ye baktım. Yapsın bakalım, dedi Ece de göz kırpıp. Son
zamanlarda şahit olduğum en tatlı tartışmaydı diyebilirim. Zil çaldı. Ece,
Miran’a bakıp başını çevirdi ve hızlı adımlarla sınıftan çıktı. Miran da, bir
arkadaşı gelip ona çizdiği bir resmi gösterene kadar masasında kalakaldı.
Bu bir dengeydi benim
için. Her şeye rağmen, güzel, eğlenceli bir denge. “Kız gibi” hissedilen
durumları nasıl deşebilirdim, diye düşündüm. Şaman arkadaşımın bahsettiği
dergilerin, reklamların, televizyonların paldır küldür bizim sınıfa da
girdiğinin işaretiydi bu.
Bir şey daha yoktu bu
dengede. Yok ya da şöyle demeli; Poetika var; Siyaset yoktu. Kız gibi hisler de
bununla da karşılaşacağımızı gösteriyordu. Çünkü en azından, yıl sonunda bir
gösteri yapmamız gerekiyor..
Bu çalışmayı yaptıktan
sonraki hafta önce Barış Dünyasına gittik ve sahnede konumlanmayı çalıştık.
Sonra Savaş dünyasına gittik ve o sahnede farklı koreografi çalışmaları yaptık.
Film müzikleri eşliğinde Superman ve kurtaracağı kişi olmak; Superman ve onun
kötü düşmanları olmak benim işimi çok kolaylaştırdı. Almaları gereken konumları
çok daha rahat, gitmeleri gereken yere çok daha hevesle gittiler. Dans
ettiklerinin ne kadar farkındaydılar acaba..
3.
Adım: Ortak ve her haftalık rutin ders
saatinde bu hareketleri geliştiriyoruz. Sonrasında bu hareketlerin tekniğini
öğrenip sunumunu yapmak, gerçekleştirmek isteyenlerle de ek, yani seçmeli saatlerde
de bir araya geliyoruz. Ritim ve hareket, koreografi, esneklik ve beden hâkimiyeti
için çalışabiliyoruz.
Rol dağılımı. Herkesi eşit şekilde dahil etmeye çalıştığın
işler sıkıcı ve zor olur derler. İki yolu vardır. İlkinde çalıştıran kişi,
sahneye çıkacaklar üzerinde ciddi bir tahakküm kurar, söyledikleri
sorgulanmadan uygulanır. Buradaki amaç sadece sunumdur. Önemli olan müziktir,
mükemmel uyumdur. Diğer bir yolunda da çalışmaya katılan herkese aynı derecede
söz hakkı verilir. Eğer mesele, somut bir şey üretmek ve onu eve götürmekse süreç
içerisinde sorunlar yaşanır.
Farklı bireyler, farklı değerlerle gelir. Başroldeki
dansçı en çok çalışan dansçıdır diye bir şey yoktur. Ya da yönetmenin danstan en
iyi anlayan, bütün hayatını ona adamış kişi olduğu anlamına gelmiyor. Bunlar
hep kariyerle ilgili..
İnsani mevzularsa daha çok iletişimsel eylemlerde
görünür. Eylemlerinde iletişim biçimlerini dönüştürenler gerçek birer insanlar
olurlar. Sanatçı, devrimci, lider, yaratıcı, kendini gerçekleştiren, eğlenceli gibi
sıfatlar kullanabilirsiniz. Bence de uygun. Tabii amacına göre de değişiyor.
Popüler kültürün yaptığı devrim seyirciyi Madonna’nın sahnesiyle aynı seviyeye
taşımaktı – büyük bir laf etmiyorum, sadece şarkı sözlerini yüceltiyorum. Hala
da bunun araçlarından yararlanıyoruz. Benim bahsettiğimse biraz daha Şaman
arkadaşımın söylediği –dergilerin asla saf iyilik, şifa iletişimini
yayamayacağı, zaten ondan böyle bir şey beklemediğimize göre- sahneyi tamamıyla
yok etmek.
-
O sahnenin asla yok olmayacağını biliriz;
ama şarkımızı da bunun için, böyle bir niyetle söyleriz. (politikanın bir güç
ilişkisi olmasından çıkarılamayacağını bilerek, onu bundan olabildiğince
uzaklaştırmak için politika yapmak. Yel değirmenleri!)
-
Sahnenin yok olmayacağını bildikten sonra,
bu bilginin sorumluluğuyla en azından Madonna’nın iyi şarkılarını, iyi bir
sahnede söylemesi için çalışmak.
İkincisinde iletişim biçimini dönüştürmen daha zordur
çünkü iyiye odaklanırsın, çünkü düşmanların vardır. Madonna’nın Paris olayları
sonrasında Stokholm’de “like a prayer” ı söylemeden önceki konuşmasını
dinlediniz mi? Onlara (IŞİD) istediklerini vermez. Böyle kötü bir günde
sahnesine çıkar. Şarkısını söyler.
Üstelik bu çocuklar bir yandan kariyer de yapmak, biri
olmak, zorunda (aile içinde böyle kabul ediyoruz.) Skolyoz olduğum için dansçı
olmadığımı ya da Uluslararası İlişkileri Arkeolog olamayacağım için seçtiğimi biliyorum
mesela. Bütün bu kişisel şeyler, rol dağılımını etkiler.
Şamanlar, her şey olması gerektiği gibi midir yoksa
sadece oldukları gibi mi sorusuna nasıl cevap veriyorlar, bilmiyorum. Benim
için, her şey sadece olduğu gibi. Birbirimize bakıyoruz. Benim için sahne bu.
Birbirimize baktığımız yer: Bağlam.
İklim forumunda Silvan için açtığımız “Barış Hemen Şimdi”
pankartının arkasında durmakta dansın – ya da müziğin, şiirin, resmin, önemli
değil - fikri de pratiği de var.
Dans çalışmak kendine küçük bir dünya yaratmak gibi;
ama onunla ayakta kalmak ve yürümek bu kadar zorsa, sanırım o küçük dünyadan
ibaret de değil. Anlatmaya çalıştığım bu.
Bir tercih yapmalarını ve bunu bana göstermelerini
istiyorum. Uyumlu olabilirler, kavga edebiler, çalışkan olabilirler,
kaçabilirler. Bir tercih yapsınlar ki gerçek bir insan olabilmeleri için onlara
köprü olabileyim. Araçlarım da bu 3 adımdan ibaret.
Üçüncü ve son adım kısaca aslında bu: hareket.
Üç Ekoloji’nin yeni sayısı için yaptığımız röportaj,
demokrasinin bir iletişim biçimi olduğunu göstermişti bana en çok. Benim için
de üçüncü adımda, demokrasinin süreçlerini yaşayabilecek bir zeminin olması çok
önemli. Sahne çok genel bir kavram. Sınıfta o “kız gibi” hissedilen şeyle ne
çıkacağını orada görüyorsunuz. Birbirimize bakıyoruz, demiştim değil mi?
***
Ek: Bunları buraya yazıyorum. Böyle durmaları çok
önemli. Bir şekilde el yordamıyla anladığım şeyleri şimdi teori&pratiğiyle
algılamaya geldi sıra benim için.
-
Regio Emilia yaklaşımını okuyorum.
Uygulamalar nerde, nasıl yorumlanmış.
-
Hollanda’da ICDI diye bir vakıf var.
Yaptıklarını takip etmek bile yol aldırabilecek gibi. İletişim kurmaya
başladım. Eğer vizem çıkarsa gidebilirim.
-
Sonraki aşama, Akram Khan gibi dansçıların
müfredatta dans eğitimi olması gerekiyor demekle ne demek istediklerini
algılamaya geliyor.
-
Bir yandan deliler gibi okul öncesindeki
bale eğitimi ve genel olarak nasıl bir öğretmen olmak istediğim.
Benim şu andaki eksikliğim bütün bunları somut bir
hedefe dökememek. Bunları yapan kişi ne olur?
Söylerseniz sevinirimJ