İki
yol hikayesi yazdım.
Önce, o yazıyı
neden yazdım?
Gül
toplayan kadınlar yüzünden. Burdur'daki çiftlikten erken çıkmam
gerekiyordu. Öğlen 2'de kadınların işinin bittiğini söyledi
Matt. arkasındaki koltuklar çıkarılmış bir dolmuşun
kenarlarına konan taburelere ve yerlere dağılmış 10 kadının
yanına Stoyan'la ben de eklenince pek bir sevindiler. “Gül
toplayıp birbirimize bakmaktan sıkılıyoruz” dedi biri.
Hiçbirinin adını bilmiyorum. Ama başörtüleri, farklı görünen
göğüs çatalları ve ses tonlarıyla hafızamda ayrı ayrı çok
net kaldılar.
Köylerden
birinin önünden geçerken kavun kesen yeşil başörtüsü boynuna
düşmüş teyze, “Düğün var heralde” dedi. Ben de hemen
atladım, “Biz dün bu düğüne gittik. Kız tarafının eğlencesi
başka bir köyde devam ediyormuş, buradaki damat tarafı.” Kadın
kestiği kavunu bana uzattı. “ye” dedi. Ben kavunu yerken bir
hikaye anlattı.
“Eskiden
böyle değilmiş tabii. Erkek tarafı kızın köyüne önce halay
çekmeye, sonraki gün de kızı almaya atlara binerek gidip
gelirmiş. Bir gün atın üzerindeki gelin, duvağını kaldırıp
gelin gittiği köye şöyle bir uzaktan bakmış, görmüş ki bütün
tepeler yeşillik, 'Burada altı ayda bir çocuk yapılır' demiş.”
Ben
burda hemen sırıttım. Teyze aldırmadan devam etti.
“Kayınpederi
de hemen cevap vermiş, 'Kızım sen bunu 9 ay 15 günde doğur da,
sonrakileri 6 ayda doğurursun' demiş. Meğer kız zaten 6 aylık
hamileymiş...”
Bütün
kadınlar göl tarafına doğru baktı. Biri içini çekti. Stoyan
bana bambaşka bir şey söyledi o an. Bir anda hikayeyi anlatan
kadının yanında oturan ve gençliğinde çok güzel olduğunu
düşündüğüm teyze konuşmaya başladı.
- Siz
aşıklar mısınız, birbirinize yani?
- Birbirimize
değiliz teyze.
- O
aşık mıymış birine?
- Bilmiyorum.
- Sen
aşık mısın?
- (Güldüm)
Olabilirim.
- Aman
olma. Olmasan ayrı bi dert, olsan ayrı. Hala evlenmediğine göre,
daha önce aşık olmuşsundur diye tahmin ediyorum (gözünü
kırparak bana doğru yaklaşır). Ben zannettim ki bu aşk seninki
gibi moderen çocukların ağzında dolaşan moda bişi.
- Sonra
ne oldu?
- Olanlar
oldu kuzum da. Olanlar oldu da, aşk buysa, olmaz olsun. Evlerden
uzak. Anlat bakalım.
- Ne
anlatiyim?
- Biz
ayvayı yedik. Siz tanrı misafiri genç insanlar için nasıl
oluyor?
- Valla
değişen bişi yok. Herkes aynı ayvadan yiyor. Fark etmez yani.
Nerede, nasıl yediğin.
- Sen
ne düşünüyorsun?
- Dedim
ya işte herkes..
- Yok
yok, ben onu demedim. Sen ayvayı yediğinde, sindirimi nasıl
oluyor, nasıl anlıyorsun?
Başka
kadınlar kendi aralarında konuşmaya başlamış. Meraklı teyze
bana yakınlaşarak yavaştan ve fısıltıyla sormuştu son
sorularını. Böyle anlardan hoşlanmayan halimle,
- Herkes
gibi, dedim.
Teyze
cevabıma çok bozuldu. Yol boyunca bana bir kere daha bakmadı
bile. Hikayeyi anlatan kadın deminden beri elinde tuttuğu kavunu
yemesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu Stoyan'a. Elini ağzına
doğru götürerek, “Götür, götür, hüplet, ye!”
O
sırada ayvayı yiyen teyzenin köyüne geldik. İndi. İnerken
burayı iyice bellememi ve bir gün mutlaka bu köye gelip
gördüklerime “Fatma ablamı görmeye geldim.” dememi söyledi.
Ben teşekkür ederken kapı kapandı. Hikayeyi anlatan teyze bana
bakıyordu.
- O
öyle denmez. Bu kadıncağızın ağzından ilk defa aşk lafı
duydum. 6 tane oğlu var. Evlendirmek istiyor işte. Güzel olsun
kız; ama mutlu da olsun istiyor. Bir kızı kaçırdı büyük
oğlu. Sonra kız tekrar ailesine kaçtı. Kız çocuğa geri dönmek
istedi de, ailesi izin vermedi bu sefer. Çocuk askere gitti.
Dağlara çıktı. Olmadı. Kızı unutamadı. En son, delirdi,
dediler. Ama herkes delirmiyor kızım. Kimsenin delirdiği yok.
O
an, bunlar gerçekten oluyor mu, diye düşündüğümü
hatırlıyorum. Hatta Stoyan'a sanırım şu kısa yolculuğumuzu hiç
unutmayacağımı söylemek istedim. Bütün bu yolculuktan bir saat
önce Matt ve adını hatırlamadığım İngiliz bir kıza (Jess
miydi acaba?)) oksitosin hormonunun faydalarından bahsediyordum.
Feromon ve Tiroksin salgısının nasıl, hangi koşullarda
olabileceğine dair bilimin neler söylediğini ve aldatmak,
isteksizlik ya da fazla arzu gibi “kötü alışkanlıkların”
hep bunların fazla salgılanmasından ya da salgılanmamasından
kaynaklandığını belirtip, “en büyük sorun konuşmamak” diye
araştırma sonucu yazmalarına çok güldüğümü söyledim.
Jess'le Matt birbirlerine baktı. Benim Burdur merkeze geçme saatim
gelmişti. Peki biz bu muhabbete nerden gelmiştik? Tabii ya, Jess,
çok gençti, daha 21 yaşındaydı ve aşk halindeki insana ne
olduğunu sormuştu. Daha yeni başlamıştık.
Burdur'da
işim bittikten sonra, biletlerimizi aldım ve köhne bir çay
bahçesinde Ayşe'yi bekledim. Yazı yazmaya çalışıyorum,
olmuyor. Okumaya çalışıyorum, olmuyor. Güneş var, deli gibi
yağmur yağıyor. Gökkuşağı aramaya çıkıyorum. Yok, o laf, o
cümle; tonuyla, gelişiyle, söyleniş şekliyle, görüntüsüyle,
aklımdan çıkmıyor.
“Kimsenin
delirdiği yok”
Bu
yazıyı da TheTopçu diye bir blog'a koyacağım. Kimse
okumayacakmış gibi devam ediyorum.
İki
bacağımın arasına yerleştirmiştim toplanan kırmızı gülleri.
Dolmuş çukurlara girip çıktıkça, frenlerde ya da dönüşlerde
bacaklarıma dikenleri batıyordu. Bu kadar mıydı o kadının
anlattığı? Saatler sürmüştü sanki. Ben bunları gerçekten
yaşadım mı, dediğimde hala bacaklarımın arasındaki mor izlere
bakıyorum. Göz yaşımın güllerin üzerine düştüğünü, o an
bacaklarımı daha da kapadığımı, Stoyan'a gülümsediğimi,
dolmuştaki kadınların hepsinin ağladığımı fark ettiğini ama
hiçbirinin ben kendimi rahatsız hissetmiyim diye bana bakmadığını
hatırlıyorum. Stoyan'la ikimizi bankaya yakın bir yerde
bıraktılar. İndik. Kapı kapanırken, hiç konuşmadığımız
teyzelerden biri, dolmuşu heyecanla durdurdu. Güllerden bir tane
aldı. Bana verdi. “Kurut bunu” dedi.
Çok
etkili olsun diye yazıyı burada bitirmem lazım ama duramıyorum.
Ayşe terminale geldiğinde ona da anlatmak istedim. Kızım Ayşe,
kimsenin delirdiği yok. Herkes hayatına devam ediyor işte.
An'larda olmalar, akışlara inanmalarda ben hep anı şeyi
yaşıyorum. Kahroluyorum. İşte, böyle olması gerekiyor, dediğim
hiçbir resimde ben yokum. Gidiyorum. Üstelik, öyle herhangi bir iz
de bırakmıyorum. Yaşadığıma dair bir kanıtım yok, demedim.
Ayşe çok sağlam kadındır. Güzel güler, söylediklerim içindeki
en güzel yabani çiçeklere konar ve uçup gider. Beni sever, bana
bakar, beni kucaklar. Ayşe, 15 dakika sonra geleceğini söyleyince
gülü kitabın arasına koydum. Bir sigara sardım. Çay istedim.
Dışarı çıktım. Telefonuma bakmak için içeri girdiğimde Ayşe
uzaktan seslendi. “Ben geldim!” Gülümsedim ona hemen. Nasıl
gülümsedim acaba?
***
PİYANO
Bir
yıl önce istediğim hayatı şu an yaşadığıma göre,
yaklaşıyorum demek ki. Arayı kapadık!
Piyano
hocamla hep aynı nedenden dolayı kavga ederdik. O benim piyano
çalmak istemediğimi söylerdi; bense basitçe ve sadece yeteneksiz
olduğumu savunurdum. Bir parçada üç hata yaptıktan sonra hemen
kalkardım piyanonun başından. Üst kata çıkar, aşağıdan gelen
piyano sesine karışan sigara molasındaki velilerin muhabbetini
dinlerdim. Bir gün yine, bir yandan çalıyorum bir yandan muzip bir
şekilde kavga ediyoruz, Bale Öğretmeni geldi, “Bahar yaşına
göre kendi yorumunu çok iyi katıyor” gibi bir yorum yaptı.
Öğrencileri derse çağırdı ve gitti. Son günlerde güzel bir an
düşünmek, hatırlamak istediğimde, o an geliyor gözlerimin
önüne.
Çoktan
anlamışsınızdır, ben hep entelektüel olmak istedim. Gözlerimin
önüne gelen o an, her seferinde sanki bana, “olmayı isteme”
halinin “olmanın” kendisinden daha iyi olduğunu söylüyor.
Çok zor karar alan biri olarak, bir sürü şeyi “isteme halinde”
yaşamanın öğrenme algısını da daha açık tuttuğunu
düşünürüm. Ama yetmiyor. Aynı zamanda olmak da istiyorsun.
Bir
gün, küçük ellerimin yetenekli olduğuna inanıyormuşum gibi
yaparken,
- Nereye
kadar gidebiliriz, diye sorum piyona öğretmenime.
- Birlikte
Chopin'e gider, biraz otururuz. Bach'ı lisede, olmadı üniversitede
kendin halledersin, dedi.
- Asık
suratlı insanların yanında dikkatimi toparlayamıyorum ama ben,
dedim diye kahkahayı kopardı.
Ertesi
yıl, skolyozum – omurilik yamukluğu – olduğunu öğrendik ve
ben piyanoyu bırakıp yüzmeye başladım. Yüzmeyi sevmiyordum
çünkü farklı tondaki vuruşlarımın sırtımdaki ve kollarımdaki
kasların farklı hallerinden ellerimdeki duruşun ve gücün
simetrik olmamasından kaynaklandığına inanıyordum. Surat asan
insanlara dayanamayan ben, sanırım dünyanın en somurtkan kız
çocuğu olmuştum. (Konu dışı mı bilmem: şu an yüzmeyi de çok
seviyorum.)
Hep
böyle, sonradan sevmeler mi benim hikayem olacak yani? İstediklerim
ve ihtiyaçlarım aynı anda ve mekanda bulaşamayacak mı?
Sonra
bir şey oldu. Siyah bir piyanonun yanında uyudum ve bir rüya
gördüm. Yazın ortasında, şehrin ışıklarını gören bir dağ
evindeydik. Yerlere kadar inen pencerelerin olduğu yüksek tavanlı
salona ay ışığı da sanki bizimle birlikte girdi ve uzun,
ihtişamlı gölgesiyle piyanoyu gösterdi. Derin, piyanonun başına
oturdu. Meğer benim Bach'ın Partita'larını ve Toccata'larını
çalabilen bir arkadaşım varmış! Bütün gece çaldı. Bütün
gece dans ettim. Bazen, çok yorulduğundan korktum, yanına
gittim. Oturdum. Güneş doğarken havadan sudan konuştuk – bütün
anlamlarıyla :) Terlemiştim mesela, vücudumuzdaki suyu da
konuştuk. Belli ki duş almam gerekiyordu, tuvalete doğru yöneldim
ki Derin engel oldu. Yok dedi, bu taraftan... ve hayatımda gördüğüm
en güzel akarsuda yıkandım. Acıktım ve uyku bastırdı. Evde
hiçbir şey yoktu. Köye gidip kapı kapı dolaşmaya karar verdik.
Artık kim kabul ederse. Hem yürüyüş de yapmış oluruz. Kapısını
ilk çaldığımız yerde kahvaltı ettik. Hayatımdaki en güzel
çayı içtim. (çay bu alt tarafı?) Artık ne zaman yorgun bir
uykuya dalsam, aynı tadı almak istiyorum rüyalarımdan. Ben eve
erken çıkıp rüyanın içinde bir rüyaya daha dalmak istedim.
Derin traktör tamiri için kaldı. Akşama doğru yanıma çıktı,
beni uyandırdı. Başımı kaldırıp güneşe doğru baktım.
Batıyor muydu gerçekten, yoksa doğuyor muydu?
Hazırlandım.
Bacaklarımdaki morarıklar hala duruyordu. Ne kadar zaman geçmesi
gerekir yaraların iyileşmesi için? Kapağı kapalı piyanoya
baktım. Hiç açılmamış gibiydi. Çantamı aldım ve çıktım.
Derin'i nerden, nasıl tanıdığımı düşündüm. Telefonuma
baktım. Öyle biri kayıtlı değil. Park etmiş bir traktör
gördüm. Çok yeni, tamire ihtiyacı olacakmış gibi durmuyor,
derken biri bir korna çaldı. Otostop çekmiyorken durup almak
isteyenlere ne yapacağımı bilemem yalnızken. Biraz irkildim. Bir
Ford Ranger'dan genç bir kadın sesi yükseldi. “Hey maceracı
kardeş, seni gideceğin yola atiyim ister misin?”
İsterim!
Bu
yıl tanıştığım üçüncü Ayşe'yle de böyle tanışmış
oldum. Ayşe, hayattan keyif almayı bilen anlamına geliyormuş.
Bana baktı. Bahar ne anlama geliyor acaba, dedi. Güldük. Keşke
biri bizi arabanın dışından videoya çekse, diye düşündüm.
Kaydetse ve kaybetmese.
Bu
rüyanın üzerinden bir ay geçti. Yaralarım iyileşiyor ve ben
artık bunun bir rüya olduğuna, gerçeğe sonunda kendimi
inandırıyordum ki 4 Eylül'de bilmediğim bir numaradan bir mesaj
geldi.
“Ben
gidiyorum. Tekrar buluşmak dileğiyle..”
Eylül
2014, Doğantepe