8 Ocak 2013 Salı


PARÇALAR

Parça 1

“Bir savaş patladığında insanlar ‘uzun sürmez bu, çok aptalca’ derler.  Ve kuşkusuz bir savaş çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi. Bu açıdan burada oturanlar da herkes gibiydi, kendilerini düşünüyorlardı; bir başka değişle hümanisttiler; felaketlere inanmıyorlardı. Felaket insane yakışmaz, onun için felaket gerçekdışıdır,geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider ve önlemlerini almadığından başta hümanistler gider.”
“Veba sözcüğü ilk kez ağza alınıyordu.”

Parça 2

Hepimiz, solgun ama ölemeyen çiçekleriz..
Hepimiz…

Böyle olmaması gerektiğini bilerek gidememek, ölememek nasıl anlatılır bilemiyorum. Tarih, her zaman insanın insanlığı arayışı olmuştur benim için.
Ilkokul ikinci sınıftaydım. Bir teyze gelmişti bize. Heyecanlıydı, telaşlı ve korku doluydu. Konuşurken ellerini kontrolsüzce sallıyor, gözlerini annemden ayırmıyor ve sanki sadece elindeki sigarayı içerken nefes alıyordu. En sonunda şöyle dedi, “Zaten ülkenin bütün falcıları 1993 yılının Türkiye için fevkalade kötü geçeceğini, siyasi felaketlerin, toplu cinayetlerin olacağını söylemiş hayatım.” Tehlikedeydik. Zaten babamı da iki gündür görmüyordum. Belki ben uyuduktan sonra da gelmiyordu. Hem neden gözlerini annemlerden ayırmıyordu bu teyze de. Bu da bir şey miymiş, daha neler neler görecekmişiz. Ne kadar çok şey biliyordu böyle. Korkmuştum işte. O gece babamın gelmesini bekledim.
Akşam haberlerine işte böyle başladım. Uğur Mumcu’ya yetişememiştim.
1990’ların sonunda orta okula başlarken, kızgındım. Uğur Mumcu’ya yetişememiştim. Ablam bile, Aziz Nesin’den imza almıştı en azından. Pamuk dedeye sarılmıştı. Akşam haberlerinde öğrendim, Pamuk dede gitmişti. Hayatımda ilk kez Nazım’dan şiir okudum. Onda da nasıl vatan haini ilan edildiğini öğrendim. Bir dakika karanlık eylemine katıldım; aydınlık için. O karanlıkta ilk yazımı yazdım. Bir kaç yıl sonra karşılaştım aynı satırlarla, “Karanlığı neden tercih ettiğimizi anlamıyorum” Rüyamda babamın öldüğünü gördüğüm gece gökyüzü üzerimize yıkıldı. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bu şehri seviyorum ve kalıyorum, dedik 1999’da ve bekledik, beklediler. Sevdikleri şehri beklediler. Hala bekliyorlar. Ben 15 yaşındaydım. Sivas yangınını o yıl okudum. Tekrar sallandım.

Solgun ama ölemeyen bir çiçeğim ben.

Elbiseleri hala o kokuyordu. Onu her gün kendi elleriyle giydiriyordu. Onunla uyuyor, ağlıyor, yaşıyor; o üzülüyor diye üzülüyordu çiçeklerin açmadığına. Güneş gelmiyor ki, nasıl açsın. O akşam da dışarı çıkmak konusunda kararsız kaldı, çiçeklerden yakındı, en sonunda uyuyakaldı. 11 Eylül’e uyumuştu. Ve Güneşle uyandı o sabah. Imkansız oysa ki, New York’un en ihtişamlı kulesinin arkasında kalması gereken güneşe gülüyordu, gözlerinin önünde bir anda açtı çiçekler. Hemen ona götürdü çiçekleri, “Bak, açtılar sevgilim, açtı çiçeklerimiz”
Görüntü pencerenin dışına çıkar. Koyu renkli binanın küçük penceresindeki renkli çiçeklerden apartmanın duvarına geçer dikkatimiz. Ikinci kulenin yıkılışının gölgesi… Dumanların bile gölgesi var. Ve güneş artık içeri giriyor.

Bir an durdu.Artık onun sadece bir elbise olduğunu görebiliyordu. Çiçeklerse solmuş ama ölememişlerdi.*

                 ***
Yaşadıkları şimdiki zamana karşı sabırsız, geçmişlerine düşman ve geleceği ellerinden alınmış olarak insan kaynaklı adaletin ya da nefretin parmaklıklar arasında yaşamaya mahkum ettiği kişilere benziyorduk biz de.”
           
                  ***

İnsanlığın gözyaşları..
Ve çiçekler…

Yine ana haber bülteni. Herkes demokratikleşmek istiyor maaşallah. Yalnız bereket versin bir tane demokrasi yok anladığım kadarıyla. Kimisi için demokrasiye gelene kadar önce devlet var, önce asker var, önce toprak bütünlüğü, irtica, kıbrıs, ermeni soykırımı, hatta Atatürk, hatta 301… “Sözde” demokrasiyi istiyoruz,    tartışıyoruz. Demokrasiyi öğrenmeye çalışıyoruz. Murat Belge, bu ülkede herkesin bir “milli görüşü” vardır, der. Işte o görüş demokrasiye de güzel bir kılıf uydurur. Ve biz onu da ezberleriz. Ancak bu ezber de benim Hrant Dink’ten, Yaşar Kemal’den okuduklarımla  bağdaşmıyor. Kürt konferansında çalıştım. Içerideydim. Ve medyanın nasıl günah çıkarttığını dinledim. Milliyetçiliklerin nasıl çakıştığını ve silahları bırakma çağrılarını… Hasan Cemal, “Ezberlerimizi bırakmalıyız artık.” dedi. Lise 1’de bütün orta asya türk boylarını nasıl da ezberlediğimi hatırladım. Şimdi hepsini unutmuş olmak teselli etmiyor.

“Kurulduğu 29 Ekim 1923  gününden başlayarak bugüne değin Türkiye Cumhuriyeti, dayanılmaz baskılar ve zulümlerle dolu bir sistem haline getirilmiştir(…) Türkiye Cumhuriyeti Anadolu halkı üzerinde öylesine ağır bir baskı kurmuştur ki halk Osmanlı otoritesini özler hale gelmiştir. (…) Hiç beklenmedik bir şey oldu sonra: Türk halkı on yılların baskısı altında ezik bir yaşam sürdürürken Kürt halkı dirinişe geçti.. Çünkü bütün baskılar altında en acımasızca ezilenler, etnik katliamlara kurban gidenler onlardı; onların lisanı yasaklanmıştı; ‘dağ Türkleri’ adı takılarak kimlikleri yadsınmıştı; her 10 – 15 yılda bir Anadolu’nun dört bir yanına sürgün edilenler onlardı (...) Bildiğim kadarıyla Türkiye’de bağımsız devlet isteyenlerin sayısı çok azdır. Bunu talep etmek üstelik onların hakkı değil midir?”  (Yaşar Kemal’in 1995’te Der Spiegel gazetesine verdiği demeçten… ). Ben bu cümlelerden etkileniyorum. Siz etkilenmiyorsunuz. Bu cümlelerde ben bütün öğrendiklerimi unutuyorum. Siz onları savunmalarınız yapıyorsunuz. Size benim etkilenmem garip geliyor. Ben İnce Memed’I okuduktan sonra kendi ülkemi bilmediğimi, kendi ülkemin beni kandırdığını ve daha da kandıracağını hissetmiştim. Gerçek, işaret edilenden bambaşkaydı. Işte bana garip gelen de bu. Ve eğer ben gerçeği merak eder, onun araştırır, bulur; sonra da gösterilenden farklı olarak eleştirirsem.. Tehlikedeydim.

Bugün Milan Kundera’dan şu satırları okudum: “Sakın, ülkenize ve vatanınıza aitsiniz safsatalarına inanmayın. ‘Yaşamı başka yerde’ arayın. Sizin kimliğinizi oluşturan isminiz, milletiniz, ırkınız ya da dininiz olamaz. Bunlar sadece özgür seçimlerinizin bir parçası olabilir. Herkesin kendini ve dünyayı keşfetmek için bir yöntemi vardır..”
Lütfen demokrasiyi karıştırmayalım. Kitaplarında hala ermenileri düşman millet olarak yazan, anayasasında hala cunta liderlerinin yargılanmasını önleyen maddeler bulunduran, kendi yazarını kendisini “asker Türk” ilan eden birilerine hedef gösteren bir ülkede demokrasi sadece kurban ediliyordur.

Ve yine Murat Belge, eğer bu ideolojiyle devam edilirse bu ülkede adam ödürmeyen Türk ‘normal’ vatandaş kalacak, dedi. Kapıda koruma bekliyordu onu. Rahat rahat konuşabilirdi. Geçen gün bir yazar, “Neyse ki Orhan Pamuk’a koruma verildi.” diye yazmış. Evet, aman Pamuk istediği gibi yazabilsin diye onu anca korumalarla yaşatabilen bir ülke olalım (yoksa yaşatamayan bir ülke olduk bile… mi?). Neyse ki 301’den yargılanan herkese Devlet, koruma verdi!

Çiçekler..

22 Ocak. Etüd odasında emperyalizmin tarihine çalışıyorum. Süveyş kanalı açıldıktan sonra İngiltere.. Fransızların kolonilerine uyguladığı asimilasyın politikası.. Tarih yanlış okunursa insan insanlığını kaybeder.. diye düşünmüyorum çalışırken. Yalnızca bilgilerimi tazelerken içeri iki kız girdi ve koşuşturmaya başladı. Tanıdıklarına bir şeyler fısıldıyorlardı. En sonunda bir tanesi sesini yükseltti ve yarınki sınavın cenaze nedeniyle ertelendiğini söyledi. Önce inanamadık. Hemen bilgisayar odasına gidip internetten baktık. Doğruydu, ertelenmişti.
Herkes çalışmayı bıraktı. Çiçeler, ben etüd odasına geri dönerken aklıma geldiler. Solgun ve ölemeyen… Ertesi gün sokaklara döküldüler..

Parça 1’in devamı…
                                                                                                                    19 Ocak 2007

Bugün, bırakıp gittin beni. Herkes yorum yaptı gidişine. Biri, sloganını hatırlamıştı. Biri görgü tanığı oldu. Şüpheli iki kişi vardı. Üç saat sorguya alındılar. Olayla ilgileri olmadığı anlaşıldı. Beni bırakıp gitmen.. Kınandı. Başbakan bile bizi kimsenin bölemeyeceğini söyledi, alçakça buldu. Alçakça… Yani, gitmemeliydin.
Bugün, bu şehre veba geldi. Polislerin izni kaldırıldı; salgını kontrol etmek ve saldırganı bulmak için. Bir din adamı yas ilan etti. Birileri ağladı. Birileri kaçtı. Birilerinin umursamadığından neredeyse eminim. Sen gittikten sonra bir kadın, “Onun gibi biri 50 yıl daha gelmez bu ülkeye.” dedi. Çok sevindim. Önce senin için, e tabii sonra da ülkem için. Bir şekilde bulunuyordu senin gibi, ya yere yıkılan biri, ya da ateşler içinde cayır cayır… Şanslı sayılırdık. Şimdi, yavru bir keçi bakıyor bana. Küçük bir çocuğun hayatını canını vererek kurtaran. Keçiler cennetime gitmiş, bana oraları anlatıyor. Uçabildiğinden ve hiç ölmeyecekmiş gibi davranabildiğinden bahsediyor. Insanlar kendilerini kurtarmak için yine kendilerinden kurban veriyorlar, diyor bana. Anlamıyorum. Bir bayramda daha kan götürdü ortalığı sokaklarda. Çocuklar oralarda oynadılar ve kimin hayatının kurtatıldığını sordular. Ve ben vebanın hiç gitmemiş olduğunu gördüm. Her şey vebalıydı. Yavaş yavaş ölmekmiş meğer her günbatımı. Ve ben çekildiğimi hissediyorum artık. Uğruna ölünecek bir şey de kalmayacak yakında. Güneşi de elimizden alamazlar değil mi? alamazlar. Ya alabilselerdi..
Gerçekten çok üznügüm.
Insanlar… onları anlamaya çalışma artık. Gittin. Küçük çırpınışlarla senden özür dilemeye çalışacaklar. Ne kadar anlamsız. Neyi geri getirecek? Anlayışlı ol bana karşı. Bu durum, hiçbir şekilde güç vermiyor bana. Yıpratıyor. Kabuğuma çekiliyorum. Uzaklaşıyorum. Yavaş yavaş..
Gerçekten çok üzgünüm…
Büyük dünyalar kurmuştum küçük bir dünyanın kıyısından. Çünkü hepsi bu kadar. Sonunda başbaşa kaldığımız… Umarım sen bu kadar şaşırmamışsımdır, yıpranmamışsındır. Böyle, hemen.
Sadece nefretin küllerinden yakmayı becebiliyorlar ateşlerini. Bu yüzden orda hırs, kızgınlık ve acı oluyor sadece. Isıtmıyor, acıtıyor ve yakıyor. Çok üzgünüm.
Rüzgarı unutmaman dileğiyle…
                                                                                                                       BAHAR
Parça 2’nin sonu..

Hepimiz solgun..

Bir ülke, vebalı da yaşıyabilir. Güneşin hiç girmeyeceği bilinir; ama herkes başına güneş geçmiş gibi davranır. Bu solgun döndü kendi çıkmazı , korkuları ve zavallığı içinde hep var olur ve biz geçmişi inkar ederek gelecekten vazgeçtiğimizi farketmeden bugüne sıkışmış olarak yaşarız. Vebayı gösteren yine bir felaket olur. Eski simgeler yıkılırken yeni korkuları ve olgularıyla pencereden süzülür faşizm, terör (ki devlet ortaya çıkarmıştır onu), yeni dünya düzeninde biçim değiştirmiş. Eskinin küllerini toparlarken okullarımız tatil olur, enkazın yerine kocaman bir bahçe yapılır; herkes demokrasiden, özgürlükten bahseder. Çiçekler açar. Sonra insanlık bir de bakar ki Hrant Dink’i kendisi öldürmiş. Hepimiz insanlığın gözyaşlarından beslenen çiçekleriz… Tarihte kayboluruz. Şimdi soruyorum sana, kendime, ona, herkese…
Yine solacak mıyız? Yine mi solacağız?

“…eğer aydınlatılmamışsa iyi niyet de kötülük kadar zarar verebilir. Insanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir, şu erdem ya da kusur denilen şeyin; en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her türlü sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz.”

                                                                                      BİR ÇİÇEK….