9 Eylül 2014 Salı

iki yol



İki yol hikayesi yazdım.


Önce, o yazıyı neden yazdım?

Gül toplayan kadınlar yüzünden. Burdur'daki çiftlikten erken çıkmam gerekiyordu. Öğlen 2'de kadınların işinin bittiğini söyledi Matt. arkasındaki koltuklar çıkarılmış bir dolmuşun kenarlarına konan taburelere ve yerlere dağılmış 10 kadının yanına Stoyan'la ben de eklenince pek bir sevindiler. “Gül toplayıp birbirimize bakmaktan sıkılıyoruz” dedi biri. Hiçbirinin adını bilmiyorum. Ama başörtüleri, farklı görünen göğüs çatalları ve ses tonlarıyla hafızamda ayrı ayrı çok net kaldılar.
Köylerden birinin önünden geçerken kavun kesen yeşil başörtüsü boynuna düşmüş teyze, “Düğün var heralde” dedi. Ben de hemen atladım, “Biz dün bu düğüne gittik. Kız tarafının eğlencesi başka bir köyde devam ediyormuş, buradaki damat tarafı.” Kadın kestiği kavunu bana uzattı. “ye” dedi. Ben kavunu yerken bir hikaye anlattı.

Eskiden böyle değilmiş tabii. Erkek tarafı kızın köyüne önce halay çekmeye, sonraki gün de kızı almaya atlara binerek gidip gelirmiş. Bir gün atın üzerindeki gelin, duvağını kaldırıp gelin gittiği köye şöyle bir uzaktan bakmış, görmüş ki bütün tepeler yeşillik, 'Burada altı ayda bir çocuk yapılır' demiş.”

Ben burda hemen sırıttım. Teyze aldırmadan devam etti.

Kayınpederi de hemen cevap vermiş, 'Kızım sen bunu 9 ay 15 günde doğur da, sonrakileri 6 ayda doğurursun' demiş. Meğer kız zaten 6 aylık hamileymiş...”

Bütün kadınlar göl tarafına doğru baktı. Biri içini çekti. Stoyan bana bambaşka bir şey söyledi o an. Bir anda hikayeyi anlatan kadının yanında oturan ve gençliğinde çok güzel olduğunu düşündüğüm teyze konuşmaya başladı.

Siz aşıklar mısınız, birbirinize yani?
- Birbirimize değiliz teyze.
- O aşık mıymış birine?
- Bilmiyorum.
- Sen aşık mısın?
- (Güldüm) Olabilirim.
- Aman olma. Olmasan ayrı bi dert, olsan ayrı. Hala evlenmediğine göre, daha önce aşık olmuşsundur diye tahmin ediyorum (gözünü kırparak bana doğru yaklaşır). Ben zannettim ki bu aşk seninki gibi moderen çocukların ağzında dolaşan moda bişi.
- Sonra ne oldu?
- Olanlar oldu kuzum da. Olanlar oldu da, aşk buysa, olmaz olsun. Evlerden uzak. Anlat bakalım.
- Ne anlatiyim?
- Biz ayvayı yedik. Siz tanrı misafiri genç insanlar için nasıl oluyor?
- Valla değişen bişi yok. Herkes aynı ayvadan yiyor. Fark etmez yani. Nerede, nasıl yediğin.
- Sen ne düşünüyorsun?
- Dedim ya işte herkes..
- Yok yok, ben onu demedim. Sen ayvayı yediğinde, sindirimi nasıl oluyor, nasıl anlıyorsun?

Başka kadınlar kendi aralarında konuşmaya başlamış. Meraklı teyze bana yakınlaşarak yavaştan ve fısıltıyla sormuştu son sorularını. Böyle anlardan hoşlanmayan halimle,

Herkes gibi, dedim.

Teyze cevabıma çok bozuldu. Yol boyunca bana bir kere daha bakmadı bile. Hikayeyi anlatan kadın deminden beri elinde tuttuğu kavunu yemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu Stoyan'a. Elini ağzına doğru götürerek, “Götür, götür, hüplet, ye!”
O sırada ayvayı yiyen teyzenin köyüne geldik. İndi. İnerken burayı iyice bellememi ve bir gün mutlaka bu köye gelip gördüklerime “Fatma ablamı görmeye geldim.” dememi söyledi. Ben teşekkür ederken kapı kapandı. Hikayeyi anlatan teyze bana bakıyordu.

O öyle denmez. Bu kadıncağızın ağzından ilk defa aşk lafı duydum. 6 tane oğlu var. Evlendirmek istiyor işte. Güzel olsun kız; ama mutlu da olsun istiyor. Bir kızı kaçırdı büyük oğlu. Sonra kız tekrar ailesine kaçtı. Kız çocuğa geri dönmek istedi de, ailesi izin vermedi bu sefer. Çocuk askere gitti. Dağlara çıktı. Olmadı. Kızı unutamadı. En son, delirdi, dediler. Ama herkes delirmiyor kızım. Kimsenin delirdiği yok.

O an, bunlar gerçekten oluyor mu, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Hatta Stoyan'a sanırım şu kısa yolculuğumuzu hiç unutmayacağımı söylemek istedim. Bütün bu yolculuktan bir saat önce Matt ve adını hatırlamadığım İngiliz bir kıza (Jess miydi acaba?)) oksitosin hormonunun faydalarından bahsediyordum. Feromon ve Tiroksin salgısının nasıl, hangi koşullarda olabileceğine dair bilimin neler söylediğini ve aldatmak, isteksizlik ya da fazla arzu gibi “kötü alışkanlıkların” hep bunların fazla salgılanmasından ya da salgılanmamasından kaynaklandığını belirtip, “en büyük sorun konuşmamak” diye araştırma sonucu yazmalarına çok güldüğümü söyledim. Jess'le Matt birbirlerine baktı. Benim Burdur merkeze geçme saatim gelmişti. Peki biz bu muhabbete nerden gelmiştik? Tabii ya, Jess, çok gençti, daha 21 yaşındaydı ve aşk halindeki insana ne olduğunu sormuştu. Daha yeni başlamıştık.

Burdur'da işim bittikten sonra, biletlerimizi aldım ve köhne bir çay bahçesinde Ayşe'yi bekledim. Yazı yazmaya çalışıyorum, olmuyor. Okumaya çalışıyorum, olmuyor. Güneş var, deli gibi yağmur yağıyor. Gökkuşağı aramaya çıkıyorum. Yok, o laf, o cümle; tonuyla, gelişiyle, söyleniş şekliyle, görüntüsüyle, aklımdan çıkmıyor.

Kimsenin delirdiği yok”

Bu yazıyı da TheTopçu diye bir blog'a koyacağım. Kimse okumayacakmış gibi devam ediyorum.

İki bacağımın arasına yerleştirmiştim toplanan kırmızı gülleri. Dolmuş çukurlara girip çıktıkça, frenlerde ya da dönüşlerde bacaklarıma dikenleri batıyordu. Bu kadar mıydı o kadının anlattığı? Saatler sürmüştü sanki. Ben bunları gerçekten yaşadım mı, dediğimde hala bacaklarımın arasındaki mor izlere bakıyorum. Göz yaşımın güllerin üzerine düştüğünü, o an bacaklarımı daha da kapadığımı, Stoyan'a gülümsediğimi, dolmuştaki kadınların hepsinin ağladığımı fark ettiğini ama hiçbirinin ben kendimi rahatsız hissetmiyim diye bana bakmadığını hatırlıyorum. Stoyan'la ikimizi bankaya yakın bir yerde bıraktılar. İndik. Kapı kapanırken, hiç konuşmadığımız teyzelerden biri, dolmuşu heyecanla durdurdu. Güllerden bir tane aldı. Bana verdi. “Kurut bunu” dedi.

Çok etkili olsun diye yazıyı burada bitirmem lazım ama duramıyorum. Ayşe terminale geldiğinde ona da anlatmak istedim. Kızım Ayşe, kimsenin delirdiği yok. Herkes hayatına devam ediyor işte. An'larda olmalar, akışlara inanmalarda ben hep anı şeyi yaşıyorum. Kahroluyorum. İşte, böyle olması gerekiyor, dediğim hiçbir resimde ben yokum. Gidiyorum. Üstelik, öyle herhangi bir iz de bırakmıyorum. Yaşadığıma dair bir kanıtım yok, demedim. Ayşe çok sağlam kadındır. Güzel güler, söylediklerim içindeki en güzel yabani çiçeklere konar ve uçup gider. Beni sever, bana bakar, beni kucaklar. Ayşe, 15 dakika sonra geleceğini söyleyince gülü kitabın arasına koydum. Bir sigara sardım. Çay istedim. Dışarı çıktım. Telefonuma bakmak için içeri girdiğimde Ayşe uzaktan seslendi. “Ben geldim!” Gülümsedim ona hemen. Nasıl gülümsedim acaba?

***

PİYANO

Bir yıl önce istediğim hayatı şu an yaşadığıma göre, yaklaşıyorum demek ki. Arayı kapadık!


Piyano hocamla hep aynı nedenden dolayı kavga ederdik. O benim piyano çalmak istemediğimi söylerdi; bense basitçe ve sadece yeteneksiz olduğumu savunurdum. Bir parçada üç hata yaptıktan sonra hemen kalkardım piyanonun başından. Üst kata çıkar, aşağıdan gelen piyano sesine karışan sigara molasındaki velilerin muhabbetini dinlerdim. Bir gün yine, bir yandan çalıyorum bir yandan muzip bir şekilde kavga ediyoruz, Bale Öğretmeni geldi, “Bahar yaşına göre kendi yorumunu çok iyi katıyor” gibi bir yorum yaptı. Öğrencileri derse çağırdı ve gitti. Son günlerde güzel bir an düşünmek, hatırlamak istediğimde, o an geliyor gözlerimin önüne.

Çoktan anlamışsınızdır, ben hep entelektüel olmak istedim. Gözlerimin önüne gelen o an, her seferinde sanki bana, “olmayı isteme” halinin “olmanın” kendisinden daha iyi olduğunu söylüyor. Çok zor karar alan biri olarak, bir sürü şeyi “isteme halinde” yaşamanın öğrenme algısını da daha açık tuttuğunu düşünürüm. Ama yetmiyor. Aynı zamanda olmak da istiyorsun.

Bir gün, küçük ellerimin yetenekli olduğuna inanıyormuşum gibi yaparken,
- Nereye kadar gidebiliriz, diye sorum piyona öğretmenime.
- Birlikte Chopin'e gider, biraz otururuz. Bach'ı lisede, olmadı üniversitede kendin halledersin, dedi.
- Asık suratlı insanların yanında dikkatimi toparlayamıyorum ama ben, dedim diye kahkahayı kopardı.
Ertesi yıl, skolyozum – omurilik yamukluğu – olduğunu öğrendik ve ben piyanoyu bırakıp yüzmeye başladım. Yüzmeyi sevmiyordum çünkü farklı tondaki vuruşlarımın sırtımdaki ve kollarımdaki kasların farklı hallerinden ellerimdeki duruşun ve gücün simetrik olmamasından kaynaklandığına inanıyordum. Surat asan insanlara dayanamayan ben, sanırım dünyanın en somurtkan kız çocuğu olmuştum. (Konu dışı mı bilmem: şu an yüzmeyi de çok seviyorum.)

Hep böyle, sonradan sevmeler mi benim hikayem olacak yani? İstediklerim ve ihtiyaçlarım aynı anda ve mekanda bulaşamayacak mı?

Sonra bir şey oldu. Siyah bir piyanonun yanında uyudum ve bir rüya gördüm. Yazın ortasında, şehrin ışıklarını gören bir dağ evindeydik. Yerlere kadar inen pencerelerin olduğu yüksek tavanlı salona ay ışığı da sanki bizimle birlikte girdi ve uzun, ihtişamlı gölgesiyle piyanoyu gösterdi. Derin, piyanonun başına oturdu. Meğer benim Bach'ın Partita'larını ve Toccata'larını çalabilen bir arkadaşım varmış! Bütün gece çaldı. Bütün gece dans ettim. Bazen, çok yorulduğundan korktum, yanına gittim. Oturdum. Güneş doğarken havadan sudan konuştuk – bütün anlamlarıyla :) Terlemiştim mesela, vücudumuzdaki suyu da konuştuk. Belli ki duş almam gerekiyordu, tuvalete doğru yöneldim ki Derin engel oldu. Yok dedi, bu taraftan... ve hayatımda gördüğüm en güzel akarsuda yıkandım. Acıktım ve uyku bastırdı. Evde hiçbir şey yoktu. Köye gidip kapı kapı dolaşmaya karar verdik. Artık kim kabul ederse. Hem yürüyüş de yapmış oluruz. Kapısını ilk çaldığımız yerde kahvaltı ettik. Hayatımdaki en güzel çayı içtim. (çay bu alt tarafı?) Artık ne zaman yorgun bir uykuya dalsam, aynı tadı almak istiyorum rüyalarımdan. Ben eve erken çıkıp rüyanın içinde bir rüyaya daha dalmak istedim. Derin traktör tamiri için kaldı. Akşama doğru yanıma çıktı, beni uyandırdı. Başımı kaldırıp güneşe doğru baktım. Batıyor muydu gerçekten, yoksa doğuyor muydu?

Hazırlandım. Bacaklarımdaki morarıklar hala duruyordu. Ne kadar zaman geçmesi gerekir yaraların iyileşmesi için? Kapağı kapalı piyanoya baktım. Hiç açılmamış gibiydi. Çantamı aldım ve çıktım. Derin'i nerden, nasıl tanıdığımı düşündüm. Telefonuma baktım. Öyle biri kayıtlı değil. Park etmiş bir traktör gördüm. Çok yeni, tamire ihtiyacı olacakmış gibi durmuyor, derken biri bir korna çaldı. Otostop çekmiyorken durup almak isteyenlere ne yapacağımı bilemem yalnızken. Biraz irkildim. Bir Ford Ranger'dan genç bir kadın sesi yükseldi. “Hey maceracı kardeş, seni gideceğin yola atiyim ister misin?”

İsterim!

Bu yıl tanıştığım üçüncü Ayşe'yle de böyle tanışmış oldum. Ayşe, hayattan keyif almayı bilen anlamına geliyormuş. Bana baktı. Bahar ne anlama geliyor acaba, dedi. Güldük. Keşke biri bizi arabanın dışından videoya çekse, diye düşündüm. Kaydetse ve kaybetmese.



Bu rüyanın üzerinden bir ay geçti. Yaralarım iyileşiyor ve ben artık bunun bir rüya olduğuna, gerçeğe sonunda kendimi inandırıyordum ki 4 Eylül'de bilmediğim bir numaradan bir mesaj geldi.

Ben gidiyorum. Tekrar buluşmak dileğiyle..”


Eylül 2014, Doğantepe


4 Eylül 2014 Perşembe

Çok mu yalnızız? Ya da ben yine konuyu abartıyor muyum?

Başlıyorum!


Ben İlkokul 3'teyken çingene mahallesine taşındık.
Kızlı oğlanlı, gençlisi yaşlısı, seslisi sessizsi her yerdeydiler. Benim de kendi yaşlarımda bir arkadaşım olmuştu. Bir gün yolda yürüyorduk 3 kız, karşımızdan gelen roman kızlardan biri bir anda gelip saçımı tuttu, “Ne güzel olmuşsun sen” dedi yüksek sesiyle. Ben de, “Sen zaten çok güzelsin” dedim. Hatun yanağıma çat bir tane tokat yapıştırdı. Ama nasıl şaşırdım, anlatamam.
Ertesi gün ip atlıyorduk. Gelip bizimle oynadılar. Oyuna sormadan katıldıkları için biraz gergindik. Bütün akşam çıt çıkartmadan ip atladık. Hatun giderken, “Ben sizi çok sevdim. Yarın görüşürüz” dedi de, ben de adını sorabildim. “Ne yapıcan kız adımı, güzel atlıyom zıplıyom işte” diyip eliyle öpücük gönderdi, bana doğru üfledi. Gittiler.
Apartman, çingenelerin evlerine giderken kullandıkları merdivenin hemen yanındaydı. Sesleri o kadar yüksekti ki, kendi aralarındaki sıradan konuşmaları bile altıncı kattan duyabiliyorduk. Düğünleri de sokakta olurdu. Apartman sakinleri de arka camdan çingenelerin eğlencesini seyrederdi. 1 dakika karanlık eylemini hatırlıyorum. Mahalle insanını eyleme davul zurnayla çağırmışlardı. Sarıgül'ü de ilk bizim çingenelerden duymuştum.

Yıllar geçtikçe çingeneler kendi içlerine çekildi. Sesleri, düğünleri, evleri, kıyafetleri bize benzedi. Artık çingeneler bizim mahallede yaşıyordu.

Devam ediyorum!

Üniversiteyi de çingene mahallesinde okudum. Kuştepe. Çingene Mahallesinin ortasında bir Bilgi Üniversitesi. O zamanlar Bilgi'nin en sevdiğim kampüsüydü Kuştepe. Her gün o okula giderek güzel bir şey yaptığımı düşünürdüm.

İstanbul'da ilk işgal evi, Don Kişot'a gittiğimde aklıma o günler geldi. Her yer özel mülkiyetken, kimsenin olmayan bir ev mümkün olduğunda“işgal evi!” diyorsun ve bir çeşit bağımsızlık ilan ediyorsun. Bir de işgalin tam ters bir anlamı var – asıl anlamı: 1453'ten beri İstanbul'u işgal ediyoruz hani. Sadece inşa ettiğimiz ya da dönüştürdüğümüz binalarla değil; yaşamlarımızla da. İş hayatının ilk yıllarında fark etmiştim, vay be, demiştim, İstanbul'un sahiplerinin arasına girdim. Nerdeyim ben? Don Kişot'ta kendimi bir işgalci gibi hissediyorum; ama üzgünüm, resimler ne kadar güzel, koltuklar ne kadar seksi olsa da iyi anlamda değil. Bildiğiniz dümdüz ataerkil, yıkıcı ve tektipleştirici bir şekilde. Huzurunuzda, Çingenelerden özür diliyorum.


***


Şimdi Brezilya'da “topraksızlar” kimselerin olmayan topraklara gidiyorlar. O da bir çeşit işgal olarak algılanıyor. Kelimenin anlamı mıdır, hali midir, harflerin sıralanışı, çıkardığı ses midir, bilmiyorum. “Occupy” ya da “işgal” dedikçe, asıl işgalin her bir mülkiyetin kendisi olduğunu düşünüyorum ben de. Herhangi bir işgal ya da direniş halini de bu anlamda sorgulamaya başladım... (üç nokta) Tarihten geliyor heralde, Osmanlı'nın işgal savaşları, sömürgeciliğin işgallerini hatırlatıyor bana bu kelime. Neden buradaydık biz şimdi?
Doğanın bir parçası olan insana yeniden bakmak ve kimdir, nasıl bir insandır bu kendiyle ve dünyayla barışık insan sorusunu gittiğimiz her yere ve herkese taşımak lazım sanki. Çok şey öğretiyor. Gezegen sömürüsüne dönüşen hayatlarımızda farklı bir dengenin bir parçası olabilmek için, aynı eylemi dönüştürerek, işgal içinde farklı işgal alanları yaratarak sanki farklı bir düzene, topluma ait olmaya çalışıyoruz. *

Başıma bir şey gelmeyecekse, bir şey söyleyebilir miyim?

Hiçbirine ait olmak istemiyorum ben. Bütün bu hareketleri destekliyorum. Ama çıkış noktasının “hali hazırda tarihi, değerleri, kaynakları işgal eden, gezegeni sömüren sisteme karşı direniş” olmasının ötesinde doğanın kendisi olması gerektiğini düşünüyorum. (bu derin ekoloji halleri bana kadar nasıl ulaştı, bunları da yaziyim m? :)) En basitinden kapsayıcı, bütüncül, eşit, özgür ve barış içinde olabilmek için bu böyle – ve tam tersi.

O zaman salak bir soru sorabilir miyim?

Çok mu yalnızız? O çıkış noktası gereğince mi bu kadar yalnız hissediyorum, yoksa konuyu biraz abartıyor muyum? Ne yapsam, ne etsem, ne desem anca küçük, zor; ama güçlü adımlarla o çıkış noktasındaki insana minik minik yaklaşıyorum. Dönüp dolaşıp kendimi sevdiğim insanların, şeylerin ve hikayelerin içinde, yanında, kokusunda, orasında burasında buluyorum. Sonra tekrar, macera dolu bir kendini ikna etme serüveniyle tekrar baş başa kalıyorum. Ve şu an, tam olarak o tokata ihtiyacım var. Adını hiç bilmediğim o hülyalı çingene bunun sırrıyla birlikte hayatımdan sonsuza kadar çıktı ve sanki ben asla bilemeyeceğim. Gerçekten arkadaş olabildik mi seninle güzelim?

Çingeneler, topraksızlar bir de bu yüzden önemli. Onları abartmıyorum; ama diğer konuyu bilemem.



Ama harbiden, çok mu yalnızız?





*Topraksızlara, işgalci demiyorum bu nedenle. Eğer olup bitenler tam da bana anlatılanlar gibiyse, diğer olayların yanında en anlamlısını onlar yapıyor olmalı.

1 Eylül 2014 Pazartesi

Köydeki çocuklara anlatsam bana gülerler mi?





Annenize babanıza soramadığınız şeyleri bana sorabilirsiniz, söyleyebilirsiniz, biliyorsunuz değil mi?

    - Bahar'cım (yalnızken isimlerimizle hitap ediyoruz) bence tarlanın bahçenin sulanması matematikten daha önemli. Ama babam matematik de matematik diyo, başka da bişi demiyo. İllallah getirdi vallahi.

    - Çok terliyorum. Nefes alamıyorum bu beton binaların içinde.

    - Bi park yaptılar, bizi oraya tıktılar. Köy yerinde park mı olur?

    - Ben büyüyünce evlenmek istiyorum ama kendim gibi bi çocukla. (göz kırpmaya çalışıyor bir yandan, aynı anda ikisini de kapatıp açıyor. Sırıtıyoruz karşılıklı)

    - Anneme şu bilekliğe 5 lira verdiğimi söyledim ama aslında 15 lira. Çok seviyorum. Geceleri yastağımın altına koyup öyle dua ediyorum. Allahım beni affetsin. 

    - Havai fişeklerden korkuyorum. Babamın silahından da korkuyorum ama belli etmiyorum. Sonra ne derler...


    - Annem çok mutsuz. Büyüyünce onu mutlu edeceğim. Evler, dolaplar, arabalar...


                                                                                                                            1 Eylül, İstanbul