PARÇALAR
Parça 1
“Bir savaş patladığında insanlar ‘uzun sürmez bu, çok
aptalca’ derler. Ve kuşkusuz bir savaş
çok aptalcadır, ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir,
insan hep kendisini düşünmese bunun farkına varabilirdi. Bu açıdan burada
oturanlar da herkes gibiydi, kendilerini düşünüyorlardı; bir başka değişle
hümanisttiler; felaketlere inanmıyorlardı. Felaket insane yakışmaz, onun için felaket
gerçekdışıdır,geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman da geçip
gitmez, kötü rüyalar arasında insanlar geçip gider ve önlemlerini almadığından
başta hümanistler gider.”
…
“Veba sözcüğü ilk kez ağza alınıyordu.”
Parça 2
Hepimiz, solgun ama ölemeyen çiçekleriz..
Hepimiz…
Böyle olmaması gerektiğini bilerek
gidememek, ölememek nasıl anlatılır bilemiyorum. Tarih, her zaman insanın
insanlığı arayışı olmuştur benim için.
Ilkokul ikinci sınıftaydım. Bir teyze
gelmişti bize. Heyecanlıydı, telaşlı ve korku doluydu. Konuşurken ellerini
kontrolsüzce sallıyor, gözlerini annemden ayırmıyor ve sanki sadece elindeki
sigarayı içerken nefes alıyordu. En sonunda şöyle dedi, “Zaten ülkenin bütün
falcıları 1993 yılının Türkiye için fevkalade kötü geçeceğini, siyasi
felaketlerin, toplu cinayetlerin olacağını söylemiş hayatım.” Tehlikedeydik. Zaten
babamı da iki gündür görmüyordum. Belki ben uyuduktan sonra da gelmiyordu. Hem
neden gözlerini annemlerden ayırmıyordu bu teyze de. Bu da bir şey miymiş, daha
neler neler görecekmişiz. Ne kadar çok şey biliyordu böyle. Korkmuştum işte. O
gece babamın gelmesini bekledim.
Akşam haberlerine işte böyle başladım. Uğur
Mumcu’ya yetişememiştim.
1990’ların sonunda orta okula başlarken,
kızgındım. Uğur Mumcu’ya yetişememiştim. Ablam bile, Aziz Nesin’den imza
almıştı en azından. Pamuk dedeye sarılmıştı. Akşam haberlerinde öğrendim, Pamuk
dede gitmişti. Hayatımda ilk kez Nazım’dan şiir okudum. Onda da nasıl vatan
haini ilan edildiğini öğrendim. Bir dakika karanlık eylemine katıldım; aydınlık
için. O karanlıkta ilk yazımı yazdım. Bir kaç yıl sonra karşılaştım aynı
satırlarla, “Karanlığı neden tercih ettiğimizi anlamıyorum” Rüyamda babamın
öldüğünü gördüğüm gece gökyüzü üzerimize yıkıldı. Bir daha hiçbir şey eskisi
gibi olmadı. Bu şehri seviyorum ve kalıyorum, dedik 1999’da ve bekledik,
beklediler. Sevdikleri şehri beklediler. Hala bekliyorlar. Ben 15 yaşındaydım. Sivas yangınını o yıl okudum.
Tekrar sallandım.
Solgun ama ölemeyen bir çiçeğim ben.
Elbiseleri hala o kokuyordu. Onu her gün
kendi elleriyle giydiriyordu. Onunla uyuyor, ağlıyor, yaşıyor; o üzülüyor diye
üzülüyordu çiçeklerin açmadığına. Güneş gelmiyor ki, nasıl açsın. O akşam da
dışarı çıkmak konusunda kararsız kaldı, çiçeklerden yakındı, en sonunda
uyuyakaldı. 11 Eylül’e uyumuştu. Ve Güneşle uyandı o sabah. Imkansız oysa ki,
New York’un en ihtişamlı kulesinin arkasında kalması gereken güneşe gülüyordu,
gözlerinin önünde bir anda açtı çiçekler. Hemen ona götürdü çiçekleri, “Bak,
açtılar sevgilim, açtı çiçeklerimiz”
Görüntü pencerenin dışına çıkar. Koyu
renkli binanın küçük penceresindeki renkli çiçeklerden apartmanın duvarına
geçer dikkatimiz. Ikinci kulenin yıkılışının gölgesi… Dumanların bile gölgesi
var. Ve güneş artık içeri giriyor.
Bir an durdu.Artık onun sadece bir elbise
olduğunu görebiliyordu. Çiçeklerse solmuş ama ölememişlerdi.*
***
“Yaşadıkları
şimdiki zamana karşı sabırsız, geçmişlerine düşman ve geleceği ellerinden
alınmış olarak insan kaynaklı adaletin ya da nefretin parmaklıklar arasında
yaşamaya mahkum ettiği kişilere benziyorduk biz de.”
***
İnsanlığın gözyaşları..
Ve çiçekler…
Yine ana haber bülteni. Herkes
demokratikleşmek istiyor maaşallah. Yalnız bereket versin bir tane demokrasi
yok anladığım kadarıyla. Kimisi için demokrasiye gelene kadar önce devlet var,
önce asker var, önce toprak bütünlüğü, irtica, kıbrıs, ermeni soykırımı, hatta
Atatürk, hatta 301… “Sözde” demokrasiyi istiyoruz, tartışıyoruz. Demokrasiyi öğrenmeye
çalışıyoruz. Murat Belge, bu ülkede herkesin bir “milli görüşü” vardır, der.
Işte o görüş demokrasiye de güzel bir kılıf uydurur. Ve biz onu da ezberleriz.
Ancak bu ezber de benim Hrant Dink’ten, Yaşar Kemal’den okuduklarımla bağdaşmıyor. Kürt konferansında çalıştım.
Içerideydim. Ve medyanın nasıl günah çıkarttığını dinledim. Milliyetçiliklerin
nasıl çakıştığını ve silahları bırakma çağrılarını… Hasan Cemal, “Ezberlerimizi
bırakmalıyız artık.” dedi. Lise 1’de bütün orta asya türk boylarını nasıl da
ezberlediğimi hatırladım. Şimdi hepsini unutmuş olmak teselli etmiyor.
“Kurulduğu 29 Ekim 1923 gününden başlayarak bugüne değin Türkiye
Cumhuriyeti, dayanılmaz baskılar ve zulümlerle dolu bir sistem haline
getirilmiştir(…) Türkiye Cumhuriyeti Anadolu halkı üzerinde öylesine ağır bir
baskı kurmuştur ki halk Osmanlı otoritesini özler hale gelmiştir. (…) Hiç beklenmedik
bir şey oldu sonra: Türk halkı on yılların baskısı altında ezik bir yaşam
sürdürürken Kürt halkı dirinişe geçti.. Çünkü bütün baskılar altında en
acımasızca ezilenler, etnik katliamlara kurban gidenler onlardı; onların lisanı
yasaklanmıştı; ‘dağ Türkleri’ adı takılarak kimlikleri yadsınmıştı; her 10 – 15
yılda bir Anadolu’nun dört bir yanına sürgün edilenler onlardı (...) Bildiğim
kadarıyla Türkiye’de bağımsız devlet isteyenlerin sayısı çok azdır. Bunu talep
etmek üstelik onların hakkı değil midir?” (Yaşar Kemal’in 1995’te Der Spiegel gazetesine
verdiği demeçten… ). Ben bu cümlelerden etkileniyorum. Siz etkilenmiyorsunuz.
Bu cümlelerde ben bütün öğrendiklerimi unutuyorum. Siz onları savunmalarınız
yapıyorsunuz. Size benim etkilenmem garip geliyor. Ben İnce Memed’I okuduktan
sonra kendi ülkemi bilmediğimi, kendi ülkemin beni kandırdığını ve daha da
kandıracağını hissetmiştim. Gerçek, işaret edilenden bambaşkaydı. Işte bana
garip gelen de bu. Ve eğer
ben gerçeği merak eder, onun araştırır, bulur; sonra da gösterilenden farklı
olarak eleştirirsem.. Tehlikedeydim.
Bugün Milan Kundera’dan şu satırları
okudum: “Sakın, ülkenize ve vatanınıza aitsiniz safsatalarına inanmayın.
‘Yaşamı başka yerde’ arayın. Sizin kimliğinizi oluşturan isminiz, milletiniz,
ırkınız ya da dininiz olamaz. Bunlar sadece özgür seçimlerinizin bir parçası
olabilir. Herkesin kendini ve dünyayı keşfetmek için bir yöntemi vardır..”
Lütfen demokrasiyi karıştırmayalım.
Kitaplarında hala ermenileri düşman millet olarak yazan, anayasasında hala
cunta liderlerinin yargılanmasını önleyen maddeler bulunduran, kendi yazarını
kendisini “asker Türk” ilan eden
birilerine hedef gösteren bir ülkede demokrasi sadece kurban ediliyordur.
Ve yine Murat Belge, eğer bu ideolojiyle devam edilirse bu ülkede
adam ödürmeyen Türk ‘normal’ vatandaş kalacak, dedi. Kapıda koruma bekliyordu
onu. Rahat rahat konuşabilirdi. Geçen gün bir yazar, “Neyse ki Orhan Pamuk’a
koruma verildi.” diye yazmış. Evet, aman Pamuk istediği gibi yazabilsin diye onu
anca korumalarla yaşatabilen bir ülke olalım (yoksa yaşatamayan bir ülke olduk
bile… mi?). Neyse ki 301’den yargılanan herkese Devlet, koruma verdi!
Çiçekler..
22 Ocak. Etüd odasında emperyalizmin
tarihine çalışıyorum. Süveyş kanalı açıldıktan sonra İngiltere.. Fransızların
kolonilerine uyguladığı asimilasyın politikası.. Tarih yanlış okunursa insan
insanlığını kaybeder.. diye düşünmüyorum çalışırken. Yalnızca bilgilerimi
tazelerken içeri iki kız girdi ve koşuşturmaya başladı. Tanıdıklarına bir şeyler
fısıldıyorlardı. En sonunda bir tanesi sesini yükseltti ve yarınki sınavın
cenaze nedeniyle ertelendiğini söyledi. Önce inanamadık. Hemen bilgisayar
odasına gidip internetten baktık. Doğruydu, ertelenmişti.
Herkes çalışmayı bıraktı. Çiçeler, ben etüd
odasına geri dönerken aklıma geldiler. Solgun ve ölemeyen… Ertesi gün sokaklara
döküldüler..
Parça 1’in devamı…
19
Ocak 2007
Bugün, bırakıp gittin
beni. Herkes yorum yaptı gidişine. Biri, sloganını hatırlamıştı. Biri görgü
tanığı oldu. Şüpheli iki kişi vardı. Üç saat sorguya alındılar. Olayla ilgileri
olmadığı anlaşıldı. Beni bırakıp gitmen..
Kınandı. Başbakan bile bizi kimsenin bölemeyeceğini söyledi, alçakça buldu.
Alçakça… Yani, gitmemeliydin.
Bugün, bu şehre veba
geldi. Polislerin izni kaldırıldı; salgını kontrol etmek ve saldırganı bulmak
için. Bir din adamı yas ilan etti. Birileri ağladı. Birileri kaçtı. Birilerinin
umursamadığından neredeyse eminim. Sen gittikten sonra bir kadın, “Onun gibi
biri 50 yıl daha gelmez bu ülkeye.” dedi. Çok sevindim. Önce senin için, e
tabii sonra da ülkem için. Bir şekilde bulunuyordu senin gibi, ya yere yıkılan
biri, ya da ateşler içinde cayır cayır… Şanslı sayılırdık. Şimdi, yavru bir
keçi bakıyor bana. Küçük bir çocuğun hayatını canını vererek kurtaran. Keçiler
cennetime gitmiş, bana oraları anlatıyor. Uçabildiğinden ve hiç ölmeyecekmiş
gibi davranabildiğinden bahsediyor. Insanlar kendilerini kurtarmak için yine
kendilerinden kurban veriyorlar, diyor bana. Anlamıyorum. Bir bayramda daha kan götürdü ortalığı
sokaklarda. Çocuklar oralarda oynadılar ve kimin hayatının kurtatıldığını sordular.
Ve ben vebanın hiç gitmemiş olduğunu gördüm. Her şey vebalıydı. Yavaş yavaş
ölmekmiş meğer her günbatımı. Ve ben çekildiğimi hissediyorum artık. Uğruna
ölünecek bir şey de kalmayacak yakında. Güneşi de elimizden alamazlar değil mi?
alamazlar. Ya alabilselerdi..
Gerçekten çok
üznügüm.
Insanlar… onları
anlamaya çalışma artık. Gittin. Küçük çırpınışlarla senden özür dilemeye
çalışacaklar. Ne kadar anlamsız. Neyi geri getirecek? Anlayışlı ol bana karşı.
Bu durum, hiçbir şekilde güç vermiyor bana. Yıpratıyor. Kabuğuma çekiliyorum.
Uzaklaşıyorum. Yavaş yavaş..
Gerçekten çok
üzgünüm…
Büyük dünyalar
kurmuştum küçük bir dünyanın kıyısından. Çünkü hepsi bu kadar. Sonunda başbaşa
kaldığımız… Umarım sen bu kadar şaşırmamışsımdır, yıpranmamışsındır. Böyle,
hemen.
Sadece nefretin
küllerinden yakmayı becebiliyorlar ateşlerini. Bu yüzden orda hırs, kızgınlık
ve acı oluyor sadece. Isıtmıyor, acıtıyor ve yakıyor. Çok üzgünüm.
Rüzgarı unutmaman
dileğiyle…
BAHAR
Parça 2’nin sonu..
Hepimiz solgun..
Bir ülke, vebalı da
yaşıyabilir. Güneşin hiç girmeyeceği bilinir; ama herkes başına güneş geçmiş
gibi davranır. Bu solgun döndü kendi çıkmazı , korkuları ve zavallığı içinde
hep var olur ve biz geçmişi inkar ederek gelecekten vazgeçtiğimizi farketmeden
bugüne sıkışmış olarak yaşarız. Vebayı gösteren yine bir felaket olur. Eski
simgeler yıkılırken yeni korkuları ve olgularıyla pencereden süzülür faşizm, terör
(ki devlet ortaya çıkarmıştır onu), yeni dünya düzeninde biçim değiştirmiş. Eskinin
küllerini toparlarken okullarımız tatil olur, enkazın yerine kocaman bir bahçe
yapılır; herkes demokrasiden, özgürlükten bahseder. Çiçekler açar. Sonra
insanlık bir de bakar ki Hrant Dink’i kendisi öldürmiş. Hepimiz insanlığın
gözyaşlarından beslenen çiçekleriz… Tarihte kayboluruz. Şimdi soruyorum sana , kendime, ona,
herkese…
Yine solacak mıyız?
Yine mi solacağız?
“…eğer aydınlatılmamışsa iyi niyet de kötülük kadar zarar
verebilir. Insanlar kötü olmak yerine daha çok iyidir ve gerçekte sorun bu
değildir. Ancak insanlar bir şeyin farkında değillerdir, şu erdem ya da kusur
denilen şeyin; en umut kırıcı kusur, her şeyi bildiğini sanan ve böylece
kendine öldürme hakkı tanıyan cehalettir. Katilin ruhu kördür ve insan her
türlü sağduyudan yoksunsa güzel aşk ve gerçek iyilik diye bir şey olamaz.”
BİR ÇİÇEK….